Başbakan Erdoğan’ın geçen hafta partisinin TBMM Grubu’nda yaptığı konuşma, muhalefet partileriyle girdiği polemikler hariç çok etkileyiciydi. Hatta çoğulcu demokrasi, barış içinde birarada yaşama gibi hayati konularda söylediklerinin, 2007 seçimlerinin gecesinde yaptığı “balkon konuşması”ndan bile ilerde olduğunu söyleyebiliriz. O ve son dönemde yaptığı birçok konuşma, Erdoğan’ın çok kızdığı “sivil vesayet”, “tek parti rejimi” vs. tartışmalarının aslında ne kadar işe yaradığını da bize gösteriyordu. Kendisi ve partisinin demokrasiyle ilişkisine kuşkuyla bakanlara çok öfkelenen Erdoğan’ın, onların iddialarını çürütmek için çoğulcu demokrasinin evrensel ilkelerini tanımlaması ve bunlara bağlı olduğunu belirtmesi, maksadı “bağcı dövmek değil de üzüm yemek” olan kişi ve çevreler için hiç tartışma yok ki memnuniyet verici bir durumdur. Erdoğan ve AKP’nin demokrasiyle asla yanyana gelemeyeceğine inananlar içinse söylenecek bir şey yok.
Ne var ki Başbakan Erdoğan’ın, sivilleşme konusunda gösterdiği demokrasiye bağlılık kararlılığını toplumun farklı kesimlerinin talep ve beklentilerine karşı aynı ölçüde gösterdiği söylenemez. Erdoğan’ın bu noktadaki tahammülsüzlüklerine bir dizi örnek verilebilir fakat dünkü Grup konuşmasında Tekel direnişi ve direnişçileri hakkında söyledikleri herhalde bunların çoğunu sollamaya adaydır.
Bir başbakan bunu nasıl söyler?
Erdoğan, bildiğimiz gibi sık sık “ben bu ülkenin başbakanıyım, bana nasıl bu yapılabilir” veya “söylenebilir” gibi çıkışlar yapıyor. Bunların büyük çoğunluğu “eleştiri kaldıramama” olarak değerlendirilebilirse de özellikle ailesine yönelik bazı söylemlerin gerçekten rahatsızlık verici olduğu ortadadır. Buna karşılık Erdoğan bize öyle anlar yaşattı ki toplumun bir kesimi sık sık “bir başbakan bunu nasıl yapar?” ya da “nasıl söyler?” diye tepki verdi. İşte dünkü konuşmasının Tekel ile ilgili kısımları kelimenin gerçek anlamıyla hayret vericidir.
Önce şunu belirtelim: Erdoğan, bu konudaki tüm argümanlarında haklı, işçiler ve sendikacılar da tümünde haksız olabilirler, fakat onun bir başbakan olarak direnişçi işçileri eylemleri ay sonuna kadar devam ederse bunu zorla bitirmekle tehdit etmesi; hele işçilerin gözünü, yerlerini almaya hazır milyonlarca işsizle korkutmak istemesi anlaşılır şeyler değil.
Bazıları sivilleşme konusundaki adımları nedeniyle işi, Erdoğan’ı “solcu”, AKP’yi de “sol parti” olarak nitelemeye kadar vardırıyorlar. Bu tür nitelemeler kendisinin “taktiksel” olarak hoşuna gidiyor olabilir, ama ne kadar bazı konularda soldan esinleniyor olursa olsun kendisi bir “sağcıdır”. Her ne kadar bu tanımaı pek dile getirmese de çok fazla itirazı olacağını düşünmüyorum.
Kimsenin Erdoğan’dan “solcu” olmasını istemeye hakkı yok. Hatta belki de, bazılarının ileri sürdüğü gibi (ki kesinlikle katılmıyorum) sosyalizm ölmüş, sağ-sol ayrımları bitmiş de olabilir. Ama sosyalizm ölse bile insanlık, çok şükür, henüz ölmedi. Ve gözlemlediğim kadarıyla Tekel direnişçilerine olan ilgi ve desteğin artmasında “sınıf mücadelesi” gibi politik perspektiften ziyade, olayın insani boyutu belirleyici oluyor.
Başbakan Tekel direnişinin siyasi muhaliflerince kullanılıyor olduğunu ileri sürüyor. Olabilir, ancak dünyanın her yerinde ve her zaman zaten böyle olmuştur. Hatta kendisinin de muhalefetteyken işçilerle birlikte “grev gözcüsü” yeleği giyerek fotoğraf çektirmişliği vardır. Gördüğüm kadarıyla Erdoğan ve kurmayları aslında çok da zorlanmadan çözebilecekleri bir sorunun, bir inat uğruna keskinleşmesine neden oluyor ve bu yolla siyasi rakiplerinin eline koz veriyorlar. Eğer siyasi iktidar Tekel direnişinin siyasallaşmasından rahatsızsa, işçileri “72,5 milyon” vatandaşa şikayet etmekten vazgeçmeli, sabırla müzakerelere devam edip bir çözüm yolunu sonuna kadar zorlamalıdır.
Erdoğan’ın Tekel Yanlışları
Haberin Devamı