İÇİŞLERİ Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısını az merak, çok ümitle izledim. Fazla merak etmiyordum zira Kürt açılımı konusunda yeni, somut ve en önemlisi yaşanan tıkanıklığı aşmaya yarayacak şeyler söyleyemeyeceğini düşünüyordum. Öte yandan ümitliydim zira açılımı önemsiyor, başarıya ulaşmasını diliyor ve buna bağlı olarak da destekliyorum. Yani Atalay’ın şaşırtmasını ve yaşadığımız katmerli krizin aşılması ve açılımın ilerlemesine katkıda bulunacak adımları duyurmasını umuyordum.
Ancak Atalay, tıpkı Başbakan Erdoğan’ın son günlerde sık sık yaptığı gibi, hükümetin açılım konusundaki kararlılığını tekrarlamanın ötesine geçmedi. Tabii bir de son yaşanan tatsız olayların birer “tahrik”, diğer deyimle “provokasyon” olduğunu; sorumluların hepsinden haberdar olduklarını ve bunların hak ettikleri cezalara çarptırılacağını söyledi. Atalay’ın bu sözleri bazılarını tatmin etmiş olabilir ancak ben olmadım.
Yılların eskitemediği yaklaşım
Tatmin olmadım çünkü bizim devlet yetkililerinin, kamuoyunu ikna etmede sihirli bir rolü olduğunu düşündükleri ve bu nedenle her başları sıkıştığında başvurdukları “tahrik” saptamasının, isabetli olsa bile toplumsal olayları, çatışmaları anlamada, kavramada yeterli ve yararlı olmadığına, hatta çoğu durumda zararlı olduğuna inanıyorum. “Tahrik” (provokasyon) teorileri şöyle basit bir akıl yürütmeden hareket eder: Bizim toplumumuzun arasında aslında ciddi ihtilaflar yoktur, tam tersine çok güçlü kardeşlik bağları vardır fakat bundan rahatsız olan bazı (iç ve/veya dış) mihraklar provokasyonlarla bizleri birbirimize düşürmektedir.
Diyelim ki yakın tarihimizde yaşanan bütün iç çatışmaların, katliamların, siyasi suikastlerin ardında provokatörler var, o zaman şu soruyu sormak gerekmez mi: Nasıl oluyor da o güçlü kardeşlik bağlarına rağmen bu provokatörler emellerine ulaşabiliyorlar?
Beşir Atalay gibi yetkin bir sosyal bilimcinin de çok iyi bildiği gibi, bir toplumu karıştırmak isteyen güç odakları, o toplumda bazı çatışma potansiyelleri bulunmaması durumunda asla başarılı olamazlar. Örneğin Alevilere yönelik katliamları ele alalım: Ülkücüler 1980 öncesi yaşananların, İslamcılar da son Sıvas katliamının “düpedüz provokasyon” olduğunu kanıtlamak için ellerinden geleni yaptılar. Fakat bu arada, diyelim ki “karanlık güçler” tarafından komşusu Alevinin öldüren veya hiç tanımadığı insanların alevler içinde kalmasını keyifle seyreden insanları sorgulamadılar.
Her şey mi komplo?
Son Ergenekon soruşturmasıyla birlikte bütün yakın tarihimizin, bugünümüzün ve hatta geleceğimizin bir “komplolar ve provokasyonlar bileşkesi” olarak tarif edilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Ergenekon gibi bir örgütlenmenin var olması, bu yapının değişik yollarla iç çatışmalar körüklemek istemiş veya körüklemiş olması yaşanan her tatsızlığın arkasında onların olduğu anlamına nasıl gelebilir? Diyelim ki “derin” bir yapı bütün bunları tezgahlıyor, Reşadiye’de askerleri şehit edenlerin; onların bu saldırısını onaylayanların; bir belediye otobüsünde genç bir kızı ateşe verenlerin; Dolapdere’de göstericilere silah çekenlerin; Muş Bulanık’ta göstericilere Kaleşnikof’la saldıran kişinin hiç mi suçu yok?
Daha önemli sorularsa şunlardır: Neden bu kişiler bu suçları işliyorlar? Neden Türkiye toplumu bu yaşananlara karşı aynı tepkiyi vermiyor?
Beşir Atalay, son olayların sorumluluğunu “demokrasinin yükselmesinden rahatsız olanlar”a yükledi. Haklı olabilir. Gerçekten de Kürt açılımından, onun başarılı olma ihtimalinden rahatsız olan birbirlerinden farklı çevreler tahriklere başvuruyor olabilirler. Ancak unutmamalı ki, eğer böyle odaklar gerçekten varsa, bunların en çok, toplumun açılım konusundaki kafa karışıklığından ve buna neden olan hükümetin yanlışlarından istifade ettikleri de ortadadır.
Sonuç olarak hükümetin, bir an önce toplumdaki kafa karışıklığını giderecek adımlar atması, bu bağlamda, çok iyi bildiklerini söyledikleri provokatörleri, vakit geçirmeden etkisiz hale getirip cezalandırması gerekir.
Provokasyon demekle iş bitmiyor
Haberin Devamı