Belçika’daki operasyonların Türkiye’deki Kürt açılımıyla (diğer adıyla “demokratik açılım” ) doğrudan ilişkisi olduğu açık. İki yönlü bir ilişki söz konusu: Öncelikle Belçikalı (ve Avrupalı) siyasetçilerin, zaten uzun bir süredir mesafe koymakta oldukları PKK yanlısı kişi, çevre ve grupları açılımla birlikte iyice karşılarına almakta olduklarını söyleyebiliriz. Şöyle ki PKK yanlılarının, Türkiye’de Kürtlere yönelik baskı ve asimilasyon politikaları yürütüldüğü iddiaları Avrupalıların gözünde, açılımla birlikte iyice zayıflamış durumda. Kürt sorununun yasal ve demokratik yöntemlerle çözülme imkan ve iradesinin şekillenmesiyle birlikte Avrupalılar Kürt siyasetçilere “çözümün adresi burası değil Türkiye” diyebilir duruma geldiler. Bir süredir tıkanmış olmasına rağmen açılım Avrupalılar üzerinde bu kadar etkili olabiliyorsa, belki bir bakıma onlara PKK’lıları dışlama bahanesi yaratıyorsa, bir de sürecin olumlu gelişmesi halinde işler iyice değişecek demektir.Operasyonlarla açılım arasındaki diğer ilişkiye gelecek olursak: Hatırlanacağı gibi Habur’dan ülkeye giriş yapan grupların hemen ardından Avrupa’dan bir grup PKK’lının İstanbul’a gelmesi söz konusuydu. Hatta DTP İstanbul il örgütünün gelenleri karşılamak için miting yapma isteği hayli tartışmaya yol açmıştı. Fakat yasal ve yasadışı Kürt siyasi hareketinin Habur görüntülerinin ülkenin batısında yarattığı tepkileri ciddiye almaması ve hükümetin de geri adım atmasıyla süreç birden kesiliverdi. Ve Öcalan’ın İmralı’dan verdiği talimatla ülkeye dönüşler durdu, Avrupa’dan gelmesi beklenen gruptakiler de bavullarını açmak durumunda kaldılar.Şunu söylemek istiyorum: Eğer Habur’dan yapılan ilk giriş krize neden olmasa, ülkeye dönüşler devam etse dünkü operasyonlar büyük bir ihtimalle yaşanmazdı. Çünkü dün operasyonlara muhatap olan isimlerden bazıları (belki Remzi Kartal ve Zübeyr Aydar da dahil olmak üzere) ülkeye dönmüş olur, daha önemlisi gerinliğin yerini yumuşama, belirsizliğin yerini çözüm umudu alırdı.Hareketin kalbi Türkiye’deBelçika’daki operasyonların PKK’yı diplomatik, siyasi ve ekonomik açıdan ciddi bir biçimde sarstığı ortadadır. Örneğin Roj TV stüdyosunun mühürlenmiş olması örgütü propaganda açısından, en azından bir süre için epey zorlayacaktır. Diğer yandan, PKK’nın ekonomik merkezinin Avrupa olduğu düşünülürse, zaten mali açıdan sorunlar yaşadığı ileri sürülen örgütü iyice köşeye sıkıştıracaktır. Operasyonun PKK’ya vermesi muhtemel zararları sıralamayı kesip çok önmeli bir hususun altını çizmek gerekir: PKK’nın bir ayağı Avrupa’da, diğeri Kuzey Irak’ta olabilir fakat kalbi kesinlikle Türkiye’dedir. Bu her iki ayağın başına gelenler PKK’yı ciddi olarak yaralayabilir ama asla öldürmez. Bu nedenle önce İtalya, ardından Belçika’da yapılan ve diğer Avrupa ülkelerine sirayet etmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak operasyonları çok yakından takip etmeli, fakat ana odağın Türkiye olduğunu hiç unutmamalıyız.Öte yandan yıllardır Avrupa’da büyük ölçüde rahat koşullarda varlık göstermiş olan PKK’nın bu operasyonlara cevap verme imkanı kesinlikle vardır. Bu açıdan PKK’nın nasıl bir cevap arayışına gireceği ve Avrupalıların bunlara ne karşılık vereceği de önem arz ediyor. Bir diğer hayati nokta da, PKK’nın Avrupa’daki yeni koşullara ne derece uyum sağlayabileceğidir. PKK’lıların eski rahatlarını sürdüremeyecekleri kesin ancak kimse onların Avrupa’dan çekip gitmesini de beklemesin. Hele Avrupa ülkelerinde hatırı sayılır bir Kürt nüfusunun bulunduğu düşünülürse, Avrupalı yönecilerin PKK’yı ne kadar isteseler, imkanlarını ne kadar seferber etseler de bağırlarından söküp atmaları imkansızdır.Tekrar açılıma dönecek olursak şimdi soru şudur: Avrupa’daki operasyonlar açılım sürecinin lehine mi, aleyhine mi işler? PKK’lılar, “tasfiye” endişelerinin bu operasyonlarla doğrulandığını öne sürebilirler, ki bir ölçüde haksız da sayılmazlar. Ama Avrupalıların da kendilerine sırtlarını dönmelerine tepki olarak Türkiye’deki zaten yürüyemeyen açılım sürecini daha fazla sabote etmeye kalkarlarsa yanlış yapmış olurlar. Özetle Avrupa’daki operasyonların, ilk öfkeli tepkilerin ardından, PKK’nın Kürt açılımına yeniden sarılmasına neden olursa şaşırmayalım.
Başbakan Erdoğan’ın medyayla olan kavgasını geçmiş ve bugünü ayırarak irdelemek daha isabetli olabilir. Geçmişe bakacak olursak iki gerçekle karşılaşırız:1) Medyanın Erdoğan’a genellikle olumsuz ve artniyetli yaklaştı: Büyük medya, Refah Partisi İstanbul İl Başkanıyken Erdoğan’ı görmezden geliyordu. Mart 1994 yerel seçimlerinde partisinin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olduğundaysa tek kelimeyle ona savaş açtı. O tarihte yeni ortaya çıkan özel televizyon kanalları ve büyük gazeteler RP adayı Erdoğan’ı ya yoksaydı veya kendisine cepheden savaş açtı. Medyanın Erdoğan’a karşı tutumu iki ayaklıydı: Küçümseme ve sevmeme. Bu yaklaşım, kendisi belediye başkanı olduktan sonra da uzun bir süre devam etti. Erdoğan sırf bir şiir okudu diye belediye başkanlığını kaybedip siyasi yasaklı olunca, üstüne bir de cezaevine gidince bile medyanın ona karşı tutumunda belirgin bir yumuşamaya tanık olmadık. Ta ki Erdoğan’ın arkadaşlarıyla birlikte AKP’yi kurması ve adım adım tek parti iktidarına doğru yol almasına kadar. Öyle ki medyanın büyük bölümü, Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkıp milletvekili seçilmesi, dolayısıyla başbakan olması sürecinde şaşırtıcı bir şekilde kendisine destek verdi. AKP iktidarının, özellikle AB sürecinin hızlandığı ilk yıllarında düzelmişe benzeyen Erdoğan-medya ilişkileri aslında hep kötü geçmişin ipoteği altındaydı. Kısacası Erdoğan’ın medyanın geçmişte kendisine reva gördüğü muameleyi, çıkarttığı zorlukları unuttuğunu, bunların hesabını görmeyi düşünmediğini söyleyemeyiz.2) Medya vurdukça Erdoğan güçlendi: Daha 1994’deki adaylığı olayından itibaren şunu çok net bir şekilde gördük: Medyanın bitmek bilmez aleyhtar yayınları Erdoğan’ın halk nezdindeki itibar ve popülerliğini artırdı. Öyle ki siyaseten sıkıştığı bazı anlarda Erdoğan’ın medyayla bilerek kriz yarattığı iddia edilebildi.Mutlak denetim imkansızErdoğan’ın medyayla kavgasını bugün de sürdürmesinin altında geçmişten gelen bu iki öğenin çok belirleyici olduğu söylenebilir. Fakat buna ek olarak günümüz şartları bu kavgayı daha farklı boyutlara taşımaktadır. Öncelikle dünkü Erdoğan, belediye başkanı olduğu dönemde bile, muhalefette olan ve buna mahkum bir siyasetçi olarak görülüyor ve siyasi görüşleri, yaşam tarzı gibi gerekçelerle medyanın ve gazetecilerin büyük bölümü tarafından ötekileştiriliyordu. Yaklaşık yedi yıldır ülkeyi kelimenin gerçek anlamıyla tek başına yöneten Erdoğan’a eski tür muamelelerin yapılması kuşkusuz mümkün değil. Hatta bu sefer Erdoğan’ın, medyanın ve gazetecilerin bir bölümünü küçümsediğini, dışladığını, ötekileştirdiğini söyleyebiliriz.Bugünkü kavganın en ciddi nedenlerinden biri, kendine yakın bir medya oluşturmak için hayli gayret sarf etmiş ve bunda epey mesafe de katetmiş olan Erdoğan’ın, bütün yatrımlarına rağmen arzuladığı medya ortamını gerçekleştirememiş olmasıdır. Yazılı ve görsel madyanın, hatta internet medyasının hatırı sayılır bir bölümünün desteğine rağmen Başbakan medyadan rahatsızlık duyuyorsa, destekçilerin muhalifler kadar etkili olamaması tartışmasız belirleyici bir faktördür. Ama Erdoğan’ın (veya bir başka siyasi liderin) bunu aşma ihtimalleri yok. Çünkü basın doğası gereği siyasi iktidarları eleştirir. Eleştirmediği takdirde de etkisini kaybeder, toplum da kendine başka haber ve yorum mecraları arar ve bulur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra insanların cuntaya karşı kurmuş oldukları enformasyon ağları buna bir örnektir. Dün cuntacıların yapamadığını günümüzde herhangi bir hükümetin yapması imkansızdır. Başbakan Erdoğan dün, Cuma günkü çıkışından geri adım atmış gibi yaptı. Ancak köşe yazarları ve bazı sunucuları patronlarına (ve de halka) şikayet etmeyi sürdürdü.Görüldüğü kadarıyla bu seferki kavgasının Erdoğan’ın artı hanesine yazacağını söyleyemeyiz. Zira dün “medya mağduru” ydu, bugünse medya çalışanlarının mağduriyetine kapı aralayabilecek çıkışlar yapıyor.
Bir süre önce bir prensip kararı aldım: Konusu ve hedefi ne olursa olsun hiçbir imza kampanyasına imza vermiyorum. Ama bu, hiçbir konuda hiçbir görüşüm ve tavrım olmadığı anlamına gelmiyor. Gazete yazılarımda ve televizyon programlarında okuyucu ve izleyiciye seslenmek bana yetiyor. Örneğin imza vermedim ancak Bugün Gazetesi yazarı Gülay Göktürk’ün, Başbakan Erdoğan’ın köşe yazarlarıyla ilgili son ürkütücü ve üzücü çıkışını protesto çağrısını tabii ki destekliyorum. Benzer bir şekilde Ayrımcılığa Karşı Kadın Dayanışma Derneği (AK-DER) tarafından başörtüsü yasağının kaldırılması için başlatılan kampanyaya da imzamla katılmıyorum ancak daha yıllar önce uygulamaya konduğu ilk andan itibaren karşı çıktığım üniversitelerdeki başörtüsü yasağının mutlaka ve bir an önce kaldırılması gerektiğine kesinlikle inanıyorum. (“Başörtüsü” yerine isteyen “türban” da diyebilir. Bu kavramlardan illa şu ya da bunun kullanılmasını dayatmak gereksiz.)Esas tartışma konularıBu yasak konusunda yıllarca çok yazıp söz söyledim. Hatta, hatırlayanlar vardır, 2002 Genel seçimlerinde İsmail Cem’in liderliğindeki Yeni Türkiye Partisi’nden İstanbul 3. bölge milletvekili adayı olduğumda, seçim propagandası sırasında, birçok partidaşımı rahatsız edecek ölçüde, bu konuyu gündeme getirdim.Üniversitelerdeki yasağı destekleyenlerle çok tartıştık, yine tartışırız, ancak belki de daha önemli bir tartışmanın yasağa karşı çıkanlar arasında yürütülmesi gerekiyor. Örneğin bu yasağın kaldırılmasının öncelikli olup olmadığı sorusu önümüzde duruyor. Kimileri yasağı bir insan hakları sorunu olarak görmekle birlikte pekala bekleyebileceği kanısında. Katılmıyorum. Zaten gereksiz bir şekilde yıllarca süren bu sorunun çözümünü ne kadar geciktirirsek onun mağdurlarına ve dolayısıyla Türkiye’ye o kadar çok haksızlık etmiş oluruz.Bazıları da, bunun son derece ciddi ve yakıcı bir sorun olmasından hareketle çözümü zamana yayma düşüncesinde. İlk bakışta anlaşılır bir yaklaşım, gerçekten toplumun mümkün olduğunca en geniş kesiminin belli bir mutabakata varabilmesi için titiz ve sabırlı bir şekilde bu sorunun çözümü üzerinde çalışılabilir, çalışılmalı. Fakat “zamana yayma” diyenlerin aslında “zaman kollama” derdinde oldukları, AKP’nin son başarısız Anayasa değişikliği denemesinde görüldü. AKP’liler MHP’nin (ve ardından DTP’nin) destek verecek olmasının aranan “toplumsal mutabakat”ı karşıladığı yanılsamasıyla hareket ettiler ve yanıldıkları çok kötü bir şekilde ortaya çıktı. Halbuki “uygun zaman kollama” yerine geçen onca sürede toplumun başörtüsüne mesafeli bakan kesimlerini ikna etmek için çaba gösterseler veya bu yöndeki çabaları destekleselerdi durum çok daha farklı olabilirdi.Sorun üniversiteyle sınırlı değilBir diğer hayati tartışma üniversitelerdeki yasağın kalkmasından sonra ne olacağı, olabileceği ekseninde yürütülmeli. Bugün birçok kişi yasağı savunurken, “Üniversitelerde kalkarsa ilkokul, hatta anaokullarına kadar iner” gibi bir gerekçeyi ön plana çıkarıyorlar. Kimse “Olur mu canım!” diye bu kaygıları geçersiz kılamaz. Eğer toplumun bir bölümünün bu tür endişeleri varsa, çözüm için bunların mutlaka giderilmesi şarttır. Benzer bir tartışma devlet memurlarının kıyafetleriyle ilgili de yapılmak durumundadır.Eğer Türkiye demokratik bir ülkeyse ve demokrasisini daha da güçlendirmek istiyorsa bu tartışmalardan asla korkmaması gerekir. Ve başörtüsü yasağı söz konusu olduğu için esas ve en çok kadınların konuşması ve tartışması gerekir.
Yakın siyasi tarihimizin en hayati dönemeçlerinden biri hiç kuşkusuz 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısıyla yaşanmıştır. Fakat aradan 13 yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye’nin bu post-modern darbeyle tam anlamıyla yüzleşebildiği ve bundan ileriye yönelik dersler çıkarabildiği söylenemez. 28 Şubat’a kapıyı, Refah Partisi’ni (RP) koalisyonla da olsa iktidara taşıyan 24 Aralık 1995 genel seçimlerinin araladığı açıktır, fakat 27 Mart 1994 yerel seçimlerinin ondan çok daha önemli bir dönüm noktası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İstanbul (Recep Tayyip Erdoğan) ve Ankara (Melih Gökçek) başta olmak üzere birçok büyük şehir, il ve ilçe belediye başkanlıklarının RP tarafından kazanılması toplumun bir bölümünde büyük bir paniğe yol açmış ve internetin henüz varolmadığı o dönemde fakslar üzerinden çok sayıda “laikliği koruma” amaçlı grup ve inisiyatif ortaya çıkmıştı.Pascal teoremiBunlardan, esas olarak Ankara’da etkili olan “Laikliğe Çağrı Grubu” tarafından İslami hareketi anlatmam için bir toplantıya davet edilmiştim. Genellikle üniversite çevrelerinden oluşan kalabalık bir topluluğa Türkiye’deki İslamcı grup ve cemaatleri anlattıktan sonra, sözlerimi bu hareketlerin özünde “sistem içi” olduklarını, dolayısıyla “şeriat düzeni tehlikesi” bulunmadığını söyleyerek noktaladım.Akabinde toplantıyı yöneten, şimdi adını unuttuğum bir erkek profesör, kendilerini İslami hareket hakkında bilgilendirdiğim için bana teşekkür ettikten sonra yorumlarıma kesinlikle katılmadığını ifade etti. Ben de kendisine “ben İslamcılığı biliyorum ama yanlış yorumluyorum, sizse bilmiyorsunuz ama doğru yorumluyorsunuz. Bu nasıl olabiliyor?” diye sordum.Bunun üzerine aynı kişi, ünlü Fransız düşünürü Pascal’in Tanrı felsefesini Türkiye’ye ve şeriat tartışmalarına uyarladı. “Tanrı var mı?” sorusuna Pascal “Evet var” der ve şöyle devam edermiş: “Eğer Tanrı yoksa ona inananlar hiçbir şey kaybetmez, ama eğer varsa ona inanmayanlar çok şey kaybeder!” Kendisine verdiğim cevabı mealen şöyle toparlayabilirim: “Yanılıyorsunuz, olmayan bir tehlikeyi var göstererek gereksiz paranoylara yol açar, insanların enerjilerini yanlış yerlere sevk etmelerine neden olursunuz.” İtiraf etmem gerekir ki şeriat tartışmasına Pascal’i katmak yanlış ama yaratıcı bir fikirdi ve ilk başta ne cevap vereceğimi bilememiştim. Fakat söz konusu profesörün temel kavramının “tehlike” olması işimi hayli kolaylaştırmıştı. Çünkü gazeteciliğe başladığım 1985 yılından beri ağırlıkla İslami hareket üzerine çalışıyordum ve o ana kadar farklı mesleklerden (gazeteci, diplomat, akademisyen...) yüzlerce yerli ve yabancı meraklı bana İslamcılığı sormuş ve sözü bir şekilde muhakkak “şeriat tehlikesi”ne getirmişlerdi. Kayıtlara da defalarca geçtiği gibi bu soruların tamamını “şu tehlike sözcüğü çok tehlikeli” diye cevaplamaya başlamıştım.Tehlike sözcüğü tehlikeli çünkü yaşanan bir toplumsal dönüşümü anlamamızda hiçbir şekilde işimize yaramıyor, tam tersine anlamamızı zorlaştırıyor. Öte yandan “tehlike” kavramının, söz konusu toplumsal dönüşümden rahatsız olan, bunun kendi geleneksel iktidarlarını tehdit ettiğini düşünen odaklar tarafından sürekli olarak pompalandığını aklımızdan çıkartmamamız gerekir.Ne yazık ki çok kişi, 28 Şubat sürecinde “muhayyel despotlar”a (yani iktidarı tam olarak almaları durumunda demokrasiyi rafa kaldıracağı iddia edilen İslamcılara) karşı “tescilli despotlar”ı (yani 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de demokratik süreçleri kesintiye uğratan askerleri) destekledi. Hidayete erenlerBu kişiler dün İslami hareketliliği tepeden tırnağa bir “tehlike” olarak görüyor, onu anlamaya ve anlatmaya çalışanları da sırf böyle bir “tehlike” görmedikleri için “gizli şeriatçı” veya en basitinden “şeriatçıların ekmeğine yağ süren saflar” olarak damgalıyorlardı. Bunların bir bölümünün AKP’nin iktidara gelmesinden sonra bilinçlenip “her şart altında demokrasiyi savunma” noktasına geldiklerini biliyoruz. Bana yıllarca “ne zaman hidayete ereceksin?” diye soranların bu dönüşümüne siz olsanız ne ad verirdiniz?Neyse, söz konusu kişilere şöyle seslenmek isterim: Gelmiş olduğunuz nokta, hem kendiniz, hem Türkiye için sevindiricidir. Fakat dün “şeriat” ile ürküttüğünüz kamuoyunu yeni tehlikeler icat ederek tedirgin etmeyin. Lütfen.***Uzun bir süre oda komşuluğu yaptığım sevgili Ahmet Vardar abiye Allah’tan rahmet, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dilerim.
Son Çankaya zirvesindeki açıklamanın iki kilit cümlesi var: 1) Gündemdeki meselelerin anayasal düzen ve kanunlarımız çerçevesinde çözüme kavuşturulacağından vatandaşlarımızın emin olmaları;2) Bu süreçte kurumlarımızın yıpranmaması için herkesin sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerektiği...Bu iki cümle de temenni bildiriminden öteye gitmiyor. Çünkü devlet içinde yaşanan kriz ve kamplaşma birebir olmasa da, topluma da ciddi bir biçimde sirayet etmiş durumda. Bu yüzden mevcut sorunların anayasal düzen ve kanunlar çerçevesinde çözüleceğine toplumun bir bölümü inansa bile diğeri tam tersini düşünüyor. Kurumların yıpranması meselesine gelecek olursak; saatler süren farklı zirvelerden sonra ya hiçbir şey söylenmemesi ya da alabildiğine kısa açıklamalarla yetinilmesi, devletin kurumları arasında ciddi bir çatışma olduğu duygusunu iyice kuvvetlendiriyor. Bu soruna toplumsal temelde baktığımızda yine farklı tutumlar görüyoruz: Bir yanda çatışan kurumlardan birine iyice angaje olmuş ve bu çatışmayı sivil alana da taşımak isteyen toplumsal kesimler, diğer yanda bu çatışmadan rahatsız olup bir an önce bitmesini dileyen ama bunun nasıl olabileceğini bilmeyenler.Geçmişe bakışSon günlerin en gözde sorusu hiç kuşkusuz “Neler oluyor?” Aslında olan çok açık ve net: AKP’nin iktidara geldiği 2002 Kasım ayından sonra onu devirmek için TSK bünyesinde farklı farklı darbe planları yapıldığı iddia ediliyor ve bu planlara dahil oldukları öne sürülen, kimisi hâl’a görev yapan, çoğuysa emekli üst rütbeli çok sayıda subay gözaltına alınıyor, bazıları da tutuklanıyor. Görüldüğü gibi tartışmaların temelinde “geçmişle hesaplaşma” var. Kimileri geçmişin geçmişte kaldığını, bu iddialar doğru olsa bile planların şu ya da bu nedenle zaten hayata geçmediğini, dolayısıyla TSK’nın üzerine bu derece gitmenin haksız ve yanlış bir tutum olduğunda ısrarcı.Buna karşılık, hayata geçirilemese bile darbe planları yapmanın suç olduğunu, iddiaların sonuna kadar gidilmesi gerektiğini, bu soruşturmaların, benzer hevesleri olanlara ciddi bir ders olacağını ve demokrasinin bu sayede güçlenip gelişeceğini savunuyorlar.Hedef belirsizliğiGerçekten hayata geçirememiş olsalar da, eğer birileri askeri darbe planları yapmış ve TSK’nın (dolayısıyla hepimizin) imkanlarını bunun için seferber etmişlerse, adli makamlar, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin bunların takipçisi olmalıdır. Anayasa ve yasalar değişmediği sürece bunu yapmamaları suç teşkil eder.Dolayısıyla, dünkü zirveden çıkan “herkesi sorumluluk bilinciyle hareket etme” çağrısından, adli makamların Balyoz operasyonuna son vermesi çağrısı veya benzeri anlamlar çıkarmaya çalışmak yanlış olacaktır. Fakat eğer Türkiye, geçmişte demokrasiye karşı işlenmiş suçlara karşı ne yapılacağı konusunda genel bir tartışma başlatır ve buna bağlı olarak yeni bir konsensüs oluşursa (ve buna bağlı olarak yeni yasal ve anayasal düzenlemeler yapılırsa) işin rengi değişebilir. Ama devletin farklı kurumları ve toplumun farklı kesimleri, kendi aralarında hiçbir şeyi doğru dürüst konuşmayıp, konuşamayıp bütün yükü adli makanların sırtına yükleyemezler; bu çok büyük bir haksızlık olur.Son bir nokta: Türkiye ne zamandır “dün” ü konuşuyor; “yarın” a pek bakamıyor ve bu yüzden “bugün” bir kâbus gibi yaşanıyor. Bu nedenle yeni bir toplumsal mutabakat oluşabilmesi için, “dün” e nasıl bakılması gerektiği kadar, hatta ondan daha fazla, “yarın” konusunda bazı ortak noktalar, hedefler bulmak, geliştirmek gerekiyor. Bir zamanlar AB üyeliği belli bir motivasyon sağlayabiliyordu, ne zamandır gündemden düştü. Yakın zamandaysa “demokratik açılım” toplumun bazı kesimlerinde belli bir heyecan yaratmıştı, o da söneli çok oldu. Bunların yerini alabilecek herhangi bir hedef de ufukta gözükmüyor.
Cumartesi günü “Erken seçim çağrılarının anlamı var mı?” diye sormuş ve bu soruyu “evet anlamı var” diye cevaplamıştım. Türkiye’nin adım adım erken seçime yaklaştığını zaten öteden beri düşünmekteydim, Erzincan-Erzurum arasında yaşanan yargı kriziyle kafamın daha da netleştiğini söyleyebilirim. Pazartesi günü yapılan Balyoz operasyonlarıyla erken seçimin zemininin de inşa edilmeye başlandığına inanıyorum.Balyoz soruşturmasını yürüten adli makamları siyasi davranmakla, operasyonları bazı siyasi şartlara göre düzenlemekle itham etmiyorum. Tabii bu arada savcıların bağımsız olmadıkları, siyasi iktidarla uyum ve koordinasyonla Ergenekon soruşturmalarını yürüttüklerine inanan hatırı sayılır bir kesim mevcut. Bu iddiaların doğru olup olmadığı zamanla anlaşılacak, ancak şu hususun altını çizmeliyiz: Bu tür siyasi yönü güçlü operasyonlar (tıpkı daha önceki Ergenekon operasyonları gibi) yapıldığı andan itibaren, onu yürütenlerin denetiminden çıkar ve kendi bağımsız serüvenlerini yaşarlar. İlk şokun ardından yürütenlerin ne yapmak istediğinden çok, kamuoyunun (daha doğrusu farklı kamuoylarının) bu operasyonları nasıl algıladığı daha fazla önem kazanır.27 Nisan benzerliğiBalyoz operasyonunun erken seçime zemin oluşturmakta olduğu fikrine varmamın ana nedeni, bu yeni durumun bana 27 Nisan sürecini hatırlatmasıdır. Kuşkusuz Genelkurmay 2. Başkanı kimliğiyle 27 Nisan’da kilit bir rol oynamış olan Ergin Saygun’un gözaltına alınanlar arasında olması bu hatırlatmada birinci derecede etkili oldu. Fakat esas belirleyici olan, herkesin büyük bir merakla “acaba Genelkurmay ne diyecek?” şeklinde bir bekleyişe geçmesiydi. Org. İlker Başbuğ’un, selefi Org. Yaşar Büyükanıt gibi internet üzerinden veya başka bir şekilde bu operasyona cevap verip vermeyeceği belirsizdi, bu satırlar yazılırken de bu belirsizlik sürüyordu. Fakat kesin olan bir şey vardı: Eğer Genelkurmay 27 Nisanvari bir muhtıra vermek yoluna giderse hükümet buna üç sene öncesinden daha sert bir cevap verecekti. Buna bağlı olarak da iktidar partisinin ülkeyi hızla bir genel seçime sürüklemesine tanık olabilecektik.Bu senaryonun çok kolay taraftar bulmasında kamuoyunun geniş bir bölümüne hakim olan şu değerlendirme belirleyici oluyor: AKP 27 Nisan’ı çok iyi kullandı, “mağdur”u oynayarak oylarını yüzde 47’ye çıkardı. İlk başta doğru görünen bu analiz, yanlış demesek de “eksik” kalıyor. Çünkü “mağduriyet” tek başına çaresizlik ve güçsüzlüğü de çağrıştırıyor. Halbuki 22 Temmuz seçimi öncesi 20’ye yakın AKP mitingini izlemiş bir gazeteci olarak Erdoğan’ı hiç de çaresiz ve güçsüz bir siyasi lider olarak görmedim. Hatta tam tersini söyleyebiliriz: Askerin müdahalesiyle “kardeşi” Abdullah Gül’ü Çankaya’ya yollayamamış, dolayısıyla “mağdur”; ancak aynı askere boyun eğmemiş, hatta kafa tutumuş, dolayısıyla güçlü, kendinen emin ve buradan hareketle “mağrur” bir siyasetçi profili çizdi ve oy patlaması yaşadı.FP-AKP farkıDaha açıklayıcı olmak için 1999 seçimlerine Recai Kutan liderliğinde giren Fazilet Partisi örneğini ele alabiliriz. Bazıları 28 Şubat sürecinin hemen ardından gidilen bu seçimlerde, FP’nin, RP’nin kapatılması, Erbakan ve bazı arkadaşlarına siyasi yasak getirilmesi ve dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın bir şiir yüzünden hapse atılması nedeniyle “mağduriyet” temelli bir propaganda yapıp oylarını artıracağını düşünmüştü. Gerçekten FP mağduriyetleri öne çıkarttı fakat oyları artmak yerine azaldı. Çünkü seçmenin bir bölümü FP’lilere sıcaklık duysalar, onlar için üzülseler de 28 Şubat’ta seslerini hiç çıkartmamış olmalarını güçsüzlüklerinin kanıtı olarak görüp örneğin MHP’ye yöneldiler. Başa dönecek olursak, yeni bir kapatma davası ihtimali ve Balyoz operasyonu AKP’ye yeniden hem “mağdur”, hem “mağrur” olma imkanı tanıma potansiyeli içeriyor. Eğer Erdoğan “ey halkım, milli irade üzerine ipotek koymak istiyorlar” diyebileceği bir anı (fırsatı) yakalarsa, işte o zaman erken seçimin startını da vermesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Evet başlıktaki soruyu açarak soralım: Muhalefet liderlerinin peş peşe ve ısrarla dile getirdikleri erken seçim çağrılarının bir anlamı var mı? AKP Lideri Erdoğan kesin bir dille genel seçimlerin zamanında yapılacağını tekrarladığı düşünülürse, kuşkusuz bu çağrılar anlamsız gelecektir. Çünkü muhalefet partileri biraraya gelseler bile ülkeyi erken seçime sürükleyecek bir çoğunluğa ulaşmaları mümkün değil. Diğer bir deyişle, iktidar partisi onay vermediği müddetçe erken seçimin hayal olduğu bir gerçek. Fakat şu da var: AKP’nin bugün erken seçim istememesi hiç istemeyeceği anlamına gelmez. Belki bundan daha önemli bir başka noktaysa, AKP, belli bir aşamadan sonra, hiç istemese bile erken seçim kararı almak zorunda kalabilir.Bu aşamaya gelip gelmediğimizi tartışmadan önce hızla daha önceki deneylere bakalım: Türkiye 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ilk genel seçimleri 6 Kasım 1983 tarihinde gerçekleştirdi ve ondan sonraki hiçbir milletvekili seçimi tarihinde yapılmadı. Bazen tek parti (ANAP 1987 ve 1991; AKP 2007), bazen koalisyon (DYP-CHP 1995; DSP-ANAP-MHP 2002), bazen azınlık (DSP 1999) hükümetleri, kimi zaman rakiplerini bastırmak, kimi zaman da çaresizlikten erken seçim kararı aldılar. Çaresizlik konusunu biraz daha açmak lazım: Bugün “AKP kaybedeceğini görürse seçimleri olabildiğince geciktirir” diyenler çok. İlk bakışta mantık doğru gözüküyor ancak unutmayalım, 1991 erken seçimleri buna karar veren ANAP için sonun başlangıcı olmuştu; 2002 seçimlerindeyse koalisyon ortaklarından tümü barajın altında kalmıştı. Sorunlar erteleniyorPeki şu an içinden geçtiğimiz krizin AKP’yi erken seçim kararı alma noktasına getirdiği aşamaya denk geldiği söylenebilir mi? Tam emin değilim, henüz o aşamaya geldiğimizi sanmıyorum. Fakat ülke olarak doludizgin bu noktaya doğru koştuğumuz da ortada. Diğer bir deyişle, eğer bu kriz öngürülere uygun bir şekilde derinleşirse ülkenin seçime gitmekten başka çaresi kalmayacaktır.Aslında sadece şu an yaşadığımız yargı krizinin bir erken seçim gerekçesi/vesilesi olduğu söylenemez. AKP 2007 seçimlerinde elde etmiş olduğu alabildiğine geniş krediyi, genellikle vahim hesap hataları yüzünden erken tüketmişe benziyor. AB heyecanı çoktan yok olup gitmiş durumda. Toplum içindeki kamplaşmalar giderek daha da artıyor. Cumhurbaşkanı Gül’ün de dile getirdiği gibi yeni bir anayasa yapma fırsatını kaybetmiş, güçlü ve etkili yasalar çıkaramayan; çıkardıkları da Anayasa Mahkemesi’nden dönen bir meclisimiz var. Bütün bunlar göz önüne alındığında “demokratik açılım” adı altında Kürt sorununa kalıcı çözüm sürecinin başlatılması tartışmasız çok isabetli bir stratejiydi. Fakat daha yolun başında, Habur krizini iyi yönetemeyen hükümet açılımın pek bir faydasını görmediği gibi, başta MHP ve BDP olmak üzere milliyetçi partilerin ellerini güçlendirmiş oldu. Sonuçta Kürt açılımı da, tıpkı yeni anayasa gibi, bir başka bahara, yani genel seçimlerin sonrasına ertelenmiş oldu.Seçim neyi çözer?Toparlayacak olursak, son anayasa değişikliğiyle süre 5’den 4 yıla inmiş olduğu için zaten normalden bir yıl önce, yani Temmuz 2011’de yapılması söz konusu olan genel seçimlerin, ondan da önce yapılma ihtimalinin güçlü olduğunu, devlet içindeki kriz tırmandıkça bu ihtimalin daha da öne çıkacağını, hatta 2010 bitmeden sandığın gündeme gelebileceğini düşünüyorum. Ne var ki ülke ve toplum olarak bir süredir yaşadıklarımıza bakınca, varolan krizlerin bir seçimle çözümünün de pek kolay olmayacağını ileri sürebiliriz. Çünkü Türkiye’de sadece “yasama-yargı-yürütme” arasındaki ilişkiler çatırdamıyor, zaten epey sorunlu olan farklılıklar içinde birarada yaşama duygusu büyük ölçüde yara alıyor. Yine de 1983’ten bu yana yapılan genel seçimlerin neredeyse tümünün sürprizler içerdiğini, bunların ardından bir-iki yıl ülkenin nispeten sakin ve istikrarlı bir dönem yaşamış olduğunu göz önüne alıp ümitlenmenin bir zararı olmaz.
Türkiye ne zamandır çok ciddi ve sert bir iktidar mücadelesine tanık oluyor. Hatta bunun “mücadele” olmaktan çıkıp bir “savaş” halini aldığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat taraflardan hiçbiri yaşananların bir mücadele, çatışma ve tabii ki savaş olarak tanımlanmasından asla memnun değil: Bir taraf “demokrasiyi inşa etmek” ; karşı taraf “cumhuriyeti korumak” iddiasında. Bu iddialarda belli haklılık payları olabilir fakat esas olup biteni şöyle tasvir edebiliriz: Türkiye her bakımdan çok büyük bir dönüşüm yaşıyor ve geleneksel iktidar ilişkileri buna bağlı olarak altüst oluyor. Sancıların kaynağında, eski iktidar sahiplerinin etki ve mevkilerini korumak için direnmeleri; buna karşılık yeni güç sahiplerininse iktidarı bunu eskilerle paylaşmaya yanaşmamalrı yatıyor. Bizi kategorize etmeyinHer iki taraftakiler de bu “yüce” davalarına gölge düşürebilecek her türlü yorum ve değerlendirmeye şiddetle karşı çıkıyor, bunları yapanları son günlerin gözde terimleriyle “cuntacı” veya “yandaş” olarak kategorize ediyor, kısacası “düşman” olarak görüyorlar. Dolayısıyla her iki tarafın da George W. Bush’un dünyayı iyice felakete sürükleyen o meşhur “ya bizdensin ya onlardan” dayatmasına başvurduğunu, arada kimsenin kalmasına tahammül edemediğini söyleyebiliriz. Zira bu savaşın sonucunu kendilerinin değil bunu seyredenlerin, daha doğrusu onların tercihlerinin belirleyeceğinin bilincindeler. Fakat çok aceleleri var çünkü bu savaşın uzaması halinde kimsenin kazanamayacak olmasından, hatta geriye kazanılacak bir iktidar kalmamasından ürküyorlar. Toplumun kararını bir an önce vermesinin yegane yolununsa “seyirci” konumundan sıyrılıp bu savaşa girmesi olduğuna inanıyorlar. Bu yüzden her iki taraf da en çok, “bu aslında sizin savaşınız değil” diye seslenip toplumu “aktif ve bilinçli bir tarafsızlık”a davet edenlere kızıyor, hatta onlardan nefret ediyorlar.Her ikisi de ihlalÖnümüzde çok büyük ve sürekli değişmekte olan bir resim var ve her iki taraf da bize bunun sadece işlerine gelen bölümlerini gösterip diğerlerini gizlemeye çalışıyor. Son Erzincan-Erzurum geriliminden kronolojik bir örnek verelim:* Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, tutuklanmadan önceki süreçte yürüttüğü İsmail Ağa Cemaati soruşturması nedeniyle başta dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek olmak üzere hükümetten defalarca baskı gördüğünü dile getirdi. Yargı bağımsızlığına yönelik bu saldırı iddialarına karşı hükümet tatmin edici açıklamalar yapmadı, yapamadı. Zaten Cihaner’in şikayeti medyanın küçük bir bölümünde yer bulabilmişti.* Daha sonra Erzurum Özel Yetkili Savcısı Osman Şanal, Cihaner’i gözaltına aldı. Daha bunun şokunu atlatamadan Şanal’ın yetkileri HSYK tarafından elinden alındı. Bu da yargı bağımsızlığına aykırı bir durumdu, fakat bu sefer roller değişmişti. Dün hükümetin müdahalesine sessiz kalanlar HSYK’ya karşı kaplan kesildiler; dün hükümete köpürenlerse HSYK’nın ardında durdular.Toplumun çaresizliğiBu örnek bize tek başına, esas kavganın “yargı bağımsızlığı”, “hukuk devleti”, “cumhuriyet” ya da “demokrasi” için olmadığını gösteriyor. Tarafların herbiri kendine demokrat, kendine cumhuriyetçi, kendisine yakın gördüğü savcı ve yargıcı sevip uzak gördüğünden nefret ediyor. Peki bu kısır döngü kırılabilir mi? Kırılırsa nasıl kırılır? Açıkçası ümitli olmak pek mümkün değil. Yürütme yargı ile kavgalı; yargı ayrıca kendi içinde kavgalı; yasamanın, yani iktidarla muhalefet partilerinin durumu da malum. Bu arada TSK faktörünü de akılda tutmak şart.Taraflardan biri pes etmedikçe veya savaşan taraflar aralarında belli bir mutabakata varmadıkça toplumun yalnızlık ve çaresizliği aratarak süreceğe benziyor.