SOL VE İSLAM/2
Sol ile İslamiyet arasındaki ilişki veya ilişkisizliği herhalde en kolay kendi hayatımızdan örneklerle anlatabiliriz. Kişisel deneyimlerimden biliyorum ki Türkiye’de solun en güçlü olduğu 1970’lerin ikinci diliminde İslam dini sol tarafından düşman görülmezdi ama önemsenmezdi de. Buna bağlı olarak hiçbir sol grup veya çevrenin gündeminde dindarlar yer almazdı. Halbuki Türkiye muhafazakâr bir ülkeydi (hâlâ öyle), görmek istemesek, küçümsesek de İslam ve dindarlar her yerde, hatta yanıbaşımızdaydı. Örneğin Şubat 1981 ile Ağustos 1982 arasını İstanbul’da Siyasi Şube ve üç ayrı askeri cezaevinde geçirdim ve bu süre zarfında namaz kılan veya oruç tutan tek bir arkadaşımla karşılaşmadım. Buna karşılık birçoğumuzun ailesi dışarıda bizler için dua ediyor, kurban kesiyordu. Görüş günlerinde, özellikle annelerimiz, içlerinden dualarını okur ve tel örgülerin arasında suratımıza üflerdi.
12 Eylül’ün etkisi
1970’li yıllarda solcuların en büyük hatası dine sadece “ilericilik-gericilik” ekseninden bakmaları ve kendilerini “ilerici” olarak yüceltip, dindarlarıysa “gerici” diye damgalamalarıydı. Bu tepeden bakış nedeniyle ne yıllardır varlıklarını sürdüren İslami cemaatlere, ne siyasi hayatta anahtar bir parti haline gelmiş olan Milli Selamet Partisi’ne, ne de tüm dünyada büyük çalkantılara sebep olan İran Devrimi’ne gereken ilgiyi gösterdiler.
1980’li yılların ortalarından itibaren, sol giderek marjinalleşirken İslami hareketin tırmanışa geçmesi gerçeklerle yüzleşmek için iyi bir fırsattı, fakat bunun yerine “cunta bizi ezerken İslamcıların önünü açtı” gibi basit bir formüle itibar edildi.
12 Eylül generallerinin, komünizmle mücadele etmek için bazı cemaatlerle gizlice görüşmüş olduğu, zorunlu din dersleri gibi uygulamalara gittiği doğrudur. Fakat bütün bunlar 80’li yıllardaki “dine dönüş” olgusunu açıklamakta yetersiz kalıyor. Çünkü “dine dönüş”, olmayan bir şeyin keşfedilmesini değil, varolan bir şeyin hatırlanmasını kavramsallaştırır.
İslam’ın iki ayağı
Söz konusu olan bir din, hele İslamiyetse, bu dönüşü “bireysel” ve “toplumsal” açılardan irdelemek gerekirdi. Örneğin dindar bir birey, kendisini çaresizlik hissettiği herhangi bir anda dua ederek, namaz kılarak veya doğrudan doğruya Allah’la konuşarak kendine geniş bir ontolojik güven alanı açabilir.
Öte yandan aynı dindar birey, bir camide cemaatle namaz kılarak, bir tekkede diğer müridlerle birlikte zikrederek, bir şeyhin elini öperek bir topluluğa ait olma ihtiyacını giderebilir. Kırgın olduğu birisiyle, dini bir bayramı vesile ederek rahatça barışabilir. Hiç tanımadığı insanlarla Allah’ın selamını vererek diyalog kurabilir...
Kısacası, yalnız, çaresiz, muhtaç, üzgün, hasta, yoksul, yoksun, kırgın, hüzünlü, güçsüz, sessiz, sömürülen, aldatılan, anlaşılmayan, horgörülen, aşağılanan, önemsenmeyen, ihmal edilen, saldırılan, ezilen... insanlar için kendilerini günde beş kez yüksek sesle çağıran Allah’a sığınmak geçici de olsa bir kurtuluştur.
İşte Türkiye’de sol böylesine güçlü bir toplumsal olguyu görmezden geldi; ya ona alternatifler yaratmaya çalıştı ya da onu yok etme hayalleri kurdu. Eğer 1970’li yıllarda sol, İslam gerçeğini anlamak istese ve anlayabilse; kendisine bir rakip, hatta düşman görmek yerine İslam gerçeğiyle birlikte yaşamaya razı olsa; saflarına katılan dindarları dinden çıkmaya değil de dinlerini alabildiğine özgürce yaşamaya teşvik etse ve kapılarını dindarlara da en geniş bir şekilde açsa Türkiye bambaşka bir ülke olabilirdi.
Neden bunun olamadığını tartışmayı yarına bırakalım.
Sol İslam gerçeğini anlamak istemedi
Haberin Devamı