Ankara, Dağlıca’nın ardından dört koldan yoğun bir diplomatik girişim başlattı... Baskının ardından yaşananlar hükümeti ve TSK’yı, Türkiye’nin bu sorunu ancak kendi başına çözebileceği noktasına getirmişe benziyor... Önceki gün, dört meslektaşımla birlikte günübirlik Bağdat ziyaretlerinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’a eşlik ettik. Gezinin amacı Ekim ya da Kasım ayında Bağdat’ta düzenlenecek olan Türkiye-Irak Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısının hazırlıklarını gözden geçirmekti, dolayısıyla ekonomi ağırlıklı konu olarak dikkat çekiyordu. Bununla birlikte PKK ve dolayısıyla Kürt sorunu, özellikle Davutoğlu’nun ikili görüşmelerinde detaylı bir şekilde ele alındı.Davutoğlu ile Bağdat yolunda ve dönüşünde uzun uzun sohbet etme imkanı bulduk. Tabii ki muhabbetimiz dönüp dolaşıp “Kürt açılımı” na geldi. Davutoğlu bütün ısrarlarımıza rağmen açılımın detayları hakkında en ufak bir bilgi vermedi. Bununla birlikte kimi zaman bir devlet adamı, kimi zaman da bir entelektüel, bir sosyal bilimci olarak PKK ve Kürt sorunu hakkındaki görüşlerini bizlerle paylaştı, tartıştı. Başbakan Başdanışmanı olduğu dönemde İstanbul, Ankara, Washington ve New York’ta kendisiyle yine böyle ortamlarda ya da kimi durumda başbaşa uzun sohbetlerde bulunmuş biri olarak, Davutoğlu’nun bakan olduktan sonra da eski samimiyetini, dürüstlüğünü ve açıkszölülüğünü koruyor olduğunu görmek beni sevindirdi.Bazı izlenimlerDavutoğlu ile kesintili yaklaşık üç saat süren sohbet ve tartışmalarımızdan edindiğim bazı izlenimleri aktarmak istiyorum:1) Tahmin ettiğim gibi Davutoğlu, son Kürt açılımının fikri altyapısının oluşturulması ve hayata geçirilmesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ardından, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile birlikte en kilit rollerden birini üstleniyor.2) Kürt açılımının uluslararası ayağının çok önemli olacağını, ayrıca Irak’la, bu ülkedeki farklı gruplar ve işgali sürdüren ABD ile ilişkilerin hayli önem arz ettiğini kestirmek hiç de zor değil. Fakat buradan hareketle açılımın bir “yabancı prodüksiyonu” (daha çok da Amerikan malı) olduğunu ileri sürenler çok büyük bir yanlışa imza atıyorlar. Her şey bir yana, Türk dış politikasında Washington’a rağmen bir dizi hayati çıkışın yapılmasında ön planda olan (ve bu yüzden Amerikan yönetiminin ve ülkemizdeki Amerikancıların uzun bir süre günah keçisi olan) Davutoğlu’nun varlığı böylesi spekülasyonları boşa çıkartmaya tek başına yeter. 3) Hükümet hem açılımı hayata geçirmekte çok kararlı, hem de bundan sonuç alınacağına ciddi olarak inanıyor. Yine Davutoğlu ile sohbetimizden hükümetin muhalefetin süreç dışında kalmasını tercih etmesinin kesinlikle söz konusu olmadığı sonucuna vardım. Bununla birlikte muhalefetle birlikte yol almanın çok da kolay olmayacağını çok iyi bildiklerini de gördüm.4) Anladığım kadarıyla bu derece kapsamlı bir açılıma karar verilmesinde 21 Ekim 2007 tarihinde PKK’nın Hakkari Yüksekova’nın Dağlıca köyünde konuşlanan tabura saldırısı dönüm noktası olmuş. PKK’nın gücü sorunuŞu noktanın altını çizmek istiyorum: Bu, Bakan Davutoğlu’nun yaptığı bir tespit değil. Kendisiyle yaptığımız sohbetlerin ışığında bu değerlendirme kafamda şekillendi. İstanbul’a vardıktan sonra Dağlıca baskının detaylarını yeniden inceledim, o tarihte, kendiminkiler dahil, yazılanları okudum. Hatırlanacağı gibi Dağlıca’nın ardından iki farklı analiz yapılmıştı: İlk gruptakiler bu baskını PKK’nın bir nevi intiharı gibi görmüş, TSK’nın düzenleyeceği bir kara harekatıyla örgütün büyük ölçüde tasfiye edilebileceğini savunmuşlardı.Benim de içinde yer aldığım ikinci gruptakilerse, baskının, PKK’nın zayıflığını değil gücünü gösterdiğini, örgütün Türkiye’yi Irak’ta bataklığa çekmek istediğini ileri sürmüştü. Ülkeyi yönetenler de benzer bir görüşte olmalılar ki, TBMM’nin onay vermiş olmasına rağmen hava harekatıyla yetinilip karadan PKK üslerine saldırmak için 2008 yılının Şubat ayı sonları beklendi.Dağlıca’nın ardından Ankara dört koldan yoğun bir diplomatik girişim başlattı. Dönemin ABD Başkanı Bush nihayet Türkiye ile “anlık istihbarat” paylaşımına razı oldu. Ne var ki PKK’nın 3 Ekim 2008 günü Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde Aktütün sınır karakoluna saldırıp 15 askeri şehit etmesi, bütün askeri önlemlere rağmen örgütü bitirmenin pek kolay olmadığını bir kez daha gözler önüne serecekti. Biz çözerizToparlayacak olursak: Dağlıca baskını ve ardından yaşananlar AKP hükümetini ve benzer bir şekilde TSK’yı, ne yapıp edip bu kısır döngünün bir an önce kırılması gerektiği; her ne kadar komşu ve müteffik ülkelerden her türlü katkı ve işbirliği için yoğun çabalar gösterilse de, Türkiye’nin bu sorunu ancak ve ancak kendi başına çözebileceği noktasına getirmişe benziyor. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, içine girmiş olduğumuz, Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözme sürecinde provokasyonlar konusunda çok dikkatli olunması gerektiği yolundaki uyarısını önemsiyorum. Eğer “başkaları” nın kışkırtma girişimlerini boşa çıkararısak Türkiue olarak biz bu sorunu pekala çözebiliriz ve çözme yolunda da şimdiden hiç yabana atılmayacak bir yol almış durumdayız.Tükiye’yi sarsan saldırıDağlıca Tabur Komutanlığı’na 21 Ekim 2007 gecesi kalabalık bir terörist grup tarafından yapılan saldırıda 12 asker şehit olmuş, 16 asker yaralanmış, 8 asker ise teröristler tarafından kaçırılmıştı. Uzun aradan sonra böyle çok sayıda askerin şehit olması büyük öfke yarattı. Örgütün K.Irak kamplarına götürülen askerler 14 gün sonra serbest bırakıldı. Askerlerin bırakılması için DTP’li vekiller arabuluculuk yaptı. 8 asker tutuklandı. 2 Şubat 2008’de tahliye olan askerlerin yargılanması sürüyor. Baskının ardından bazı basın organları Dağlıca baskınının daha önceden bilindiğine dair yayınlar yaptı. Genelkurmay, sert açıklamayla yanıt verdi.
“Kürt açılımı”nın tartışıldığı dönemde bu gezinin sadece ekonomik hedefleri olduğu asla söylenemez. Davutoğlu’nun PKK ile ilgili birçok konuyu ele aldığı kesinBaşbakanlık Başdanışmanı olduğu günlerde Prof. Ahmet Davutoğlu’nun temel önermelerinden biri “komşularla sıfır problem” di. Türkiye’nin son dönemde komşularıyla “sıfır” olmasa da epey az problemli olduğu söylenebilir ve bu noktaya gelinmesinde Davutoğlu’nun payı asla inkâr edilemez. Hele onun Türk dış politikasına “stratejik derinlik” getirme çabalarının çok sayıda etkili kişi ve odağı hayli rahatsız ettiği ve onların yoğun engelleme çabalarına maruz kaldığı düşünülürse pekâlâ bir başarıdan söz edebiliriz.Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduktan sonra “komşularla sıfır problem” den bir adım ileri gidip “komşularla maksimum ilişki” arayışını öne çıkarıyor. Ve bunun ilk ciddi deneme alanının Irak olması epey ilgi çekici.Açılım suskunluğuBağdat yolunda Davutoğlu biz gazetecilere uzun uzun, Başbakan Erdoğan’ın 2008 Temmuz ayındaki Bağdat ziyaretinde kurulması kararlaştırılan Türkiye-Irak Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği Konseyi’ni anlattı. Fransa ile Almanya arasındaki ilişkiyi andıracak bir şekilde Irak ile birçok alanda entegrasyonu (bütünleşme) hedeflediklerini söyledi. Buna bağlı olarak önümüzdeki Ekim veya Kasım ayında Erdoğan’ın yanında sekiz icracı bakanla Bağdat’a yeniden gelip Irak Başbakanı Nuri el Maliki ve sekiz bakanıyla ortak kabine toplantısı yapacağını, Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ile birlikte söz konusu toplantının hazırlıkları için bu geziye çıktıklarını sözlerine ekledi.Türkiye’nin tam da “Kürt açılımı”nı tartıştığı bir dönemde böylesi bir gezinin sadece ekonomik hedefleri olduğu asla söylenemez. Üstelik Davutoğlu’nun, her ne kadar fazla ön plana çıkmasa da, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’dan sonra, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a hemen hemen eş ölçüde bu açılımın en kilit isimlerinden biri olduğu düşünülürse bu gezide PKK ile ilgili birçok hayati konunun ele alındığı kesin. Nitekim Davutoğlu Bağdat’ta hem KDP kökenli Dışişleri Bakanı Zebari ile, hem de KYB kökenli Başbakan Yardımcısı Berham Salih ile görüştü; her iki etkili Kürt politikacı Davutoğlu onuruna ayrı ayrı yemek verdi. Ne var ki Davutoğlu, açılımın derinlemesine ele alındığı son MGK toplantısına katılmış olan diğer isimler gibi, açılımın içeriği konusunda hiç ama hiçbir şey söylememeye özen gösterdi.Terörü paranteze almakBununla birlikte onun ısrarla çizdiği “Mezopotamya’yı yeniden bereketli bir havzaya dönüştürme” vizyonunun PKK ve her türden terörist faaliyetle doğrudan ilişkisi olduğu tartışılmaz. Şöyle ki böylesi bir vizyonun önündeki en büyük engelin terör olduğu düşünülürse, bunun bir parçası olmak isteyen herkes bir şekilde terörle mücadele etmek durumunda kalacak ve bu vizyonun hayata geçmesi durumunda terörün zemini ortadan kalkıp, PKK ve benzeri yapılar tam olarak tasfiye edilemeseler bile “parantez içine” alınabilecekler.Bugün itibariyle bu vizyonun gerçekleşebilmesi pek kolay olacağa benzemiyor, en azından bunun için epey bir zaman ve emeğe ihtiyaç olduğu açık. Her ne kadar Irak Kürtleri Türkiye’nin PKK ile mücadelesine “geçmişe göre daha fazla” destek veriyor olsalar da bunun gerekli olan “mutlak destek” ile ilişkisi olduğu söylenemez. Bununla birlikte eğer Türkiye Kürt sorununu çözme yolunda belli bir mesafe kaydedebilirse Irak’la, özellikle de Irak Kürtleriyle sorunlar da büyük ölçüde çözüm yoluna girebilir. Özetle, tipik bir tavuk-yumurta ilişkisi söz konusu. ‘Terör sorununu detaylarıyla görüştük’Davutoğlu, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari’yle görüştükten sonra ortak basın toplantısı düzenledi. Zebari toplantıda, “PKK’nın sebep olduğu gerginlikten sonra iyi ilişkiler kurduk. Görüşmelerimizde iki ülke arasındaki siyasi ve ekonomik ilişkilerin yanı sıra su sorununu da ele aldık. Terör çok büyük bir sorundur. Sayın Davutoğlu ile bunu detaylı şekilde ele aldık. Terörle mücadele için kurulan üçlü mekanizmanın çalışmalarını ele aldık. Irak yönetimi ve kuzeydeki bölgesel yönetim terörle mücadele konusunda alınan bütün kararları tatbik edecek ve bu kararlara bağlı kalacak. Bu işbirliğinin daha da geliştirilmesi için çalışıyoruz” diye konuştu.Demokratik açılımlar Türkiye’nin iç meselesiANKARA - Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bir günlük ziyarette bulunmak üzere Devlet Bakanı Zafer Çağlayan’la birlikte Irak’a gitti. Davutoğlu, hareketinden önce Esenboğa Havalimanı’nda basın toplantısı düzenledi. antı mahiyetinde devam etmektedir.” Mahmur KampıDavutoğlu, kapsamlı görüşmeler yapacaklarını, bir taraftan Irak’taki son gelişmelere ilişkin istişarelerde bulunacaklarını, diğer taraftan da gelecek aylarda Bağdat’ta yapılacak Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısının hazırlık çalışmalarını yürüteceklerini söyledi. Bu temaslardan sonra gelecek ay içinde Irak’tan bir heyetin Türkiye’ye gelmesini beklediklerini ifade eden Davutoğlu, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyinin ekim ayında toplanmasının öngörüldüğünü bildirdi.“Mahmur kampının kapatılması” konusunun Bağdat temaslarının gündeminde olup olmadığının sorulması üzerine de Davutoğlu, güvenlikle ilgili konuların, bahsettiği mekanizmalar çerçevesinde zaten tartışıldığını belirtti. Davutoğlu, “O çerçeveye giren her konu ele alınacak. Önümüzdeki dönemde de Türkiye ile Irak arasında güvenlik işbirliğinin en üst düzeye çıkması için de altyapı çalışmaları sürecek” dedi.Bir gazetecinin, “demokratik açılım konusunun, Bağdat temaslarının gündeminde yer alıp almadığı” sorusu üzerine Davutoğlu, “Demokratik açılımlar konusu ise Türkiye’nin iç meselesidir” dedi. Davutoğlu, demokratik açılımlar konusuna ilişkin Türkiye’nin kendi içinde güçlü bir siyasi iradeye, gelişmekte olan güçlü bir toplumsal mutabakat zeminine ve görüş alışverişi zeminine sahip olunduğunu kaydetti.
Dağ derken tabii ki “Kürt açılımı”nı kastediyorum. İlk başta devletin Kürt sorununu çözmek için bir “açılım” başlatmasını ihtimal dahilinde görmeyenler, işin ciddiyeti ortaya çıktıktan sonra “Dağ yine fare doğuracak” diye kehanette bulunmaya başladılar. Burada ilginç olan şu: Bir insan herhangi bir olay karşısında “Dağ fare doğurdu” derse esas olarak yaşananlardan üzüldüğünü eleştirel bir şekilde dile getirmiş olur. “Kürt açılımı”ndan bir şey çıkmayacağını öngörenlerse hiç de üzülüyor gibi gözükmüyorlar. Zira onlar “Dağ fare doğuracak” derken aslında “Dağ fare doğursun” demeye getiriyorlar. Her ne kadar “Ben de çözüm istiyorum” deseler de Kürt sorununun çözülemesini arzulamıyorlar.Yıllardan beri Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesi için katkıda bulunmaya çalışan bir gazeteciyim. Benim gibi çözüm yanlıları değişik hükümetler döneminde az da olsa umutlandık ve kısa süre içinde hüsrana uğradık. Fakat bu sefer durumun farklı olduğunu, dağın fare doğurmayacağını, bu sorun çok kısa süre içinde çözülemese bile, çözüm yolunda çok ciddi mesafeler alınabileceğini düşünüyorum. Peki neden? Bir kere çok uzun bir süredir devletin değişik kurum ve kademelerinde bu yönde hummalı bir faaliyet yürütülüyor. Fakat Başbakan Erdoğan “cesur adımlarla” sorununun bir an önce çözümü önerilerine karşı “kimlik değil hizmet politikası” stratejisini öne çıkararak direniyordu. Bu politika son yerel seçimlerde AKP’nin Güneydoğu’da hayal kırıklığı yaşamasıyla suya düşünce hükümet de “kimlik politikaları”nın daha fazla öne çıkarılması gerektiği noktasına vardı. Bahçeli ve Baykalİşin ne derece ciddi ve sonuç alma ihtimalinin ne ölçüde yüksek olduğunu anlamak için MHP Lideri Devlet Bahçeli ile CHP Lideri Deniz Baykal’ın değişik dozlardaki tepki ve itirazlarına bakmak yeterli olabilir. “Açılım” çalışmalarının Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) etraflıca ele alındığının Erdoğan tarafından açıklanmasıyla birlikte Bahçeli çok yüksek sesle karşı çıkmaya başladı. “Açılım”ın ilk somut adımı olan Polis Akademisi’ndeki çalıştaya da şaşırtıcı ölçüde sert ve kaba protestosunu da aynı şekilde okumak lazım.Baykal’ın da nötr tutumunu AKP-DTP buluşmasının hemen ardından değiştirmesi manidardır. Anlaşılan CHP Lideri, daha DTP’nin adını bile ağzına almayan Erdoğan’ın Kürt açılımı yapmasının mümkün olmadığını görüyordu. Fakat Erdoğan, Ahmet Türk ve arkadaşlarıyla görüşmesinin ardından son derece pozitif açıklamalar yapınca Baykal hükümetin aslında PKK ile pazarlığa oturmuş olduğunu söylemeye başladı.Siyasetçiliğinden önce son derece parlak bir siyaset bilimci olan Baykal’ın, DTP’nin PKK ile ilişkinin zararları kadar yararları da olabileceğini çok iyi bildiğine eminim. Nitekim kendisinin zaman zaman Erdoğan’ın DTP’yi muhatap almama inadını eleştirmiş olduğununa da tanık olmuştuk. Yine aynı Baykal, AKP’lilerin telaffuz etmeye korktuğu “af” sözcüğünü, tabii PKK’nın silah bırakması koşuluyla kullanmaya cesaret edebilmişti.Artılar ve eksilerDağın fare doğuracağını ileri sürenler, AKP’nin seçmen tepkisini düşünerek çözüm için gereken cesur adımları atamayacağına inanıyorlar. Gerçekten siyasi açıdan son derece riskli bir süreç söz konusu. Ne var ki sorunu çözmeye çalışmanın olduğu kadar çözüme kalkışmamanın da hayli yüksek maliyeti var. 1980 sonrasında birçok siyasi parti iktidarda yer aldı fakat bunların hemen hepsi Kürt sorununu çözemedikleri için kaybetti, hatta bazıları ortadan kayboldu. Erdoğan ve kurmayları bu açılımın “getirebilecekleri”nin “götürebilecekleri”nden daha fazla olabileceği yolunda bir hesaplama yapmışa benziyorlar. Bunun hiç de yanlış bir hesap olmayabileceğini ve açılımın startından bu yana oluşan kamuoyunun da bunu kanıtladığını düşünüyorum.
AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan nihayet DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ve arkadaşlarını kabul etti ve ilk işaretlere göre korktuğu şeylerin hiçbiri başına gelmedi. Hatta DTP’lilerin “makul, olgun, anlayışlı ve sorumlu” tavır ve üsluplarının Erdoğan başta olmak üzere AKP tarafını şaşırtmış olduğunu öğrendim. Sonuçta Erdoğan cephesinde bu buluşmanın isabetli, yararlı ve verimli olduğu yönünde bir kanaat hakim. Erdoğan neden korkuyordu? Uzun bir süre “terörü kınamazlarsa görüşmem” dediği DTP’lilerin bu buluşmaya “zafer kazanmış” edasıyla gelmelerinden ürküyordu. Bu kaygısının ilk nedeni hiç kuşkusuz şahsiydi, açık söyleyecek olursak “karizmasının zedelenmesi” ihtimaliydi. İkincisi daha genel ve siyasiydi. Zira Erdoğan “Kürt açılımı” konusunda sahiden çok ciddi ve bu sorunun çözümü için ilk şartlardan birinin DTP’yi muhatap almama ısrarından vazgeçmesi olduğunu nihayet kavradı ya da kabullenmek zorunda kaldı. Daha ilk günden MHP’nin topyekun saldırısına maruz kalan açılıma karşı CHP’nin de ne yapacağının tam belli olmadığı bir ortamda eğer DTP de açık bir şekilde işi yokuşa sürseydi süreç daha başlamadan bitmiş olabilirdi. Fakat DTP’liler bunun kendileri için çok ama çok önemli bir fırsat olduğunu anlamış olacaklar ki iktidar partisine karşı tahminlerin ötesinde bir şekilde anlayışlı, sorumlu ve olgun bir tavır takınmışlar. Sonuçta dün itibariyle DTP’nin Kürt açılımı denen süreç içerisinde aktif bir şekilde yer aldığını söyleyebiliriz. Fakat şunu unutmamak şart: DTP’nin katılımı bu süreç için olmazsa olmaz bir şarttı, öte yandan yine DTP’nin varlığı bu açılımın en kırılgan yönlerinden birini oluşturuyor. Bu süreci sabote etmek isteyenlerin birçok kanattan provokasyonlar tezgahlanabileceklerini ve sıklıkla DTP’nin PKK ve Öcalan ile ilişkisini istismar etmek isteyeceklerini öngörebiliriz. Öz değil biçim konuşulduDünkü buluşmada ağırlıkla, tıpkı İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısında yaptığı gibi “Kürt açılımı” nın içeriği değil üslup ve yöntemi üzerinde durulmuş. Son günlerde peş peşe yaşananları çok yakından izleyen DTP’lilerde, zaten AKP hükümetinin bu sefer “gerçekten kararlı” olduğu kanısı ağır basıyordu. Dün Erdoğan ve arkadaşlarının tavır ve açıklamalarıyla bu kanıları iyice pekişmişe benziyor. Başta MHP olmak üzere, birbirinden farklı çevre ve odakların açılıma karşı yürüttükleri taarruzun DTP’yi hükümete daha da yakınlaştırdığını ve çözüm istemeyen çevrelerin ellerinde koz vermemeye bundan böyle daha fazla özen göstereceklerini söyleyebiliriz.Erdoğan’ın bir diğer kaygısı, DTP’lilerin bir yandan “diyalog” ve “çözüm” deyip diğer yandan hükümetin öneri ve çalışmalarını eleştirip kendi görüşlerini dayatması ihtimaliydi. Ahmet Türk’ün buluşma sonrası yaptığı kısa açıklama, DTP’nin böyle bir tutumu benimsemeyeceği, olabildiğince hükümetin çizeceği çerçeve içinde kalmaya çalışacağı yolunda ipuçları taşıyor. Fakat untmamak lazım, DTP siyasi kararlarını kendi başına alan bir parti değil; Kandil’den ve özellikle de İmralı’dan yapılacak herhangi bir açıklama veya uyarı; daha ileri gidelim, gelecek bir talimat bu partinin bocalamasına ve çizgi değiştirmesine yol açabilir.Sonuçta Erdoğan çok büyük bir yanlıştan döndü ve DTP’lilerle diyaloğa geçti. Bu diyaloğun sağlıklı bir zemine oturtulması durumunda Kürt sorununun kalıcı çözümünün daha kolay olacağı açıktır. Fakat AKP+DTP=çözüm formülünün yanlış ve son derece tehlikeli olduğunu akıldan çıkarmamak lazım. Bu yüzden hükümetin ne yapıp edip CHP’yi de sürece dahil etmesi ve MHP’nin de itiraz çıtasını daha aşağılara çekmesini sağlaması gerekiyor.
TÜRKİYE Kürt açılımıyla birlikte MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin buna gösterdiği tepkileri de tartışmaya koyuldu. Bahçeli’nin neyi neden ve nasıl yaptığı kadar, onun itiraz çıtasını çok yüksekte tutmasına gösterilen tepkiler de irdelenmeye muhtaç. İlk bakışta iki uç tepki dikkat çekiyor:1) Uzun bir süre Ergenekon, AKP’nin kapatılması davası gibi toplumu daha fazla bölen kamplaşmalardan uzak kaldıkları için MHP ve onun gençlikteki uzantısı Ülkü Ocakları’nda bir “enerji birikimi” söz konusu. Bu nedenle Kürt sorununun çözümünü istemeyen kesimler Bahçeli’nin çıkışlarından hayli memnunlar ve ülkücü hareketi çözüme karşı bir “şantaj” aracı olarak kullanma hayalleri kuruyorlar.2) Kürt sorununun çözümüne angaje olduklarını iddia eden bazı kişiler de ilginç bir şekilde Bahçeli’nin bu çıkışlarından memnunlar. Zira onlar MHP’nin karşı çıkmasını bir nevi “çözümün sigortası” olarak görüyor; MHP’nin de dahil olacağı bir süreçten Kürt sorununa kalıcı bir çözümün çıkmayacağına inanıyorlar.Ben bu iki kutubun dışındaki üçüncü öbekte, yani muhalefet partilerinin, özellikle de MHP’nin yer almadığı bir süreçten “çözüm” değil “daha fazla sorun” çıkacağını düşünüyorum. Bahçeli “Kürt açılımı”nın çok ciddi olduğunun bilincinde ve daha ilk andan itibaren çok sert eleştirilerle inisiyatifi ele geçirmek ve hükümeti bundan vazgeçirmek istiyor. Türk milliyetçiliği temelinde yıllardır siyaset yapmakta olan bir parti ve onun lideri için bunlar doğal tavırlar. Kimse MHP ve her türden Türk milliyetçisinin “ne güzel, nihayet Kürt meselesi çözülüyor” diye sevinmesini beklemesin. Artısı ve eksisiyle çalıştayCumartesi günü Polis Akademisi’nde düzenlenen Kürt çalıştayında MHP’nin muhtemel tavırlarının da söz konusu edildi ve burada ben, daha yolun başında MHP’ye “bozgunculuk” yaftasının yapıştırılmasının doğru olmayacağını savunmaya çalıştım ve bunu Pazar günkü yazımda da belirttim.İlginçtir, bir süredir Bahçeli’ye karşı çok sert muhalefet yürüten “ülkücü” olma iddiasındaki bazı isimler, benim bu yorumumdan hareketle MHP liderini yıpratmaya yeltendiler. Öte yandan Bahçeli de, çalıştaya katılan biz gazetecileri “12 kötü adam” olarak tanımladı. Şahsen “kötü adam” olduğumu sanmıyorum, çalıştaya katılmakla yanlış bir şey yaptığımı da düşünmüyorum. Çalıştayın düzenlenme şekli, çağrılılar vb. konusunda eleştirilecek çok şey vardı; bunları çalıştay sırasında da, sonradan NTV’deki yorumlarım ve Vatan’daki yazımda belirttim. Bundan yaklaşık bir buçuk yıl yıl önce yine Kürt sorunu üzerine beş ayrı çalıştayın düzenlenmesine katılmış ve bunları bizzat yönetmiş biri olarak (bu çalıştaylarla ilgili bilgilere www.sorar.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz) “ben olsaydım daha farklı bir toplantı düzenlerdim” diyebilirim. Bununla birlikte Cumartesi günü hiç de kötü olmayan bir buluşma gerçekleşti ve eğer gerçekten bu ilk adımsa, Kürt açılımı için iyi bir start verildi.Yanlış yapmadımÇalıştaya katılan gazetecilerin hepsini biliyorum. İçlerinden birkaçınıysa çok uzun zamandan beri yakından tanıyorum, birçok konuda çok farklı düşünüyor olmakla birlikte bu dostlarımın “kötü adam” olmadıklarına kefil olabilirim. Ancak kimsenin bir başkasının kefaletine ihtiyacı yok. Hepimiz yıllardır yazıp çizen, kendimizi savunabilecek gazetecileriz. Kendi hesabıma bu toplantıya çağrılmış olmayı bir imtiyaz vs. olarak görmedim. Diğer gazetecileri hangi kıstaslarla davet ettiler bilemem ama yıllardır Kürt sorunu üzerine çalışan bir gazeteci olarak çağrılmam son derece normaldi. (Beni tanıdığını ve Kürt sorunu hakkında yazıp çizdiklerimi “yararlanarak” izlediğini düşündüğüm MHP Lideri’nin de benim çağrılmış olmamı yadırgamış olduğunu sanmam.)“Etik” açısından bu çalıştaya katılmanın yanlış olduğunu da düşünmüyorum. Orada gizli kapaklı birtakım planlar yapmadık, zaten yazıp çizdiğimiz görüşlerimizi geniş bir katılımda uzun uzun tartıştık. Ciddi olduğuna ve sonuç alabileceğine inandığım “Kürt açılımı”nın daha başlamadan boğulmasına vesile olacak her türden polemik ve spekülasyondan uzak durmak istediğim için daha fazla uzatmak istemiyorum. Kürt sorununun çözümünü samimi olarak arzulayan biri olarak içinde bulunduğumuz sürece katkıda bulunmayı sürdüreceğimden kimsenin kuşkusu olmasın.
Biliyorum çok kişi “içerikle ilgili bir şey söylemedi ki!” diye burun kıvırıyor, kıvıracak, ancak ben tam tersini düşünüyorum, İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın dünkü basın toplantısı, devletin “Kürt açılımı” için çok güzel bir start oldu. Zira Atalay’ın da belirttiği gibi kimi durumlarda üslup ve yöntem, öz kadar, hatta bazen ondan daha fazla önemli olabilir. Söz konusu olan Türkiye’nin yılların birikimi Kürt sorunu olunca üslup ve yöntemde hassasiyet ve titizlik uygulamalardan daha hayati olabiliyor. Nitekim geçmişte farklı tarafların üslup ve yöntem yanlışları nedeniyle bu sorunun çözülmesiyle ilgili çok fırsat kaçırmışlığımız var.Peki üslup ve yöntemde doğru olan, ümit veren ne? Öncelikle Atalay, sorunun adını “Kürt meselesi” olarak koyarak devletin olaya bakışını tamamen değiştirmiş olduğunu tescillemiş oldu. Ardından “tüm kurum ve kademeleriyle devletin bütününde çözüm kararlılığı” bulunduğunu belirterek devletin çözüme tam anlamıyla angaje olduğunun altını çizdi. Ve nihayet toplumda çözüm yolunda “çok olumlu bir atmosfer” bulunduğunu, bu fırsatı değerlendirmek için herkese görev düştüğünü söyledi.Daha da derine gidecek olursak, Atalay’ın açıklamalarının merkezinde “toplumsal mutabakat” kavramı yer alıyor. Bakan Atalay, bu mutabakatı sağlayabilmek için, başta muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve medya olmak üzere “toplumun tüm kesimlerine” başvuracaklarını; zaten bugüne kadar herkesin konuyla ilgili görüş ve önerilerini derlediklerini belirtti ki daha önceki türban, Ergenekon gibi kilit sorunlarda “herkesi dinleyin, tüm kesimlerin kaygı ve beklentilerini ciddiye alın” çağrılarına AKP hükümetinin itibar etmemiş olduğu veya kısmi ittifakları “toplumsal mutabakat” olarak görüp göstermek istediği hatırlanacak olursa Bakan’ın dünkü yaklaşımı iktidar partisi için de bir tür “devrim” olarak tanımlanabilir.Ümit vericiArtık şunları biliyoruz:1) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün öncülüğünde uzun süreden beri Kürt sorununun kalıcı çözümü için devlette yoğun bir çalışma yürütlüyor.2) Devlet, sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlıyor ve bunu mümkünse PKK (yani terör) sorunuyla birlikte çözmek istiyor.3) İçişleri Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde sorunun bütün yönleriyle çözümü için kapsamlı bir paket hazırlanıyor ve buradaki plan ve projeler tartışmaya açılacak.4) Tartışmayla eşzamanlı olarak birtakım yeni düzenlemeler, gecikmeksizin hayata geçirilecek.Sorunun çözümünü gerçekten isteyen ve “kim neyi nasıl yaparsa yapsın bu sorunu çözmek mümkün değil” gibi bir karamsarlığa sahip olmayan biri için Bakan Atalay’ın dünkü üslubu ve tarif ettiği çözüm zemini oldukça ümit verici. Fakat çok zorlu bir sürecin içine girmiş olduğumuz da muhakkak. Zira Türkiye toplumu ne zamandır “uzlaşma” yerine “kamplaşma” ya odaklanmış durumda; buradan sağlıklı bir mutabakat platformu yaratmak çok güç olacağa benziyor.Öte yandan çözümsüzlükten beslenen epey iç ve dış odak var ve bunların süreci sabote edebilme kapasiteleri asla yabana atılamaz. Fakat Atalay’ın dediği gibi hükümet çözüm için “kararlı, azimli ve cesur adımlar” atarsa çözümsüzlük cephesinin direncini kırmak mümkün olabilir. Görev dağılımıBu noktada herkese çok görev düşüyor: “Devlet yan çizmemeli, geri adım atmamalı;” Hükümet, DTP dahil tüm siyasi partileri ve STK’ları sürece katmak için elinden geleni yapmalı; “CHP ve MHP olabildiğince ” kolaylaştırıcı “ pozisyon arayışına girmeli;“Kürt hareketi “zafer kazanmış” havalarından sıyrılıp, şart dayatmaktan vazgeçip ve Türk kamuoyunun hassasiyetlerini de göze alarak aktif bir şekilde sürece dahil olmalı;“Medya da işin ciddiyet ve kırılganlığını gözeterek, toplumun tüm kesimlerini özgür ve demokratik bir tartışma ortamına çekmek için elinden geleni yapmalı.“Başlamak yolun yarısıdır” derler, Türkiye Kürt sorununun çözümü için iyi bir başlangıç yaptı, umarım devamı gelir. Hayırlısı olsun.
KÜRT sorunu sadece Türkiye’nin sorunu değil; Irak, İran ve Suriye’de de Kürtler yaşıyor ve bunların herbirinin değişik boyut ve ağırlıkta kendi Kürt sorunları var. Öte yandan “Pan-Kürtçülük” olarak tanımlayabileceğimiz tüm Kürtleri tek bir devlet çatısı altında toplama fikri yakın bir zamana kadar çok güçlü olduğu için farklı ülkelerdeki Kürt hareketlerinin birbirleriyle şu ya da bu şekilde ilişkileri mevcut. Dönem dönem Irak Kürtleri İran’da; İran Kürtleri de Irak’ta üslenip merkezi hükümetlere karşı savaş verdiler. PKK ise yıllar boyunca hem Irak, hem İran, hem de Suriye’yi üs olarak kullandı; son dönemde de büyük ölçüde Kuzey Irak’a yerleşmiş durumda.Bu ve benzer nedenlerle herhangi bir ülkenin kendi Kürt sorununu kendi içine kapanarak çözebilmesi mümkün değil. Örneğin Türkiye, PKK’lıların yerleşmelerini ve sınırdan sızmalarını engelleyebilmek için Irak ve İran’la belli bir ilişki kurmak zorunda. Diyelim ki PKK’nın silahsızlanması noktasına gelindi; yaşanması zorunlu olan “geçiş süreci” nde yine başta Irak olmak üzere komşu ülkelerin, hatta belki de bazı uluslararası kuruluşların yardım ve katkılarına ihtiyaç olacaktır. Ayrıca PKK içinde çok sayıda Suriye, İran ve hatta Irak vatandaşı militanlar olduğu düşünülürse, bunların silahsızlandırıldıktan sonra kendi ülkelerinde toplumsal yaşama yeniden kazandırılmaları gerekecek...Komplocu yaklaşımlarKısacası, şu günlerde açıklanması beklenen “Kürt açılımı”nın çok ciddi bölgesel, uluslararası ve diplomatik boyutları olacağı muhakkak. Kısmen bu olgu nedeniyle, kısmen tescilli bazı Amerikancılarımızın Kürt sorunun çözümüne “herkesten çok angaje” oldukları şeklindeki aldatıcı görüntü yüzünden ve nihayet “komplocu” yaklaşımların da etkisiyle bazıları söz konusu açılımı, başta ABD olmak üzere bazı dış güçlerin “siparişi”, “dayatması” ve hatta “ürünü” olarak görüyorlar. Doğru olduğunu düşünmüyorum. Nitekim Kürt açılımının en başındaki kişi olduğu her geçen gün daha fazla belirginleşen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önceki gün Kayseri’de bu tür yorumlardan duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirdi: “Mesele Türkiye’nin kendi sıkıntılarını, kendi problemlerini kendisinin çözme iradesidir. Türkiye’nin birçok meselesi vardır. Bu meseleleri çözmek de bizim kendi inisiyatifimizle ne kadar çok gerçekleşirse, o kadar çok doğru olur.” Cumhurbaşkanı Gül önceki gün çözüm için şöyle bir formül dile getirdi: “Türkiye’nin kendi standartları toplu şekilde yükseltilince, problemler otomatik olarak zaten çözülecektir.” İlk bakışta hayli iyimser bir yaklaşım gibi gözüküyor. Ancak Gül’ün hemen ardından ortak payda olarak “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” nı göstermesi, bu iyimserliği gerçekçi bir zemine taşıyor. İyiniyetli ve gerçekçiGül’ün bu iyiniyetli yaklaşımının gerçekçi olmadığını düşünenler muhakkak vardır, ben onlardan değilim; Türkiye’nin, “barış içinde birarada yaşama” prensibinden hareket etmesi; bunun için gerekli “diyalog” ve “toplumsal uzlaşma” mekanizmalarını inşa etmesi ve nihayet bunları verimli bir şekilde işletebilmesi durumunda birçok derdinden kurtulabileceğini değişik vesilelerle savundum. Kürt sorununun, ülkemizin bir numaralı ve en çetrefil sorunu olması, bunun çözümünün imkansız olduğu anlamına gelmeyebilir. Türkiye toplumu pekala bu sorunu çözebilir ve eğer bunu başarabilirse diğer dertlerinden çok daha kolay bir şekilde kurtulma şansına sahip olur. Evet biz kendi başımıza bu sorunu çözebiliriz ve galiba çözüme de adım adım yaklaşıyoruz.
Hafta sonu Diyarbakır’da toplanan “Kürt Sorununda Birlik ve Çözüme Doğru” çalıştayının Hatip Dicle tarafından okunan sonuç bildirgesinde “Kürtleri muhatap almayan, bu çerçevede Abdullah Öcalan, PKK, DTP, diğer siyasal parti ve demokratik örgütleri sürecin dışında tutan yaklaşım gerçek çözüm üretemez” denilmiş. Gerçekten devletin Kürt sorununun çözüm sürecinde kimleri nasıl “muhatap” alması gerektiği ciddi bir tartışma ve son günlerde bu yoğun bir şekilde yürütülüyor. Her ne kadar kimileri aksini düşünse de devletin Öcalan’ı ve PKK’yı doğrudan ya da dolaylı olarak muhatap almayacağı ortada. DTP konusundaysa devletin zirvesinde farklı yaklaşımlar mevcut: Başbakan Erdoğan DTP’lilere hâlâ randevu bile vermezken, Cumhurbaşkanı Gül kendilerini kabul ediyor (Çin gezisinin heyetine DTP’li Selahattin Demirtaş’ı da dahil etti), Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ ise bu partinin adını bile anmıyor. PKK ve Öcalan’ın tamamen, DTP’ninse bir ölçüde devre dışı bırakılıyor olması, bildirgede dile getirildiği gibi devletin çözüm sürecinde Kürtleri muhatap almadığı anlamına gelir mi? Sanmıyorum. Öncelikle, her ne kadar son yerel seçimlerde bölgede hayal kırıklığı yaşamış olsa da iktidar partisi Kürtlerden ciddi bir oy desteğine sahip; hatta Batı’ya yerleşmiş Kürt kökenli seçmenlerin öncelikli tercihinin DTP değil AKP olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yine AKP içinde, Kürt kökenli çok sayıda milletvekili, bakan ve yönetici de yer alıyor ve bunlardan bazıları, Erdoğan’ı kızdıracak ölçüde, çözüm sürecinde aktif olmaya çalışıyor. Kürt hareketi kimi muhatap alıyor?Kuşkusuz devletin “Kürt açılımı”na Kürtlerin daha fazla ve daha aktif olarak katılması çok iyi olur. Ancak bu noktadaki eksikliklerin önde gelen nedenlerinden biri, devletin geleneksel refleksleriyse bir diğeri de Kürtleri temsil etme iddiasındaki kişi ve çevrelerin tutumları. Son dönemde Kürt hareketinin yasal ve yasadışı sözcüleri tarafından yapılan açıklamalar, verilen röportajlara baktığımızda, epey sancılı ve çetin geçeceği anlaşılan Kürt sorununu çözüm sürecini kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı olmak yerine zorlaştırıcı ve geciktirici öğeleri öne çıkarttıklarını gözlüyoruz. (Bu noktada Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’ın önceki ve geçen Pazar günlerinde Star Gazetesi’nin “Açık Görüş” ekinde yayınlanan iki yazısı ve orada yaptığı “sorumlu davranma” ve “makulu arama” çağrılarının son derece değerli olduğunu vurgulamak isterim.)Sorunun kalıcı çözümü için devletin Kürtleri muhatap alması kadar, Kürt hareketinin temsilcilerinin toplumun kendilerine şüpheyle bakan kesimlerine seslenmesi ve onları ikna etmeye çalışmaları gerekir. Fakat “devlet Kürtleri muhatap almıyor” diye şikayet edenler, ağızlarını açtıklarında ya sadece devleti ya da sadece kendi tabanlarını muhatap alıyorlar. Murat Karayılan’ın Milliyet’ten Hasan Cemal’e verdiği röportaj buna çarpıcı bir örnekti. PKK’yı fiilen yöneten Karayılan yeni ve Türk kamuoyunu bir ölçüde rahatlatacak hiç ama hiç bir şey söylemedi ve “en kötü durumlara hazırlıklıyız” diyerek şantaj yapmayı sürdürdü. Fakat Karayılan’ın sözleri bir kısım kanaat önderi tarafından PKK’nın çözüm için hazır olduğu şeklinde yorumlandı.Kazananı olmayan bir savaşİşte bu türden “dış destekler” ve pohpohlamalardan da cesaret alan Kürt hareketinin yasal ve yasadışı temsilcileri, devletin sorunu kalıcı bir şekilde çözme kararlılığını, “savaşı kaybetmiş olması”na yoruyorlar. Halbuki devletin geleneksel Kürt politikasının iflas etmiş olması onun yenildiği anlamına gelmez. Varsayalım ki devlet yenilmiş olsun, bu durumda bile PKK çizgisinin kazanmış olduğu asla söylenemez. Kürt sorununun çözüm sürecine, “devlet kaybetti, PKK kazandı” gibi aslı olmayan bir değerlendirme kadar hiçbir şeyin zarar verebileceğini sanmıyorum. Nitekim, bazı “liberaller” tarafından empoze edilmeye çalışılan bu değerlendirmeye Öcalan’ın da pek itibar etmediğini, ama hareketin birçok temsilcisinin bunun etkisinde kaldığını görüyoruz. Kürt sorununun kalıcı bir çözümü için devletin eski politikalarından tam olarak arınması kadar, Kürt hareketinin “zafer kazanmış” gibi davranmaktan ve Türk kamuoyunun kaygı ve beklentilerini umursamamaktan vazgeçmesi de gerekiyor. Aksi takdirde, savaşın kazananı olamayanlar inşa edilmekte olan barışın da kaybedeni olmaya mahkumdurlar.