SOL VE İSLAM/51980’lerin ortalarından itibaren Refah Partisi (RP) mensupları kendilerinden olmayan kesimlere yönelik çok ciddi açılımlar yapmış, örneğin seçim kampanyalarını diskotek, meyhane ve hatta genelevlere kadar taşımışlardı. Fakat örneğin gittikleri bir meyhanede oy istedikleri vatandaşlar kendilerine “Sizin iktidarınızda da içki içebilecek miyiz?” diye sorduklarında, “Biz iktidara geldikten sonra içki içme nedenleriniz ortadan kalkacak” gibi cevaplar veriyorlardı. (Tabii zamanla, örneğin AKP ile bu çizginin çok ilerisine geçmiş oldukları ortada).Solun dindarlara bakışını da bir zamanların meyhanede propaganda yapan RP’lilerine benzetebiliriz. Aslına bakılacak olursa merkez ya da sosyalist sol grup veya partilerin, dindarların topluca bulunduğu mekanlara gitmeleri ender bir durumdur. Diyelim ki gittiler veya dindar olduğunu bildikleri kitlelere solu, sosyalizmi anlatıyorlar; din ve vicdan özgürlüğünün açık, net ve tartışmasız bir şekilde dile getirilmesiyle pek karşılaşılmaz, bunun yerine “sömürü düzeni”ne son verilince dinin etkisinin de otomatik olarak azalacağı söylenir ya da ima edilir.Afyon afyonuKarl Marx’ın “din halkların afyonudur” sözcüğüne cankurtaran simidi gibi sarılan ve buna hep olumsuz anlamlar yükleyen Türkiyeli solcularımız yıllar boyu İslam dinini, özellikle de onun Sünni yorumlarını, kapitalist sitemin (hatta emperyalist güçlerin) bir payandası olarak gördüler. Halbuki dünyanın dört bir tarafında İslam dinine bağlı olup sola yakın duran ve buradan hareketle de İslam’daki “sosyal adalet” kavramını önceleyen çok sayıda düşünür ve onların görüşleri etrafında bir araya gelen gruplar ortaya çıkmıştır. Aslında ülkemizde de bu tür arayışlar öteden beri mevcuttu, fakat sosyalist solun sahibi görünümündeki kişi ve çevrelerin kaba materyalizmi, din düşmanlığına varan ateizmi nedeniyle solla buluşmaları mümkün olamadı.Solun zayıflamasının en azından bu buluşmaları mümkün kılmak gibi bir faydası olduğu söylenebilir. Özellikle son yıllarda İslami hareket içinde sivrilen çok sayıda aydın kendilerini “solcu” olarak tanımlamaya başladılar. Bunda solun zayıflaması ve dindarları aforoz etme gücünün kalmaması kadar, İslami hareketin özellikle AKP ile birlikte iktidara gelmesi ve dindar kitlelerdeki “sosyal adalet” beklentisinin gerçekleşmemesi, gerçekleşeceğe de benzememesi etkili olmuştur.“Müslüman solcu” tanımını en fazla hak edenlerden Prof. Mehmet Bekaroğlu’nun SP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayıyken yaptığı kampanyayı hatırlayın. Onun “jeeplerdeki başörtülüler” eleştirisi İslami camiada tam anlamıyla kıyamet koparmıştı. Bazı AKP yanlıları, tam bir sağcı edasıyla, Bekaroğlu’nu “servet düşmanlığı” yapmakla suçladılar, hatta onu SP üst yönetimine şikayet ettiler. Halbuki onlar da çok iyi biliyordu ki (bu kadar öfkelenmelerinin nedeni de buydu) Bekaroğlu “servet düşmanlığı” değil bal gibi solculuk yapıyordu ve başörtülülerin neden jeep’e bindiğini değil, o jeep’leri nasıl edindiklerini sorguluyordu.Bu olayın da gösterdiği gibi sol bir hareket dindarlara ulaşmak istiyorsa, onların dinleriyle, yaşam tarzlarıyla, giyim kuşamlarıyla uğraşmayı bırakıp solculuk yapmalıdır. Laikliği temel alma iddiasındakilerin yaptıkları solculuk değil olsa olsa laikçiliktir. Halbuki laikliğin bu cumhuriyetin en temel harçlarından biri olduğunu asla unutmadan, bunun dindarlar için de vazgeçilemez olduğunun sürekli altını çizerek, insanların özgürlük, eşitlik ve dayanışma özlemlerini temel alarak yapılacak olan solculuk Türkiye’nin gerçek anlamda önünü açabilir.Bu tartışmayı yarın da sürdüreceğiz.
Sol ve İslam/41970’li yıllarda sosyalist sol gruplarda, ne zaman “kadın sorunu” gündeme gelse hemen “Kurtulmak yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!” sloganı devreye girerdi. Bu sloganın dile getirdiği yaklaşım ilk bakışta kadın-erkek eşitliğini temel alıyor görünürdü. Fakat aslında kadın sorununu başlıbaşına almayı erteleyen, hatta bu tür feminizan talepleri neredeyse ihanetle eşdeğerde gören bu yaklaşım nedeniyle sol hareketlerdeki erkek egemenliği iyice pekişti ve içinden feminist hareketler çıkaramadı.O tarihlerde sol, kapitalizmle, emperyalizmle ve faşizmle mücadele etme iddiasında olduğu için sadece “kadın sorununu” değil Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi kimlik temelli konuları görmezden geliyor ve bunların çözümünü devrim sonrasına erteleniyordu. Bu tutum, gördükleri toplumsal, kültürel vb. baskılardan kurtuluşun adresi olarak solu görmüş olan kadınlarda, Kürtlerde, Alevilerde... derin hayal kırıklıkları yarattı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yol açtığı yenilgi psikolojisinden kolay kolay kurtulamayan sol hareketler, varkalmanın yegane reçetesi olarak geçmişlerine sıkı sıkıya sahip çıkmayı gördüler. Halbuki Türkiye, tüm dünyada olduğu gibi, kimlik siyasetlerinin ön plana çıktığı, makro politikaların yerini mikro politikalara bıraktığı bir dönemden geçiyordu. Ve zaten gücünü büyük ölçüde yitirmiş olan solun bu değişime ayak uyduramayacağı iyice anlaşılmaya başlanınca, kimlik temelli politikalara öncelik veren kesimler teker teker ondan kopup kendi hareketlerini oluşturdular. Örneğin hâlâ belli bir güce ulaşamamış olan feminist hareketin ilk önde gelen isimleri ve taşıyıcıları soldan gelmiştir. Keza Alevi hareketinin kendi başına yol almasında başrolü üstlenenlerin büyük kısmı sol kökenlidir. Zaten 1970 sonlarında Türk solundan ayrışmaya başlayan Kürt siyasi hareketi, 1980’lerden itibaren iyice milliyetçi/kimlikçi bir çizgiye kaymış ve soldan birçok militanı (ki içlerinden Kürt kökenli olmayanlar da var) saflarına devşirmiştir.Ulusalcılığa katkıSolun kimlik temelli politikalara karşı olan alerjisi, İslam dini ve dindarlar söz konusu olduğunda daha net bir şekilde ortaya çıktı. İslami hareketin 1980’li yıllardaki yükselişini tepkili bir kıskançlıkla izleyen ve bunu genellikle farklı komplo teorileri veya kaba sınıfsal tahlillerle izah etmeye çalışan solcular, dindarların bir takım taleplerini anlamadılar, hatta anlayamadılar. Örneğin 1980 ortalarında ortaya çıkan üniversitelerdeki türban sorunu, aslında solun yeni döneme kendini adapte edebilmesi için mükemmel bir fırsattı. Fakat önemsenmeyecek istisnai durumlar dışında, üniversitelerde de hâlâ belli bir gücü koruyan sol gruplar bu soruna müdahil olmaktan kaçındı. Hatta bazılarının yasağı desteklediğine şahit olundu. Kimileri uğraşacak daha önemli sorunları olduğunu söyledi; kimileri türbanı egemen sınıflar arasındaki bir kapışma olarak gördü; bazıları da solun gördüğü baskılara İslamcıların destek vermemiş olmasını bahane etti. Sonuçta sol, 1980’li yıllarda “herkes için özgürlük” istediğini gösteremediği gibi dindarlarla arasındaki mesafenin daha da açılmasına sebebiyet verdi.Kimlik politikalarını kendi bünyelerine taşımadaki isteksizlikleri (ve beceriksizlikleri) solcuların bir bölümünü bu tür hareketlere karşı nefret ve düşmanlık beslemeye kadar götürdü. Bugün “ulusalcılık” akımının belli bir noktaya ulaşmasında solun Kürt, Alevi, kadın, İslam gibi kimlik temelli sorunlara aşırı tepki vermesi ve bunların büyük kısmını “emperyalist komplo” olarak görmesinin etkisi büyük, hatta yer yer belirleyici olmuştur.Yarın, sol ile İslam arasındaki sorunların çözümü üzerine tartışmaya devam.
Sol ve İslam/3İslami hareketin 1980’lerden itibaren Türkiye’de yükselişe geçmesinin gerçek nedenlerini sorgulamak yerine bütün sorumluluğu 12 Eylül 1980 darbesini gerçekleştirenlere yıkmaya çalışmanın yanlış olduğunu dünkü yazımızda dile getirmiştik. İslamcılığın gelişimini sadece dış müdahalelere (katkılara) bağlayanların bir diğer argümanı da ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”dir. Soğuk Savaş döneminin dikkat çekici uygulamalarından olan bu projenin iki ana hedefi vardı: 1) Sovyetler Birliği ve onun güdümündeki ülkelerde yaşayan Müslümanları birer “rejim muhalifi” haline getirmek; 2) Sovyetler’in, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri denetim altına almasını engellemek ve buralardaki etkisini iyice azaltmak. Bu proje bağlamında Sovyetler Birliği’nin genel olarak din, özel olarak İslam düşmanı olduğu yolunda propagandası yapılıyor; İslam dini ile İslami cemaat ve gruplar maddi ve manevi olarak teşvik ediliyordu.Afgan cihadıSovyet Kızıl Ordusu’nun Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte Yeşil Kuşak daha görünür hale geldi: ABD, CIA’nın yönetiminde, Pakistan, Suudi Arabistan, İngiltere ve hatta Çin’in, başta istihbarat servisleri olmak üzere bir dizi imkanını harekete geçirerek Afganistan’da bir “cihad” organize etti. Ve bu sayede Sovyetlerin sadece Afganistan’da değil genel olarak İslam dünyasındaki etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırdı.Evet, Yeşil Kuşak’ın Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede İslami hareketlerin güçlenmesinde etkili olduğu doğrudur, fakat asla belirleyici olmamıştır. Öncelikle şunu vurgulamak lazım: İslami hareketlere Washington’dan çok Moskova yardımcı olmuştur. Çünü bu hareketlerin kitle tabanına baktığımızda, sol hareketlerinkiyle büyük ölçüde benzerlikler görürüz: Yoksullar, dışlanmışlar, yükselen ama iktidarlar tarafından önleri kesilmek istenen orta sınıflar... Refah Partisi’nin, 1970’lerde solun ve CHP’nin hayli etkili olduğu büyükşehirlerin varoşlarında oy patlaması yapması da bu benzerliği göstermektedir.TKP’nin rolüSovyetler Birliği’nde ateizmin (dinsizliğin) bir tür resmi ideoloji haline gelmesinin; Müslümanlar dahil her türden din mensubunun dini hayatlarına çok sert kısıtlamalar getirilmesinin ve bütün bu uygulamaların diğer ülkelerdeki sol gruplar tarafından eleştirilmemesi, hatta onaylanmasının faturası çok ağır oldu. Sonuçta sol, sosyalizm ve komünizm, din karşıtlığı hatta düşmanlığıyla özdeş hale geldi. Buna bağlı olarak normal şartlarda sol hareketlerde yer alması beklenen kesimler mesafeli davrandılar, hatta sol karşıtı grup ve odaklar tarafından devşirildiler.Örneğin 1970’li yıllarda sendikal harekette çok güçlü bir noktaya gelmiş olan DİSK, Moskova güdümlü Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kontrolü altına girdikten sonra, bu partinin toplumsal hayatta hiçbir karşılığı olmayan “ilericilik” perspektifiyle kendi tabanına yabancılaşmaya başladı.Öte yandan dine (ve dolayısıyla İslam’a) karşı gereksiz bir düşmanlık politikası güden Moskova’nın, kendi stratejik hesapları nedeniyle İslam dünyasındaki dini cemaat, grup ve siyasi hareketlerle birbiriyle tutarlı olmayan ilişkiler kurduğuna tanık olduk. Yine Moskova, Washington’a karşı güç oyununda, Mısır, Lübnan, İran, Suriye, Irak, Ürdün, Filistin ve Türkiye gibi ülkelerdeki sol hareketlere elindeki basit birer kart muamelesi yaptı ve bunları kendi çıkarları için çok kolay biçimde riske etti.Aradan çok zaman geçmiş olabilir. Fakat ABD’yi ve onun emperyalist politikalarını olduğu kadar Sovyetler Birliği başta olmak üzere diğer “sosyalist” olma iddiasındaki ülkelerin (ve onların yerli şubelerinin) İslam dünyasındaki yanlış politikalarını eleştirmeden solun dindar kitlelerle ilişkisini rehabilite etmesi mümkün olmayacaktır. Sol ile İslam ilişkisini tartışmayı sürdüreceğiz.
SOL VE İSLAM/2 Sol ile İslamiyet arasındaki ilişki veya ilişkisizliği herhalde en kolay kendi hayatımızdan örneklerle anlatabiliriz. Kişisel deneyimlerimden biliyorum ki Türkiye’de solun en güçlü olduğu 1970’lerin ikinci diliminde İslam dini sol tarafından düşman görülmezdi ama önemsenmezdi de. Buna bağlı olarak hiçbir sol grup veya çevrenin gündeminde dindarlar yer almazdı. Halbuki Türkiye muhafazakâr bir ülkeydi (hâlâ öyle), görmek istemesek, küçümsesek de İslam ve dindarlar her yerde, hatta yanıbaşımızdaydı. Örneğin Şubat 1981 ile Ağustos 1982 arasını İstanbul’da Siyasi Şube ve üç ayrı askeri cezaevinde geçirdim ve bu süre zarfında namaz kılan veya oruç tutan tek bir arkadaşımla karşılaşmadım. Buna karşılık birçoğumuzun ailesi dışarıda bizler için dua ediyor, kurban kesiyordu. Görüş günlerinde, özellikle annelerimiz, içlerinden dualarını okur ve tel örgülerin arasında suratımıza üflerdi.12 Eylül’ün etkisi1970’li yıllarda solcuların en büyük hatası dine sadece “ilericilik-gericilik” ekseninden bakmaları ve kendilerini “ilerici” olarak yüceltip, dindarlarıysa “gerici” diye damgalamalarıydı. Bu tepeden bakış nedeniyle ne yıllardır varlıklarını sürdüren İslami cemaatlere, ne siyasi hayatta anahtar bir parti haline gelmiş olan Milli Selamet Partisi’ne, ne de tüm dünyada büyük çalkantılara sebep olan İran Devrimi’ne gereken ilgiyi gösterdiler. 1980’li yılların ortalarından itibaren, sol giderek marjinalleşirken İslami hareketin tırmanışa geçmesi gerçeklerle yüzleşmek için iyi bir fırsattı, fakat bunun yerine “cunta bizi ezerken İslamcıların önünü açtı” gibi basit bir formüle itibar edildi. 12 Eylül generallerinin, komünizmle mücadele etmek için bazı cemaatlerle gizlice görüşmüş olduğu, zorunlu din dersleri gibi uygulamalara gittiği doğrudur. Fakat bütün bunlar 80’li yıllardaki “dine dönüş” olgusunu açıklamakta yetersiz kalıyor. Çünkü “dine dönüş”, olmayan bir şeyin keşfedilmesini değil, varolan bir şeyin hatırlanmasını kavramsallaştırır. İslam’ın iki ayağıSöz konusu olan bir din, hele İslamiyetse, bu dönüşü “bireysel” ve “toplumsal” açılardan irdelemek gerekirdi. Örneğin dindar bir birey, kendisini çaresizlik hissettiği herhangi bir anda dua ederek, namaz kılarak veya doğrudan doğruya Allah’la konuşarak kendine geniş bir ontolojik güven alanı açabilir.Öte yandan aynı dindar birey, bir camide cemaatle namaz kılarak, bir tekkede diğer müridlerle birlikte zikrederek, bir şeyhin elini öperek bir topluluğa ait olma ihtiyacını giderebilir. Kırgın olduğu birisiyle, dini bir bayramı vesile ederek rahatça barışabilir. Hiç tanımadığı insanlarla Allah’ın selamını vererek diyalog kurabilir...Kısacası, yalnız, çaresiz, muhtaç, üzgün, hasta, yoksul, yoksun, kırgın, hüzünlü, güçsüz, sessiz, sömürülen, aldatılan, anlaşılmayan, horgörülen, aşağılanan, önemsenmeyen, ihmal edilen, saldırılan, ezilen... insanlar için kendilerini günde beş kez yüksek sesle çağıran Allah’a sığınmak geçici de olsa bir kurtuluştur.İşte Türkiye’de sol böylesine güçlü bir toplumsal olguyu görmezden geldi; ya ona alternatifler yaratmaya çalıştı ya da onu yok etme hayalleri kurdu. Eğer 1970’li yıllarda sol, İslam gerçeğini anlamak istese ve anlayabilse; kendisine bir rakip, hatta düşman görmek yerine İslam gerçeğiyle birlikte yaşamaya razı olsa; saflarına katılan dindarları dinden çıkmaya değil de dinlerini alabildiğine özgürce yaşamaya teşvik etse ve kapılarını dindarlara da en geniş bir şekilde açsa Türkiye bambaşka bir ülke olabilirdi.Neden bunun olamadığını tartışmayı yarına bırakalım.
SOL VE İSLAM/1Kendisini “aylık sosyalist kültür dergisi” olarak tanımlayan Birikim, 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle ortaya çıkan 9 yıllık mecburi kesinti sayılmazsa tam 35 yıldır yayınlanıyor ve bu Şubat ayında 250. sayıya ulaştı.100. sayısı için hazırlanmış özel dosyada Birikim’i “Türkiye solunda cevap vermekten çok soru sormanın daha önemli olduğunu düşünen veya hisseden kişilerin kendilerini en rahat ve özgürce ifade edebildikleri bir platform” olarak tanımlamıştım. Aradan geçen zaman içinde bu özelliğini büyük ölçüde koruduğunu düşünüyorum. Birikim’de ilk kez 1991 yılı Şubat ayında, 22. sayısında yazım çıkmıştı. 2007 Nisan ayındaki Hizbullah yazımdan beri yazı yazamadığım için üzülüyor, ama merakla, ilgiyle, tartışarak ve öğrenerek izlemeye devam ediyorum. Ve bu dergiye emeği geçen herkese bir kez daha çok teşekkür ediyorum.Birikim’in 250. sayısının ana dosyası “Sol ve ilahiyat” başlığını taşıyor. Solun genel olarak dinlerle, özel olarak da İslamiyet’le ilişkisini (ve ağırlıkla ilişkisizliğini) ele alan bu sayıda çok sayıda ilginç ve ufuk açıcı yazı var. Örneğin sinemacı Sırrı Süreyya Önder, Türkiye’deki sol İslamcılığın önde gelen isimlerinden İhsan Eliaçık’tan geniş biçimde yararlanarak, Hz. Muhammed’e ilk inananlardan Ebu Zerr’den başlayıp değişik dönemlerde egemen baskıcı düzenlere kafa tutmuş olan dindarları bize anlatıyor ve “Müminin celadetine ne oldu?” diye soruyor. Kazım Özdoğan ile Görkem Özizmirli, ayrı ayrı yazılarda, özellikle Latin Amerika’da bir dönem çok etkili olan ve izlerini hâlâ güçlü bir şekilde sürdüren “Özgürlük Teolojisi” (Kurtuluş İlahiyatı da denebiliyor) hareketini ve bunun benzerinin İslam coğrafyasında mümkün olup olmadığını tartışıyorlar. Hem “feminist”, hem “solcu” duruşuyla öteden beri Türkiye’deki İslami hareket içinde özgün bir ses olan Cihan Aktaş’ın yazısının tek başına başlığı bile çok şey anlatıyor: “Halkın sesinde Hakk’ın sesini aramak: ‘Lâ’ya da sürekli devrim.” Bir ödevDosyada Ömer Laçiner, Murat Utkucu, Tuncay Birkan, Mustafa Tekin ve Yasin Durak’ın da yazıları yer alıyor. Bunlardan Utkucu’nun “Aynı trende: İslam ve sosyalizm” yazısının sonundaki bir anekdottan, 1989’da Ankara-İstanbul arasındaki bir tren seferinde solcu bir üniversite öğrencisinin iki çocuklarıyla birlikte seyahat eden bir çiftle (anne türbanlı) saatlerce süren muhabbetten söz etmek istiyorum. Bu muhabbette Allah’ın varlığı ya da yokluğu değil başka şeyleri, mesela “kapitalist hayat tarzının gündelik etkilerini, yoksulluğu, paylaşımı, tüketmenin yıkıcı felsefesini...” konuşuyorlar.Birikim’in bu dosyası yıllardır kafamı kurcalayan ama sürekli bahaneler bularak yazmayı ertelediğim bir konu, sol ile İslam ilişkisi üzerine artık yazma konusunda bana cesaret verdi. Daha doğrusu bu “ödev”den daha fazla kaçamayacağımı artık kabullenmiş haldeyim. Bu bir “ödev” zira 25 yıllık gazetecilik yaşamımda ağırlıklı olarak İslami hareketler üzerine çalıştım. Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerinde farklı meşreplerden İslamcıyla tanıştım, konuştum, röportaj yaptım ve buna bağlı olarak değişik ülkeler ve mesleklerden konuyla ilgili çok sayıda kişiyle bu konuyu tartıştım. 1990’da ilk kitabım Ayet ve Slogan yayınlandıktan hemen sonra İslam dünyasında sol/sosyalist hareketler üzerine yeni bir çalışma yapmaya niyetlendim. Epey bir malzeme topladıktan sonra, büyük ölçüde karşılaştığım trajik tablonun da etkisiyle bu projeyi rafa kaldırdım.Bu uzun girişten sonra kendi deneyimlerim ışığında sol ve İslamiyet ilişkisi üzerine bir dizi makale yazacağımı ilan ediyor ve ilk yazı yarına diyorum.
Ne zamandır TBMM denince akla öfkeli Salı konuşmaları, genel kurulda çekişme, hatta kavgalar geliyordu. Bu nedenle Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in muhalefet partilerinin temsilcileriyle görüşmesiyle ne zamandır tanık olmadığımız türden “diyalog”, “temas” görüntüleriyle karşılaştık. Klişe bir şekilde “özlenen görüntüler” yakıştırması yapmasak da, “hiç yoktan iyidir” diyebiliriz. Hele “taş atan çocuklar” gibi son derece insani ve acil bir konu söz konusu olunca dünkü temasların önemi daha da artıyor. Peki sorun çözülüyor mu? Ortada bazı pürüzler var gözükse de, bunlar halledilmeyecek gibi değil. Eğer bu pürüzler devreden çıkarılırsa, gelinen şu aşamadan sonra kimse işi yokuşa süren olmak istemeyecektir. Sonuçta mutlak bir çözüm olmasa da ciddi iyileştirmelerin yapılacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Keşke hükümet, Habur sonrası doğan tepkilerden ürküp bu tasarıyı rafa kaldırmasaydı da Türkiye bu defteri aylar önce kapatmış olabilseydi. Bu noktada, bütün olumsuz koşullara rağmen lobi faaliyetlerini aksatmayıp taş atan çocuklar sorununu sürekli gündemde tutan sivil aktivistler ve başından beri bu konuyu takip eden ve hükümet ile Meclis’in gündemine ısrarla taşıyan Cumhurbaşkanı Gül takdiri hak ediyorlar.Yarım kalan tartışmaTaş atan çocuklar konusu, CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleriyle başlar gibi olan “genel af” tartışmasını geri plana itti. Aslına bakılacak olursa BDP dışında tüm partilerin böyle bir tartışmadan hiç ama hiç hoşlanmadıkları, Kılıçdaroğlu’na tepki yarışına girmiş olmalarından belli. BDP’liler de ilginç bir şekilde Kılıçdaroğlu’nu ciddiye almadılar. Dünkü yazımızda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın aşırı popülist tepkilerini, AKP’nin açılımı en azından genel seçimlere kadar askıya almasının kanıtları olarak nitelemiştim. AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın da tıpkı Arınç gibi, Kılıçdaroğlu’nu Öcalan’ı affa niyetli gibi göstermesi yadırgatıcıydı ama asla şaşırtıcı değildi. Zira aynı Bozdağ, daha açılımın ilk günlerinde MHP’lilere “Apo’yu asacak ip mi bulamadınız!” diye seslenerek Güneydoğu’da “hükümet aslında samimi değil” diyen kuşkucuların değirmenine su taşımıştı.Kılıçdaroğlu’na eleştiri yönelten, Baykal dahil herkes, ona, PKK’lılar silah bırakmadan bir affın mümkün olduğunu söylemiş muamelesi yaptılar ki bunun açık bir haksızlık olduğu ortadadır. Onun Batman’daki çıkışı, Baykal’ın aylar önce Nusaybin’de söylediklerinin bir devamı niteliğindeydi, en azından başından itibaren ben böyle anladım. Fakat Baykal’ın böyle düşünmemiş olmasından hareketle, “ya ben yanlış yapıyorum ya da işin içinde başka şeyler var” noktasına geldim.İlk işaret Baykal’dan gelmiştiBaykal’ın Nusaybin’de NTV canlı yayınında PKK’lılar silah bırakırsa affın gündeme gelebileceğini söylemiş olması hayli önemliydi, çünkü AKP o ana kadar asla af kelimesini telaffuz etmemişlerdi ve ondan sonra da etmediler. Zaten açılımın tıkanmasının nedenlerinden biri de, PKK’lıların silah bırakmaları durumunda ne olacağı, olabileceği konusundaki belirsizliktir. Aslında ilk akla gelen tabii ki af ve belki lider kadronun yabancı ülkeler sürgüne gönderilmesidir fakat iktidar partisi tepkilerden ürkerek bu konuyu hiç gündeme taşımadı; taşımak isteyenleri de cesaretlendirmedi. Bu nedenle Baykal’ın Nusaybin’de “silah bırakılırsa af olabilir” demesi hükümet için çok ciddi bir fırsattı fakat ya CHP liderine güvenmediklerinden ya da affı sahiden asla akıllarından geçirmediklerinden bu konuyu görmezden geldiler. Evet af, çok hassas ve tehlikeli bir konu fakat eğer Kürt sorunu çözülmek isteniyorsa bunun er ya da geç mutlaka tartışma gündemine gelmesi gerekiyor. Çözüm istenmiyorsa denecek bir şey yok tabii ki.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Batman’da “genel af” konusundaki sözleri ve buna karşı gösterilen tepkiler sayesinde birçok şey öğrendik, daha doğrusu bildiğimiz birçok şeyi doğrulama şansına eriştik. Sırayla gidecek olursak:1) Kürt sorunu bütün sorunların anasıdır: Birbirinden farklı kesimlerin hiç gecikmeden tepki vermesi ve mevzi alması, son dönemde iyice benimsenip yaygınlaşan bu tespitin ne derece isabetli olduğunu bir kez daha gösterdi. Onca yaşanana ve son dönemdeki açılıma rağmen Kürt sorunu tabu olma özelliğini hâlâ koruyor. Aksi takdirde hiçbir konuda anlaşamayan AKP, MHP ve CHP Kılıçdaroğlu’na ayar verme kuyruğuna girmezlerdi.2) “Genel af” Kürt sorununun çözümünün en kilit noktalarından biridir: Kürt sorunuyla PKK sorunu iç içe geçmiş olduğu için, çözüme yönelik ilk zorunlu aşamanın PKK’nın silahsızlandırılması olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümü üzerine kafa yoran ve çalışanların tümü dönüp dolaşıp PKK militanları ve lider kadrosunun muhtemel bir silah bırakma sonrasındaki geleceklerinin nasıl şekillendirileceği noktasında kilitlenirler. Akıllarda hep bir “af” vardır, ama bunu telaffuz dahi etmenin zaten zor olan işleri daha ne kadar zorlaştıracağını çok iyi bilirler. Şu ana kadar devlet, PKK’lıların silahlarını bırakıp devlete teslim olmaları ve tam bir “pişmanlık yasası” halindeki “Topluma Kazandırma Yasası”ndan yararlanmaları çağrısından öteye gidebilmiş değil ve bunun da pek bir işe yaramadığı ortada. 3) Hükümet açılımı bir sonraki genel seçimlere kadar dondurmuşa benziyor: Zaten bir süredir dile getirilen bu tespit, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın, Kılıçdaroğlu’nun sözlerine gösterdiği tepkiyle doğrulanmış oldu. Hükümette açılıma en fazla sahip çıkan kişilerden biri olan, hatta Beşir Atalay yerine koordinatör bakan olması bazı çevrelerce arzulanan Arınç, şaşırtıcı bir popülizmle, Kılıçdaroğlu’nun Öcalan’a affı dile getirmiş olduğunu, kendilerinin gündeminde kesinlikle “genel af” olmadığını vurguladı. Arınç’ın sözleri, her şey bir yana, açılım sürecinin temel şiarlarından olan “artık her şey konuşuluyor, konuşulmalı”ya kökten aykırıdır. Açılım konusunda CHP’yi MHP ile yarışmakla defalarca suçlamış olan Arınç’ın Kılıçdaroğlu’nu protestoda MHP Lideri Bahçeli’den önce davranmış olması fazlasıyla manidardır.4) Kılıçdaroğlu iktidarın en fazla ürktüğü politikacılardan biridir: Arınç’ın bu kadar sert ve alaycı karşı çıkışını “genel af”ın telaffuz edilmesinden çok, onu Kılıçdaroğlu’nun, üstelik Batman’da dile getirilmesine bağlayabiliriz. Nitekim Arınç son dönemde değişik vesilelerle Kılıçdaroğlu’nu hedef tahtasına oturtmuştu.5) CHP her şeye rağmen gündem belirleyebiliyor: Her ne kadar kendi partisi ve liderinin de şimşeklerini üzerine çekse ve buna bağlı olarak yanlış anlaşıldığını söylese de Kılıçdaroğlu’nun “genel af” üzerine sözlerinin gündemde bu kadar yer bulması hem kendisinden, hem de partisinden kaynaklanıyor. Bu son olay da gösterdi ki, eğer CHP Kürt sorununda MHP değil de AKP ile rekabet etse, hem ana muhalefet partisinin, hem de Türkiye’nin hayli yararına durumlar ortaya çıkar. Bu bakımdan, iktidar partisi ve onu destekleyenlerin, üzüm yemek mi, yoksa bağcı dövmek mi isteyeceği bizleri daha fazla aydınlatacaktır. Hiç kuşkusuz bu vesileyle bir kez daha CHP ve Kılıçdaroğlu’na vurmak isteyeceklerini kestirmek mümkün. Fakat bunu yaparken kendilerinin “genel af” ve Kürt sorununun çözümü konusunda yeni bir şeyler söyleyip söylemeyecekleri önem arz edecek.6) Kılıçdaroğlu CHP içinde giderek güçleniyor: Kimileri “genel af”ı telaffuz ettiği, kimileri de sözlerinden geri adım atmış göründüğü için kendisine kızabilir ancak ne olursa olsun Kılıçdaroğlu bir kez daha ülkenin ve partisinin gündemine etkili bir şekilde yerleşti. Hep birlikte kendisini izlemeye devam edeceğiz.
Mersin’deki çarşaf yırtma olayı, ne bir “provokasyon”, ne de çok önceden ve inceden tasarlanmış bir eyleme benziyor. Kaldık ki şu aşama bunun neden ve nasıl yaşandığının fazla bir anlamı da kalmadı çünkü gösterilen tepkiler olayın önüne geçti. Tepkileri değerlendirdiğimizdeyse “her işte bir hayır vardır” deyişinin bir kere daha doğrulandığını gördük.Evet, hilafetin kaldırılmasının yıldönümünü kutlama iddiasıyla yola çıkıp, ne alakası varsa kara çarşaf parçalayan bir grup kadın, sergiledikleri bu “çağdaş gericilik” le CHP’nin (ve kendilerini bu partiye bir şekilde yakın hissedenlerin) laikliğe bakışını bir kez daha gözden geçirmesine vesile oldular. CHP yönetiminin çok açık ve net bir şekilde bu eyleme sert bir şekilde tavır almış olması kimilerini şaşırttı. Şaşırmayanlarsa, bu tavrı, ana muhalefet partisinin yerel seçimler öncesi yaptığı ve epey tartışılan “çarşaf açılımı” nın hâlâ belleklerde taze olmasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Olabilir, fakat eğer CHP o “açılım” ı yapmamış olsaydı bile Mersin’deki olaya benzer bir tepki gösterirdi. Çünkü Türkiye’de laiklik, dindarlık, din-siyaset ilişkisi gibi temel tartışma konularında zaman içinde olumlu anlamda hayli yol alındı ve buna bağlı olarak aşırı laikçi tutum ve davranışlar iyice marjinalleşti. Laiklik nasıl korunmaz?Bu noktaya gelinmesinde laikliği koruma adı altında ortaya çıkanlar ve onların yapıp ettikleri birinci derecede belirleyici olmuştur. Örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapan generallerin en temel iddialarından biri laikliği korumaktı ancak “komünizmle mücadele” öncelikli sorunları olduğu için “ılımlı” ve “denetlenebilir” gördükleri cemaat ve grupların önünü açmış olduklarını biliyoruz. Aynı şekilde 1982 Anayasası’na daha fazla oy alabilmek veya 1983 seçimlerinde Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) iktidara taşıyabilmek için bazı cemaatlerle el altından pazarlıklar yürüttüklerini de öğrendik.Daha sonra, 1990 başlarında laikliği diline dolayan ve bunu bolca sömüren liderlerden biri DYP Lideri Tansu Çiller’di. Fakat zorda kaldığında Refah Partisi ile koalisyona gitmekten ve seçim meydanlarında başörtüsüyle oy istemekten geri kalmadı.Laikliği koruma adına katletmede, yakın tarihimizin en büyük suçluları 28 Şubat 1997’de siyasi sürece “post-modern” yöntemlerle müdahale etmiş olan generallerdir. O dönemdeki TSK komuta kademesinin ve onunla aynı çizgide yol alan siyasetçi, yargı mensubu, gazeteci ve bazı sivil kuruluşların yöneticilerinin laikliğimize, dolayısıyla bu ülkeye ettikleri kötülüğün haddi hesabı yoktur.27 Nisan 2007’deki e-muhtıra da benzer bir şekilde laikliği koruma gibi “yüce” bir hedefe sahipti ve tıpkı önceki benzer müdahaleler gibi, bu kadar değerli ve hayati bir kavramın nasıl korunmaması gerektiğine çarpıcı bir örnek teşkil etti.Nihayet gerek Ergenekon, gerekse ona bağlı veya ayrı yürütülen çok sayıdaki darbe girişimi soruşturmasında yargılananların neredeyse tümünün ülkeyi “bölücülük” ve “gericilik” tehditlerine karşı koruma bahanesine sığınmış olduklarını gördük, görüyoruz.İşte Türkiye toplumu ve onun önemli bir parçasını oluşturan laikliğe duyarlı kesimler, bütün bu tatsız deneyimleri yaşaya yaşaya hem laikliğin hayal ettiklerinden de önemli bir değer olduğunu, hem de laikiğin kuru hamaset, asıp kesme vs. ile değil demokrasi ve özgürlüklerin ilerletilmesiyle korunup geliştirilebileceğini kavrıyorlar. Mersin’deki gibi abes çıkışlar asla bu yönelimi durduramaz, hatta onu daha da hzılandırır.