Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce yine Vatan’da “Darbe olur mu? Olursa tutar mı?” diye sormuş ve darbeler döneminin kesinlikle kapandığını ileri sürenlere itiraz ederek ülkemizde darbe ihtimali ve ortamının her zaman olduğunu savunmuştum. “Fakat” diye devam etmiştim “günümüzde darbe girişimcilerinin başarı şansının hiç olmadığına inanıyorum.” İnandığım bir başka noktayı da şöyle ifade etmiştim: “Bugün Türkiye’de darbe yapılmasını ve hatta yapmayı isteyen çok kişi var ve bunlar benim gibi düşünmüyor; pekala bir darbenin başarılı olabileceğine inanıyorlar.” Daha önce, TSK içindeki bazı yüksek rütbeli subayların AKP iktidarını devirmek için en azından üç ayrı darbe planı yaptıklarını ama değişik nedenlerle bunları gerçekleştiremediklerini öğrenmiştik. Bu girişimlerle ilgili soruşturmalar Ergenekon Davası kapsamında yürütülüyor ve mahkemenin sonucu büyük bir merakla bekleniyor. Dün Taraf Gazetesi, şu ana kadar duymadığımız bir başka darbe girişimini haberleştirdi. Buna göre Sarıkız, Ayışı ve Eldiven darbe girişimlerinden önce, 2002 sonu-2003 başları arasında “Balyoz” adı verilen başka bir darbe tezgahlanmış. Gazete, dönemin 1. Ordu Komutanı Org. Çetin Doğan liderliğinde hazırlandığını ileri sürdüğü bu darbe planıyla ilgili olarak ellerinde 5 bin sayfadan fazla belge ve bilgisayar kaydı bulunduğunu söylüyor ve bunları sırasıyla yayınlayacaklarını belirtiyorlar.Darbe konusuna girmeden önce bir medya notu düşmekte yarar var: Adından da anlaşıldığı gibi, gazeteciliğin en temel ilkelerinden olduğuna inandığım(ız) “tarafsızlık” a itibar etmeyen bu gazetenin yöneticileri, söz konusu belgelerde mecburen ayıklama yaparken, daha önce Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti raporunda yaptıkları gibi (bazı polis şeflerinin ihmallerini anlatan bölümleri yayınlamamışlardı), taraflı davranarak, belgelerdeki bazı unsurları görmezden gelip bazılarını abartılı bir şekilde öne çıkartabilirler. Bu nedenle, tıpkı Ergenekon iddianameleri ve klasörleri gibi bu darbe girişiminin belgelerinin de en kısa zamanda olduğu gibi internet ortamında ilgililerinin kullanımına açılması çok isabetli olacaktır.Şaşkınlık ve dehşet verici “Balyoz” adı verilen darbe girişimiyle ilgili ilk okuduklarımız kesinlikle şaşkınlık ve dehşet uyandırıyor: Camileri bombalamak, Yunanistan’la savaş çıkartmaya çalışmak gibi fikirlerin hayata geçirilmek istenmesi durumunda Türkiye’nin ne feci ve dönüşü olmayacak bir kaosa sürükleneceği açıktır. Bilmiyorum gazetenin sonraki yayınlarında bu planların neden suya düştüğü anlatılacak mı, ancak bu tür korkunç planları kotaranların, bunların doğurabileceği sonuçlardan ürküp geri atmış olabileceklerini sanmıyorum. Daha önce haberdar olduğumuz girişimlerinde yaşandığı gibi, darbe heveslileri, büyük bir ihtimalle TSK içindeki bazı engelleri aşamadıkları için amaçlarına ulaşamamışlardır. Son yıllarda sürdürdüğümüz darbe tartışmalarında TSK’nın nasıl darbe heveslilerinin çıkmasına elverişli bir yapı olduğunun altı sıklıkla çizildi, fakat nedense, aynı TSK’nın, kamuoyuna ve hatta sivil iktidarlara belli etmeden, nasıl içindeki darbe meraklılarını nötralize eden bir yapı olduğu fazla dillendirilmedi. Bu deneyimler TSK’nın da geçmiş darbe deneyimlerinden dersler çıkarmış olduğunu bizlere gösteriyor. Kuşkusuz 27 Nisan 2007’deki “e-muhtıra”yı unutmuş değilim. Fakat Org. İlker Başbuğ’un, Org. Yaşar Büyükanıt’tan Genelkurmay Başkanlığı’nı devraldıktan sonra, özellikle Ergenekon soruşturmasına tepki olarak benzer muhtıralar vermesi yolunda askeri ve/veya sivil onca baskıya rağmen bu yola başvurmamış olmasını da bir başka “ders çıkartma” olarak değerlendirebiliriz.Yeni soru“Balyoz Darbesi” haberinden sonra, bir buçuk yıl önceki “Darbe olur mu? Olursa tutar mı?” sorusunu, “Darbe planı yapanlar çıkar mı? Çıkarsa darbe yapabilirler mi?” olarak sormanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bu soruya cevabım “Kesinlikle darbe tasarlayanlar çıkar. Ancak planlarını hayata geçiremezler” olacaktır. Burada sadece TSK içindeki direnç mekanizmalarını değil, hatta ondan daha fazla, demokrasimizin ve sivil toplumumuzun katettiği mesafeyi göz önüne alıyorum.
Hrant Dink’in ailesinin avukatlarının dava ile ilgili raporları şu cümleyle özetlenebilir: “Üç yılda bir arpa boyu yol alınamadı.” Acı ama maalesef doğru. Üç yılda, cezaevinde iyice semiren, hallerinden her gün daha fazla memnun olduklarını gördüğümüz bir avuç sanıktan başka önemli bir gelişmeye tanık olmadık. Bu gidişle olacağa da benzemiyoruz. Hele sanıklardan birinin, bulunduğu cezaevine gardiyan olmak istemesi ve bunun için mülakata gitmiş olması moralleri iyice bozuyor.Peki sorumlu ya da sorumlular kim? Raporda avukatlar bunları şöyle sıralamışlar: “Genelkurmay’dan yargısal makamlara, hükümetten güvenlik birimlerine, medyadan paramiliter güçlere, tüm resmi/siyasi aktörlerin Dink’in öldürülmesinde, cinayetin önlenmemesinde, gerçek faillerin ortaya çıkarılmamasında sorumluluğu vardır.” Eğer bu tespite katılıyorsak önce şu soruları sormak isabetli olacaktır: Neden başta hükümet olmak üzere siyasetçiler, başta söz verildiği gibi bu alçakça cinayetin bütün yönleriyle ortaya çıkarılması için ellerinden geleni yapmadılar? Neden baştan aşağıya “siyasi” olduğu aşikâr olan bu olaya “sıradan bir cinayet” muamelesi yapıldı, yapılıyor? Siyasi bir dava“Siyaset yargıya müdahale edemez” gerekçesinin bu konuda geçerli olabileceğini sanmam. Öncelikle Dink suikastinin çok ciddi siyasi sonuçları olduğunu; davanın da benzer bir şekilde siyasi sonuçlara yol açacağının altını çizmemiz lazım. Yani “siyasi bir dava” ile karşı karşıyayız. Siyasetçilerin, ki bunlara sadece iktidar değil, muhalefet partileri de dahildir, “olay yargıya intikal etmiştir” diyerek basit birer izleyici olma lüksleri ve böyle bir hakları yoktur. Bu noktada sosyal demokrat bir parti olma iddiasındaki CHP’nin davaya neden yeterince ilgi göstermediği başlıbaşına bir eleştiri konusudur. Şahsen Deniz Baykal’ı Dink davasının görüldüğü salonda en az bir kere görmek isterdim. Olayın hükümet ayağına gelince, suikastin ardından verilen sözlerin tutulmadığı ortada. İlk günlerin ardından Dink davasının AKP hükümetinin öncelikleri arasında yer almaz olduğunu gözlüyoruz. Halbuki Ergenekon soruşturmasında tam tersi yaşandı. Başbakan başta olmak üzere hükümetin önde gelen isimleri Ergenekon’u hep gündemde tuttu ve soruşturmaya desteğini her fırsatta dile getirdi. Bu sayede Ergenekon soruşturması hızlı ve etkili bir şekilde yol aldı. Buna karşılık Ergenekon’daki gibi “derin” ilişkilerin sonucu olduğunu kolaylıkla ileri sürebileceğimiz Dink suikastının tam anlamıyla aydınlatılması konusunda hükümet son derece ketum davrandı. Hal böyle olunca, baştaki tespiti doğrular bir şekilde “bir arpa boyu yol gidilemedi.” Neden endişeleniyorlar?Dink’e yönelik taciz ve saldırıların başını çeken birçok ismin Ergenekon’da tutuklu olarak yargılanıyor olduğunu da bildiğimizde hükümetin bu tutumunu anlamlandırabilmek iyice zorlaşıyor. Şahsen bu çelişki durumun neden kaynaklandığını tam olarak çözebilmiş değilim. Acaba Dink soruşturmasının derinleştirilmesi durumunda sanık sandalyelerine, orada görmek istemeyecekleri birilerinin oturma ihtimalinden mi çekindiler? Yoksa Dink soruşturmasına fazla angaje olmalarının kendilerine oy kaybettireceğinden mi endişeleniyorlar?Bu soruların cevaplarını bilemiyorum ama bildiğim bir şey var: Hükümetin Dink davasındaki bu pasif tutumu, AKP’ye şüpheyle bakmakla birlikte sivilleşme, demokratikleşme yolunda atılan adımlara belli bir sempatiyle yaklaşan ve sayılarının hiç de az olmadığını tahmin ettiğim bir kesimin kafasını ciddi olarak karıştırıyor.
Bir ülke, bir toplum bu utançlarla, onlarla yüzleşmeden, onlarla hesaplaşmadan nasıl ve ne kadar yaşayabilir? İşte dünya çapındaki katilimiz, siyasi suikastçımız Mehmet Ali Ağca örneği ortada. Hepimiz tahliyesi nedeniyle Ağca’yı konuşuyoruz. Onun kalleşçe katletmiş olduğu büyük gazeteci Abdi İpekçi’nin adı, sadece Ağca’yı tanımlamak için geçiriliyor. Şu utanca bakar mısınız: Ağca cezaevinden çıktığında, ellerinde İpekçi’nin resimlerini taşıyan kalabalıklar tarafından nefretle protesto edilmek yerine, tıpkı daha önceki “yanlış” tahliyesinde olduğu gibi, yine birileri tarafından coşkuyla, çiçekler ve davul-zurnayla karşılandı.Hep aynı profilKimdir Ağca’yı bağırlarına basanlar? Kimdir onun beş yıldızlı otellerde konaklamasını finanse edenler? “Karanlık” veya “derin” odaklar deyip işin içinden sıyrılmak mümkün değil. Birçok şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Evet odaklar, ilişkiler hayli “derin” ve hayli “karanlık” fakat olayın bir de “sivil” ayağı var. Ağca’yı kahramanlaştıranlarla ülkenin dört bir köşesinde, örneğin Trabzon’da, Edirne’de, İzmir’de, Manisa’da, Kars’ta, İstanbul Dolapdere’de kendilerinden olmayanları linç etmeye kalkanları karşılaştırabilirsek herhalde birçok ortak nokta bulabilirdik. Ortaya çıkacak profil, kuşkusuz 1970’li yıllarda Kahramanmaraş, Çorum gibi illerimizde Alevilerin; 1993’de Sivas’ta Madımak Oteli’nde aydınların katledilmelerine şu ya bu şekilde karışanlarınkiyle epey benzerlikler taşıyor olurdu. Hrant acısıİşte Türkiye’nin utancı tam da burada karşımıza çıkıyor: Bu ülkede toplumun bir bölümü, daha az ve daha güçsüz bellediklerine karşı tam bir güruh zihniyetiyle savaş açabiliyor ve genellikle de yaptıkları yanlarına kâr kalıyor. Şahsen Türkiye’de yaşanmış katliamların hemen hiçbirinin vicdanları rahatlatacak ölçüde soruşturulup sorumluların cezalandırılmış olduğunu hatırlamıyorum. Birileri yargılanıyor, hapis yatıyor olsa bile, gerek kendileri, gerekse yakınları maddi açıdan kollanıyor, daha önemlisi, manevi olarak da kendilerine sahip çıkılıyor. Durum böyle olunca yeni linçler, katliamlar için insan bulmak hiç de zor olmuyor.Bunun ne kadar acı bir gerçek olduğunu, üç yıl önce bugün gördük. O gün, bu ülkenin sevdalısı Hrant Dink dostumuz, kardeşimiz haince katledildi. Tetiği çektirdiği ve onu azmettirdiği söylenen birkaç kişi yargılanıyor. Ama bu soruşturma ve yargılamanın kesinlikle tatminkâr olmadığı gün gibi ortada. Gelinen noktayı Hrant’ın dostlarının kaleme aldığı şu metin çok iyi özetliyor:“Arkadaşımızı aramızdan aldılar.Neredeyse üç yılı tamamlıyoruz ve adaletin tecelli etmesine bir nebze olsun yaklaşamadık. Çok zor değil.Adalet istiyoruz. Planlayanlardan, öldürtenlerden, saklayanlardan, saklananlardan hesap sormak istiyoruz.Hrant’ı ölüme götüren süreci ve vicdanlara sıkılan kurşunlardan sonrasını unutmuyoruz. Katili tanıyoruz.Çok zor değil; Adalet istiyoruz.” Evet adalet istiyoruz. Çünkü her duruşmada kendilerinden daha memnun görüntüler sergileyen Ogün Samast, Yasin Hayal ve diğerlerinin birkaç yıl sonra yine çiçeklerle, davul zurnalarla, birer kahraman gibi karşılandığını görmek istemiyoruz.Adalet istiyoruz çünkü bu gidişat yeni katil adaylarını ve yeni katliamları çok ciddi bir şekilde teşvik ediyor.
DTP’den Diyarbakır Milletvekili’yken siyasi yasaklı olan, milletvekilliği düştüğü için dokunulmazlığı da kalkan Aysel Tuğluk hakkındaki soruşturmalar kapsamında bu sabah ifade vermeye gidiyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. Gerek Tuğluk, gerekse onunla aynı durumdaki Ahmet Türk kamuoyuna, dokunulmazlıkları kalkınca ifade vermeye gideceklerini açıklamışlardı.Ne var ki, anlaşıldığı kadarıyla soruşturmayı yürüten savcı bundan haberdar değilmiş! Zira 8 Ocak günü sabah erken saatlerde Tuğluk’un Ankara’daki evine gelen 7-8 terörle mücadele polisi geldi ve kendisini zorla savcılığa ifade vermeye götürmek istedi. Tuğluk polislere kapıyı açmadı ve BDP Şırnak Milletvekili ve kendisi gibi avukat olan Hasip Kaplan’ı aradı. Kaplan’ın devreye girip savcıyla görüşmesi üzerine polisler evi terk etti. Yanlış stratejiDün sabah erken saatlerde internetten bu gelişmeyi öğrendiğimde çok üzüldüm. Öncelikle Tuğluk adına. O, her ne kadar yanlış bulduğum bazı çıkışları olsa da, yasal Kürt siyasi hareketi içinde en cesur ve yapıcı çıkışlara imza atmış; barış için yapmacık değil sahiden, samimi bir şekilde bir şeyler yapmak için çabalayan bir avuç kişiden biridir. Anayasa Mahkemesi’nin, sadece Tuğluk ile, ona benzer bir profil sergilemiş olan Ahmet Türk’ü cezalandırmış olması, “bizim ülkemizde hiçbir iyi şey cezasız kalmaz” özdeyişinin ne derece isabetli olduğunu bir kez daha göstermişti. Devletin bir şekilde Tuğluk ve Türk’ün gönüllerini almasını beklerken bu olayla karşılaşmak tam bir hayal kırıklığı yarattı. Daha sonra kendisinden, polisler geldiğinde evde yalnız olduğunu; komşuların bu “baskın” nedeniyle tedirgin edildiğini öğrenmekse iyice moral bozucu oldu.Ardından hükümetin aylar önce başlattığı ama ne zamandır iyice tıkanmış görünen “Kürt açılımı” adına üzüldüm. Tuğluk’a reva görülen muamele, DTP’nin kapatılması ve KCK operasyonlarıyla çok sayıda siyasetçi, seçilmiş belediye başkanı ve sivil toplum kuruluşu yöneticisinin tutuklanmasının raslantı değil, çalışılmış bir “strateji” olduğunu bizlere gösteriyor. Fakat üzerinde ne kadar çalışılmış olursa olsun bu strateji hiçbir şekilde ümit vaat etmiyor. Çünkü dünkü Milliyet’te Hasan Cemal’in de çok iyi belirttiği gibi, baskı ve sindirme üzerine kurulu stratejiler yıllardır denendi ama hiçbir sonuç elde edilemedi.EşitlikBiliyorum birileri yine “hukuk” tan dem vuracak. Ama değişik soruşturmalarda AKP iktidarına yakın olduğu bilinen ya da tahmin edilen birçok kişiye karşı alabildiğine kibar, yani olması gerektiği gibi davranan savcı ve polisler söz konusu olan Kürt siyasetçiler olunca neden birdenbire haşinleşiyorlar? Bu soru, son günlerdeki “vesayet” ve “demokratikleşme” tartışmaları için son derece hayatidir. Unutmayalım ki cumhuriyet kavramının temelinde üç ilkeden biri “eşitlik” tir. Ve bu son olayda savcı ve polisin, cumhuriyetin bu ilkesini çiğnediklerini düşünmemiz için çok neden var. Türk ve Tuğluk’a ait 41 dosya Başbakanlığa iadeANKARA - Meclis, Anayasa Mahkemesi’nin kararı doğrultusunda milletvekillikleri düşen Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk hakkındaki dokunulmazlık dosyalarını Başbakanlığa iade etti. Başbakanlık, TBMM Başkanlığı’na yazdığı yazıda, kapatılan DTP’nin Genel Başkanı Ahmet Türk ile eski Diyarbakır Milletvekili Aysel Tuğluk’un dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin dosyaların gönderilmesini istedi. Yapılan çalışma sonrasında Türk ve Tuğluk’un toplam 41 dosyası Başbakanlığa gönderildi. Gönderilen dosyalar arasında Türk ve Tuğluk’un, tek başına, birlikte veya başka milletvekilleriyle ortak dosyaları bulunuyor. İlgili mahkemeler, halen milletvekillikleri devam edenlerin dosyalarını ayırarak yine Başbakanlık kanalıyla Meclise sunacak.
Başlıktaki tanımlar birçok okura yabancı gelebilir, fakat 1960 sonları, özellikle de 1970 ortalarında sosyalist sola bir şekilde bulaşmış olanların ilk karşısına çıkan kavramlar bunlardı. 1970 sonlarına doğru çok çarpıcı bir ivme ve kitleselleşme yakalamış olan sosyalist solun en büyük açmazlarından biri, kendi içinde sayısız fraksiyona ayrılmış olmasıydı ve kopuşların, örgüt içi ve örgütler arası çatışmaların tam merkezinde, genellikle “çelişki” tartışmaları yer alırdı. Her grup, kendi saptadığı “temel” ve “baş” çelişkilere odaklanır, mücadele edilmesi gereken diğer sorunları “tali” diye niteleyip ikincil plana atar; bunlardan herhangi birini kendisine “temel” veya “baş” çelişki belirlemiş grupları kendine hasım bellerdi. Bu tek yanlı bakışın sonuçlarının ne olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Ancak günümüzdeki demokrasi eksenli tartışmalarda bu türden yaklaşımların hâlâ revaçta olduğunu görmek insanı ister istemez ürkütüyor. Şöyle ki AKP iktidarının demokrasiyle ilişkisi masaya yatırıldığı zaman, bazı aydınlar (ki büyük çoğunluğunun geçmişinde bir şekilde sosyalist sol var) ısrarla askeri vesayetin kaldırılmasına yönelik adımlara odaklanmamızı; hayatın diğer alanlarındaki hak ve özgürlükler ihlallerini, hükümetin diğer anti-demokratik söylem ve davranışlarını ön plana çıkarmamazı; AKP’lilerin sivilleşmeyi kendi iktidarlarını sağlama almak için daha fazla önem veriyor olmalarına kafamızı takmamamızı istiyor, hatta daha ileri gidip dayatıyorlar.“Ama resmin tamamına bakmamız gerekmez mi?” diye sorduğunuzda, “Tabii bakalım. Zaten biz de bakıyoruz. Biz de AKP’yi eleştiriyoruz. Fakat bu eleştirilerin hiçbiri, hiçbir şekilde büyük resmin ana rengini veren unsurlar değildir” diyorlar. Onlara göre “ana renk” sivilleşmedir. Hal böyle olunca herkes tarafını seçmek zorundadır. Aksi takdirde... Aksi takdirde “bertaraf” olurmuşuz. Ne yapalım, bertaraf olacaksak olalım. Fakat tek bir ana konuya odaklanma, diğer sorunları geri plana itme yaklaşımının nelere mal olduğunu çok iyi bilen biri olarak, bu hatayı bir kez daha yapmama konusunda kararlıyım. Eğer bu ülkenin daha fazla demokratikleşmesini istiyorsak, hak ve özgürlüklerin,demokrasinin hayatın her alanına sirayet etmesi için çaba göstermemiz gerekir. Ben bir gazeteciyim. Ülkemde ve dünyada olup bitenleri anlamaya ve anlayabildiğim ölçüde de anlatmaya çalışıyorum. Siyasetle ilgiliyim ama siyasetçi değilim. Dolayısıyla herhangi bir iktidar hesabım yok. Ükenin sorunları arasında ayrım yapmak, kimilerini ön plana çıkartıp kimilerini geri plana atmak, hele hele halı altına süpürmek biz gazetecilerin işi değil, olmamalı. Polis ne olacak?12 Eylül cuntasından bizzat mağdur olmuş, askeri cezaevlerinde işkence görmüş biri olarak askeri vesayetin kalkmasını tabii ki çok arzuluyorum ve bunun demokratikleşmenin “olmazsa olmaz” koşulu olduğuna inanıyorum. Ama aynı 12 Eylül’de polisin işkence tezgahlarından da geçmiş birisiyim ve devletin baskı aygıtlarının askerden ibaret olmadığını çok iyi biliyorum. Bu nedenle “sivilleşme” derken sadece askerin hizaya getirilmesinin anlaşılması, hele sırtını polise vererek ülkenin demokratikleştirileceğinin düşünülmesi bana son derece abes geliyor. Örneğin, Hrant Dink olayındaki “asker parmağı”nın üzerine sonuna kadar giden bazı meslektaşlarımızın, yine bu olayda adları geçen bazı emniyetçileri, Ergenekon soruşturmasına halel gelebileceği kaygısıyla kayırmış olduklarını, onlara bir nevi dokunulmazlık sunmuş olduklarını biliyoruz. Bazıları askerin iktidarının kısıtlanmasını engellemek için polis kartını masaya sürüyor olabilir. Ben onlardan değilim ve biliyorum ki benim gibi düşünen, masaya aynı anda mümkün olduğunca çok kartın konulmasını arzulayanların sayısı hayli fazla. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak, asker veya polisten; diğer bir deyişle devletin baskı aygıtlarından herhangi birini seçmek zorunda değiliz, olmamalıyız. Daha önemlisi Türkiye güvenlik birimlerinin birbirine son derece güvensiz olduğu ve bunun faturasının da vatandaşa kesildiği bir ülke olmaktan bir an önce çıkmalıdır.
Türkiye’de son derece hayati ve verimli bir tartışma son hız devam ediyor. Öncelikle belirtmeliyim ki bu tartışmanın Vatan Gazetesi’nde başlatılıp esas olarak da oradan sürdürülmesi, hem bu gazeteye emek veren bizler, hem de ona sahip çıkan siz okurlar için bir kıvanç vesilesidir. Sanmıyorum ki Türk basınında bir başka gazete bu cesaretle ve çoğulcu perspektifte böylesi bir tartışmayı üstlenebilsin. Maalesef Türk medyasının çoğu, böylesine kritik ve hassas bir dönemde ya bu hayati tartışmayı görmezden geliyor (veya hafifçe geçiştiriyor) ya da tamamen kutupların birine sırtını verip diğerini karşısına alarak alenen taraf tutuyor. Sahip değiştirmesinin söz konusu olduğu bu dönemde, dilerim eğer gazete el değiştirirse, yeni sahipleri, umarım, bu cesaret ile “tarafsızlık” demeyelim de “çoktaraflılık”ı Vatan’ın alamet-i farikası ve dolayısıyla en büyük sermayesi olarak görüp ona halel getirmezler. Erdoğan’ın cevaplarıEvet hayati ve verimli bir tartışmadan söz ediyorum. Dün Başbakan Erdoğan’ın TBMM Grup konuşmasını izlerken bu görüşüm iyice pekişti. Şöyle ki Erdoğan’ın konuşmasının en can alıcı bölümleri, bu tartışmanın temel argümanlarına, yani “sivil vesayet”, “tek parti ve tek adam rejimleri” cevap vermeye hasredilmişti. “Sivil faşizm” tanımlamasının, öteden beri ulusalcı hareket tarafından dile getirildiğini biliyoruz ve her iki taraftan birileri çok uğraşsa da bu tabir içinden geçtiğimiz tartışmada hayli sırıtıyor.Erdoğan doğal olarak eleştirilere çok sert bir şekilde karşı çıktı ve Türkiye’nin rotasının sadece ve sadece demokrasi olduğunun altını kalınca çizdi. Sırf Erdoğan’ın demokrasiye bağlılığını kamuoyu karşısında bir kez daha beyan etmek durumunda kalmasına yol açtığı için bu tartışmanın verimli olduğunu söyleyebiliriz. Yani, eninde sonunda tartışılan Türkiye’nin ne ölçüde demokratikleştiğidir ve tartışmanın ana aktörleri demokrasiyi ana hedef olarak belirlemede birleşmektedirler.Fakat tartışmanın tadını, her iki uçta yer alan “sahte demokratlar” kaçırıyor. Asıl amaçları üzüm yemek değil de bağcı dövmek olan her iki kanadın “şahin”leri, süren tartışmanın ülke demokrasisine ne derece katkısı olacağından ziyade, karşı taraftan kimleri, nasıl ve ne derece zor durumda bırakacağıyla ilgililer. Bunların bazıları yeni tanıştıkları iktidarın kibiriyle böyle hareket ederken, karşı taraftakiler de geleneksel iktidarlarını kaybetmenin öfkesiyle alabildiğine saldırganlaşabiliyorlar. Tabii bir de “her devrin insanları” var. Bunlar dün, “laiklik”, “çağdaşlık” vb. değerler adına, günümüzde iktidar olan kadroların önemli bir bölümüne yaşam hakkı tanımamak için ellerinden geleni yapmışlardı ve en temel argümanları “demokrasi, onu ortadan kaldırmak isteyenlerin ellerine teslim edilemez” di. Şimdi hiçbir şey olmamış gibi, yine iktidarın yanında, yalınkılıç mücadele ediyorlar.Herkes demokrat olabilirSüregelen tartışmada beni en çok rahatsız eden noktalardan biri, iktidar partisini eleştiren bazı kişilerin, Erdoğan ve arkadaşlarının Milli Görüş kökenlerine aşırı vurgu yapmaları. Kuşkusuz Milli Görüş hareketinin demokrasiyle çok ciddi sorunları vardı, fakat bu geçmişi insanların kendileriyle birlikte mezara götüreceklerini ileri sürmek fazlasıyla haksızlık olur. Bugün ülkemizde (aslında birçok ülkede de benzer bir durum var) demokrasi konusunda “en liberal” bilinen pozisyonu alan aydınlara bakacak olursak, bunların önemli bir bölümünün günümüzde anladığımız anlamıyla demokrasiyle uzaktan yakından alakası olmayan, hatta ona düşman siyasi hareketlerden geldiklerini görürüz. Örnek çok ama bana göre en çarpıcılarından birinin, Türk solunun ve işçi hareketinin kötürüm kalmasında çok kritik bir rol oynamış bulunan Türkiye Komünist Partisi’nin uzun yıllar genel sekreterliğini yapmış olan Nabi Yağcı olduğunu düşünüyorum. Keşke Yağcı (örgüt adıyla Haydar Kutlu) bugünkü liberalliğinin bir kısmını o tarihte TKP ve sola taşımış olsaydı.Yağcı’ya haksızlık etmek istemem. O Milli Görüşçüler’in asla demokrat olmayacaklarına inananlardan değil. Hatta AKP’nin demokrasi konusundaki adımlarının defolarını geri plana ittiğine düşünenler arasında yer alıyor. Evet son dönemde, genellikle sol kökenli bazı aydınlar, iktidarın sivilleşme yolunda attığı adımların öncelikli olduğunu, demokrasi konusundaki hata ve eksiklerin ön plana çıkarılmasının yanlış ve tehlikeli olduğunu savunuyorlar ki bu tartışmayı yarına erteleyelim.
Kürt açılımında hangi noktada olduğumuzu sorgulamak için üç ayrı gazetede yer almış bir yazı ve iki röportajı mercek altına almak istiyorum. Bunlardan ilki Star Gazetesi’nin Pazar günkü “Açık Görüş” ekinde çıkan, Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’ın “Demokratikleşme PKK’nın ezberini bozdu” başlıklı yazısı. Akdoğan’ın Star’da çıkan daha önceki yazıları hükümetin Kürt açılımının parametrelerini anlamamızda epey yardımcı olmuştu. Son yazısından da AKP iktidarının, açılımı sürdürmek istediğini, ama Öcalan, PKK ve BDP’yi işin içine katmayı kesinlikle düşünmediğini çıkarabiliriz. O zaman meşhur soru çıkıyor karşımıza “Peki muhatap kim olacak?” Akdoğan’ın cevabı kısa ve net: “vatandaşların geneli”.Akdoğan’ın yazısı “Sorun çözülürse PKK’ya gerek kalmaz, önce mesele hallolsun sonra PKK devre dışı kalır” anlayışını “yanılsama” olarak tanımladığı için daha da ilginç bir hal alıyor. Çünkü yazara göre “sorunun önemli bir parçası PKK’nın ve terörün varlığıdır. Sorunun çözülmesi terörün de bitmesini gerektirir.” Öneş’in öngörüsüAkdoğan, yazısında terörün nasıl biteceği konusunda ayrıntılara girmemiş, ama yazdıklarından, son dönemde yapılan ve çok sayıda siyasetçi, belediye başkanı ve sivil toplum örgütü temsilcisinin tutuklanmasına neden olan KCK operasyonlarına, bu bağlamda olumlu baktığını anlayabiliyoruz. Dünkü Habertürk Gazetesi’nde Kutlu Esendemir’in MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’le yaptığı röportajın başlığı “Çok yakında PKK’nın varlığı tamamen sona erecektir” olunca, Akdoğan’ın yarım bıraktığını onun tamamladığını düşünüyoruz, fakat burada da “nasıl?” sorusunun cevabını bulamıyoruz. MİT’ten emekli olduktan sonra Kürt sorunu hakkındaki birikim ve görüşlerini kamuoyuyla cömertçe paylaşarak hayırlı bir iş yapan Öneş’in PKK’nın sona ereceği öngörüsü aslında yeni değil. Fakat bugüne kadar bunun nasıl olacağından çok, hangi şartların bunu mümkün, hatta zorunlu kıldığını anlatmıştı. Dünkü röportaj da bu anlamda şaşırtıcı değil. Fakat içinde çok dikkat çekici bir ayrıntı var. Öneş “Önemli olan, PKK’nın Irak’taki silahlı varlığının ortadan kaldırılmasına paralel olarak Türkiye’de de PKK’nın dayandığı kitlesel tabandaki mevcut psikolojiyi değiştirmek. Tarihsel travmaların yarattığı tepkiselliği ortadan kaldırmak” diyor ve açılımın ana hedefinin de bunu sağlamak olduğunu vurguluyor.Baydemir’in “çığlığı”Görüldüğü gibi hükümet Kürt açılımını, başlangıçta böyle miydi tartışılır ancak, bundan böyle Öcalan ve PKK güdümündeki Kürt siyasi hareketini dışta tutarak, buna bağlı olarak, onu karşısına alarak, hatta onu tasfiye etmeyi amaçlayarak sürdürmek isteyeceğe benziyor. Tam da bu noktada Devrim Sevimay’ın Milliyet’te Osman Baydemir’le yaptığı ve bugün de devam edecek olan röportaj karşımıza çıkıyor. İsabetli bir şekilde başlığa da çıkarıldığı gibi Baydemir “Gelin hep beraber PKK’yı silahsızlandıralım” şeklinde bir çağrı yapıyor. Ona göre PKK’yı silahsızlandırmanın yegane yolu “direkt veya dolaylı, kendisini ikna etmek”. Bu noktada DTP’nin yerini alan partisi BDP’nin anahtar rol oynayabileceğini söylüyor.Baydemir hükümetten sil baştan yapmasını ve BDP’ye şu mesajı vermesini bekliyor: “Tamam Öcalan bir aktördür, tamam PKK bir aktördür, ama bu iş ancak sizin üzerinizden yürüyebilir. Türk halkı ancak sizin muhataplığınızla bunu çözebilir.” Baydemir’in söylediklerinin birçok doğruluk payı içerdiğini düşünüyorum, fakat çok kısa süre önce ettiği küfürlerle, kendi deyimiyle “Türkiye’nin Batı yakası”nda zaten epey tartışmalı olan itibarını iyice azaltmış biri o. Kaldı ki çok ama çok geç kalmış olduğu da ortada. Zira hepimiz biliyoruz ki hükümet açılımı başlattığı zaman DTP’ye, Baydemir’in bugün beklediğine benzer mesajlar iletmiş, fakat karşı taraftan “Beni değil Kandil’i, hatta İmralı’yı muhatap alın” dan öteye bir cevap alamamıştı. Açılımın bugün geldiği tıkanmada DTP’lilerin bu gönülsüzlüğünün payı hayli yüksektir ve BDP’lilerin de Öcalan ve PKK ipoteğinden kurtulabileceği, hatta kurtulmak istediğine dair ortada herhangi bir işaret gözükmüyor.
Son günlerde hayli hayati ve büyük ölçüde verimli bir tartışma sürüyor. Soru aslında basit: Türkiye’de son dönemde yaşananlar devletin kurumları arasında ve hatta birçok durumda aynı zamanda içlerindeki çatışmaların sonucu mu, yoksa demokratikleşmenin doğal sancıları mı? Bu soruyu iyice baitleştirerek, “ülkemizde işler iyiye mi gidiyor, kötüye mi?” şeklinde de sorabiliriz. Şu ana kadarki tartışmalarda iki ana akımın ve buna bağlı olarak bir cepheleşmenin yaşadığını söyleyebiliriz: Bir yanda AKP’nin ülkeyi otoriter bir tekparti sistemine doğru taşıdığına, Başbakan Erdoğan’ın da Türkiye’nin Putini olmaya doğru yol aldığına inananlar; karşılarındaysa ülkenin hızla ve geri dönülemez bir şekilde demokratikleştiğini düşünenler. Bir de tabii, sayıları az olmakla birlikte, benim gibi, her iki yaklaşımın doğrular içermekle birlikte esas olarak yanlış olduğunu, AKP’nin 7 yılı aşkın süreli iktidarından bir “demokrasi” veya “faşizm” efsanesi çıkarmanın mümkün olmadığını ileri sürenler var. Sonradan demokratlarAna konusu demokrasi olan bu tartışmanın en büyük talihsizliklerinden biri, ekseninde AKP iktidarı ve onun icraatının olması, dolayısıyla alınan pozisyonların hemen tümünün AKP’ye nasıl bakıldığıyla irtibatlandırılmasıdır. Örneğin sırf İslamcı geçmişleri nedeniyle AKP yöneticilerinin asla demokrasiyi benimsemeyeceğine ve demokrasi adına attığı adımların tümünün aldatmaca, yani “takiyye” olduğuna inanan epey geniş bir kitle söz konusu. AKP’lilerin de iktidarları boyunca bu kesimlerin kaygılarını gidermeye yönelik çok ciddi arayışlar içine girdikleri söylenemez; hatta kimi durumlarda bu endişeleri daha da pekiştirmiş oldukarı da açıktır.Öte yandan, aslında demokrasiyle araları hiç iyi olmayan, otoriter, hatta totaliter bir rejim özlemi içinde olan ve AKP’nin ellerinden geleneksel iktidarlarını alıyor olmasından ciddi biçimde rahatsızlık duyan bazı kişi ve çevreler birden “demokrasi şampiyonu” kesilebildiler. Tabii bu iddialarını kendi başlarına inandırıcı bir şekilde dillendirmeleri mümkün olmadığı için, AKP’yi, hiçbir iktidar hesabı içinde olmadan, samimi bir şekilde, tamamen çoğulcu demokrasi ölçütleriyle eleştiren kişilere destek verir gözüküyorlar ve onları hayli zor durumda bırakıyorlar. Karşı cepheye bakacak olursak; burada da AKP iktidarından “laiklik” ekseninde kaygı duyan kesimlere karşı geniş ölçüde önyargılı bakışın hakim olduğunu gözlüyoruz. Bu önyargılı bakış, “bir arada yaşama” felsefesini de zedeliyor. Öyle ki Türkiye’yi, laiklik hassasiyetine sahip kitleleri dışarda tutan, yani onlara “rağmen” ve kimi durumda onlara “karşı” bir demokratikleştirme arayışı gibi abes ve nafile bir arayışa yönelebiliyorlar. Diğer taraftan, çoğulcu demokrasiyi sindirip içselleştirmiş oldukları hayli kuşkulu; çağdaş demokrasinin en temel ilkelerinden olan şeffaflıkla hiçbir alakaları bulunmadığı kesin olan bazı çevrelerin de, “demokrasi”, “şeffaflık” gibi değerleri kendilerine kalkan edinerek AKP iktidarını desteklediklerini ve onu hayli zor durumda bıraktıklarını görüyoruz. İşte bu her iki cephenin “sahte demokratları”, sürmekte olan tartışmaya egemen olmaya ve her iki kanatta aslında çoğunlukta olan, gerçekten demokrasi arayışı içindeki kesimleri sessiz ve etkisiz hale getirmeye çalışıyorlar. Bu hayati tartışmanın esas olarak medya üzerinden yürüdüğü açık. Fakat açık olan diğer bir nokta da, siyasi iktidarın medyayı her geçen gün daha fazla kendi denetimi altına almaya çalışıyor olması. Özetle, daha demokratik ve özgür bir Türkiye için, yaşanan iktidar mücadelesinde taraf tutmayan, ama sonuna kadar demokrasiden yana olan, özgür ve eleştirel düşünceye sahip gazetecilere ve bağımsız basın-yayın organlarına ihtiyacımız var.