Yeni bir “27 Nisan süreci” yaşar mıyız?

Haberin Devamı

Cumartesi günü “Erken seçim çağrılarının anlamı var mı?” diye sormuş ve bu soruyu “evet anlamı var” diye cevaplamıştım. Türkiye’nin adım adım erken seçime yaklaştığını zaten öteden beri düşünmekteydim, Erzincan-Erzurum arasında yaşanan yargı kriziyle kafamın daha da netleştiğini söyleyebilirim. Pazartesi günü yapılan Balyoz operasyonlarıyla erken seçimin zemininin de inşa edilmeye başlandığına inanıyorum.

Balyoz soruşturmasını yürüten adli makamları siyasi davranmakla, operasyonları bazı siyasi şartlara göre düzenlemekle itham etmiyorum. Tabii bu arada savcıların bağımsız olmadıkları, siyasi iktidarla uyum ve koordinasyonla Ergenekon soruşturmalarını yürüttüklerine inanan hatırı sayılır bir kesim mevcut. Bu iddiaların doğru olup olmadığı zamanla anlaşılacak, ancak şu hususun altını çizmeliyiz: Bu tür siyasi yönü güçlü operasyonlar (tıpkı daha önceki Ergenekon operasyonları gibi) yapıldığı andan itibaren, onu yürütenlerin denetiminden çıkar ve kendi bağımsız serüvenlerini yaşarlar. İlk şokun ardından yürütenlerin ne yapmak istediğinden çok, kamuoyunun (daha doğrusu farklı kamuoylarının) bu operasyonları nasıl algıladığı daha fazla önem kazanır.

27 Nisan benzerliği

Balyoz operasyonunun erken seçime zemin oluşturmakta olduğu fikrine varmamın ana nedeni, bu yeni durumun bana 27 Nisan sürecini hatırlatmasıdır. Kuşkusuz Genelkurmay 2. Başkanı kimliğiyle 27 Nisan’da kilit bir rol oynamış olan Ergin Saygun’un gözaltına alınanlar arasında olması bu hatırlatmada birinci derecede etkili oldu. Fakat esas belirleyici olan, herkesin büyük bir merakla “acaba Genelkurmay ne diyecek?” şeklinde bir bekleyişe geçmesiydi. Org. İlker Başbuğ’un, selefi Org. Yaşar Büyükanıt gibi internet üzerinden veya başka bir şekilde bu operasyona cevap verip vermeyeceği belirsizdi, bu satırlar yazılırken de bu belirsizlik sürüyordu. Fakat kesin olan bir şey vardı: Eğer Genelkurmay 27 Nisanvari bir muhtıra vermek yoluna giderse hükümet buna üç sene öncesinden daha sert bir cevap verecekti. Buna bağlı olarak da iktidar partisinin ülkeyi hızla bir genel seçime sürüklemesine tanık olabilecektik.

Bu senaryonun çok kolay taraftar bulmasında kamuoyunun geniş bir bölümüne hakim olan şu değerlendirme belirleyici oluyor: AKP 27 Nisan’ı çok iyi kullandı, “mağdur”u oynayarak oylarını yüzde 47’ye çıkardı.

İlk başta doğru görünen bu analiz, yanlış demesek de “eksik” kalıyor. Çünkü “mağduriyet” tek başına çaresizlik ve güçsüzlüğü de çağrıştırıyor. Halbuki 22 Temmuz seçimi öncesi 20’ye yakın AKP mitingini izlemiş bir gazeteci olarak Erdoğan’ı hiç de çaresiz ve güçsüz bir siyasi lider olarak görmedim. Hatta tam tersini söyleyebiliriz: Askerin müdahalesiyle “kardeşi” Abdullah Gül’ü Çankaya’ya yollayamamış, dolayısıyla “mağdur”; ancak aynı askere boyun eğmemiş, hatta kafa tutumuş, dolayısıyla güçlü, kendinen emin ve buradan hareketle “mağrur” bir siyasetçi profili çizdi ve oy patlaması yaşadı.

FP-AKP farkı

Daha açıklayıcı olmak için 1999 seçimlerine Recai Kutan liderliğinde giren Fazilet Partisi örneğini ele alabiliriz. Bazıları 28 Şubat sürecinin hemen ardından gidilen bu seçimlerde, FP’nin, RP’nin kapatılması, Erbakan ve bazı arkadaşlarına siyasi yasak getirilmesi ve dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın bir şiir yüzünden hapse atılması nedeniyle “mağduriyet” temelli bir propaganda yapıp oylarını artıracağını düşünmüştü. Gerçekten FP mağduriyetleri öne çıkarttı fakat oyları artmak yerine azaldı. Çünkü seçmenin bir bölümü FP’lilere sıcaklık duysalar, onlar için üzülseler de 28 Şubat’ta seslerini hiç çıkartmamış olmalarını güçsüzlüklerinin kanıtı olarak görüp örneğin MHP’ye yöneldiler. Başa dönecek olursak, yeni bir kapatma davası ihtimali ve Balyoz operasyonu AKP’ye yeniden hem “mağdur”, hem “mağrur” olma imkanı tanıma potansiyeli içeriyor. Eğer Erdoğan “ey halkım, milli irade üzerine ipotek koymak istiyorlar” diyebileceği bir anı (fırsatı) yakalarsa, işte o zaman erken seçimin startını da vermesi şaşırtıcı olmayacaktır.

DİĞER YENİ YAZILAR