Mersin’deki çarşaf yırtma olayı, ne bir “provokasyon”, ne de çok önceden ve inceden tasarlanmış bir eyleme benziyor. Kaldık ki şu aşama bunun neden ve nasıl yaşandığının fazla bir anlamı da kalmadı çünkü gösterilen tepkiler olayın önüne geçti. Tepkileri değerlendirdiğimizdeyse “her işte bir hayır vardır” deyişinin bir kere daha doğrulandığını gördük.
Evet, hilafetin kaldırılmasının yıldönümünü kutlama iddiasıyla yola çıkıp, ne alakası varsa kara çarşaf parçalayan bir grup kadın, sergiledikleri bu “çağdaş gericilik” le CHP’nin (ve kendilerini bu partiye bir şekilde yakın hissedenlerin) laikliğe bakışını bir kez daha gözden geçirmesine vesile oldular.
CHP yönetiminin çok açık ve net bir şekilde bu eyleme sert bir şekilde tavır almış olması kimilerini şaşırttı. Şaşırmayanlarsa, bu tavrı, ana muhalefet partisinin yerel seçimler öncesi yaptığı ve epey tartışılan “çarşaf açılımı” nın hâlâ belleklerde taze olmasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Olabilir, fakat eğer CHP o “açılım” ı yapmamış olsaydı bile Mersin’deki olaya benzer bir tepki gösterirdi. Çünkü Türkiye’de laiklik, dindarlık, din-siyaset ilişkisi gibi temel tartışma konularında zaman içinde olumlu anlamda hayli yol alındı ve buna bağlı olarak aşırı laikçi tutum ve davranışlar iyice marjinalleşti.
Laiklik nasıl korunmaz?
Bu noktaya gelinmesinde laikliği koruma adı altında ortaya çıkanlar ve onların yapıp ettikleri birinci derecede belirleyici olmuştur. Örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesini yapan generallerin en temel iddialarından biri laikliği korumaktı ancak “komünizmle mücadele” öncelikli sorunları olduğu için “ılımlı” ve “denetlenebilir” gördükleri cemaat ve grupların önünü açmış olduklarını biliyoruz. Aynı şekilde 1982 Anayasası’na daha fazla oy alabilmek veya 1983 seçimlerinde Turgut Sunalp’in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) iktidara taşıyabilmek için bazı cemaatlerle el altından pazarlıklar yürüttüklerini de öğrendik.
Daha sonra, 1990 başlarında laikliği diline dolayan ve bunu bolca sömüren liderlerden biri DYP Lideri Tansu Çiller’di. Fakat zorda kaldığında Refah Partisi ile koalisyona gitmekten ve seçim meydanlarında başörtüsüyle oy istemekten geri kalmadı.
Laikliği koruma adına katletmede, yakın tarihimizin en büyük suçluları 28 Şubat 1997’de siyasi sürece “post-modern” yöntemlerle müdahale etmiş olan generallerdir. O dönemdeki TSK komuta kademesinin ve onunla aynı çizgide yol alan siyasetçi, yargı mensubu, gazeteci ve bazı sivil kuruluşların yöneticilerinin laikliğimize, dolayısıyla bu ülkeye ettikleri kötülüğün haddi hesabı yoktur.
27 Nisan 2007’deki e-muhtıra da benzer bir şekilde laikliği koruma gibi “yüce” bir hedefe sahipti ve tıpkı önceki benzer müdahaleler gibi, bu kadar değerli ve hayati bir kavramın nasıl korunmaması gerektiğine çarpıcı bir örnek teşkil etti.
Nihayet gerek Ergenekon, gerekse ona bağlı veya ayrı yürütülen çok sayıdaki darbe girişimi soruşturmasında yargılananların neredeyse tümünün ülkeyi “bölücülük” ve “gericilik” tehditlerine karşı koruma bahanesine sığınmış olduklarını gördük, görüyoruz.
İşte Türkiye toplumu ve onun önemli bir parçasını oluşturan laikliğe duyarlı kesimler, bütün bu tatsız deneyimleri yaşaya yaşaya hem laikliğin hayal ettiklerinden de önemli bir değer olduğunu, hem de laikiğin kuru hamaset, asıp kesme vs. ile değil demokrasi ve özgürlüklerin ilerletilmesiyle korunup geliştirilebileceğini kavrıyorlar.
Mersin’deki gibi abes çıkışlar asla bu yönelimi durduramaz, hatta onu daha da hzılandırır.
Mersin’deki saçma eylemin laikliğe faydaları
Haberin Devamı