Sırf “Kürt açılımı” tabirini kullandığım için çok kişinin tepkisini çektiğimi biliyorum. Bunların arasında Türkiye’de “Kürt” diye ayrı bir etnik grubun varlığını kabul etmeyenler de var, Kürtlerin varlığını kabul etmekle birlikte bir “Kürt sorunu” bulunduğuna inanmayanlar, dolayısıyla bunun çözümü iddiasıyla atılacak her türlü adıma şiddetle karşı çıkanlar da. Tabii bir de hem Kürt sorununun varlığına, hatta ülkenin en önemli sorunu olduğuna inanıp hükümetin son açılımına destek vermekle birlikte buna “Kürt açılımı” denmesine öfkelenenlere dikkat çekmek gerek. İktidar partisinin kendisinden “AK Parti” diye bahsettirme inadının bir benzerini “açılım” konusunda yaşıyoruz. Her ne kadar yolun başında Başbakan Erdoğan’ın ağzından da “Kürt açılımı” tanımı çıkmış olsa da belli bir aşamadan sonra bunun yerine “demokratik açılım” denir oldu. “Kürt açılımı” yerine “demokratik açılım” deniyor olmasının neden yanlış olduğunu anlatmak için bir dizi gerekçe sayabiliriz; bunları bir kenara bırakıp şu sonuca varabiliriz: “Kürt sorunu”nu “Kürt” demeden çözmeye aşırı dikkat ve özen gösteriliyor olması, Kürt açılımında pek de iyi bir noktada olmadığımızı gözler önüne seriyor.Bazı medya kuruluşları ve yazarların, kapatma davası, türban sorunu, Ergenekon, HSYK gibi konularda sergiledikleri hükümet yanlısı “militan gazetecilik”ten Kürt açılımı konusunda nedense uzak durmaları, en fazla “Kürt değil demokratik açılım” diyerek başkalarına ayar vermeye çalışmakla yetinmeleri de bir başka olumsuz nokta olarak göze çarpıyor.Bu girişten sonra temel aktörlerin pozisyonlarını hızla sorgulayarak açılımda hangi noktada olduğumuzu anlamaya çalışalım: Hükümet hız kesti: İçişleri Bakanı Atalay’ın basın toplantısıyla start alan açılımın ilk günleri epey hareketliydi. Çalıştaylar, toplantılar, demeçler bir yana Başbakan’ın TBMM Grubu’nda yaptığı konuşmayla son “Ulusa Sesleniş”i, devletin yıllardır uygulayageldiği Kürt politikasının sıkı birer özeleştirisiydi ve devletteki paradigma değişimini gösteriyordu. Fakat muhalefetten gelen direnç, DTP’nin umulmadık radikalizmi gibi nedenlerle sanki frene basılmış gibi bir hava doğdu. En azından bayram sonrası ve Meclis’in açılmasına kadar hükümetten çok büyük adımlar beklemek herhalde gerçekçi olmaz. CHP arada: Ana muhalefet lideri Baykal başından itibaren açılımı sert bir şekilde eleştirdi ama kapıları asla tam anlamıyla kapamadı. AKP liderinin Atalay yerine bizzat CHP ile görüşmek istediğini ve bunu sonuna kadar zorlayacağını beyan etmesinden bu buluşmanın muhtemelen gerçekleşeceği sonucuna varabiliriz. Tabii böylesi bir durumda CHP “daha avantajlı” bir pozisyonda olacaktır.MHP tamamen dışarda: Devlet Bahçeli her vesileyle açılım sürecinde hiçbir şekilde yer almayacaklarını vurguluyor. Bahçeli bu sert tutumuyla, özellikle AKP ile MHP seçmenlerinin içiçe olduğu Anadolu taşrasında etkili olmayı, hatta CHP seçmeninin de bir kısmına ulaşmayı hesaplıyor olmalı. Bu stratejinin başarısı, Kürt açılımının başarısıyla orantılı olacaktır. Eğer hükümet Kürt sorununun çözümünde belli bir gelişme kaydederse MHP’nin silahı elinde patlayabilir; fakat tersi bir durumda MHP’nin epey kârlı çıkacağı da açıktır.TSK hayli mesafeli: Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, açılım hakkındaki sessizliğini 30 Ağustos vesilesiyle yazılı olarak bozdu ve kırmızı çizgileri iyice kızıllaştırdı. Her ne kadar TSK o günden beri sessizliğini korumaya özen gösterse de hükümetin işini pek kolaylaştırmadığı yolunda söylentiler giderek artıyor. En azından TSK’nın açılım sürecinde “aktif” olarak yer almadığını ve bunun sorumluluğuna ortak olmak istemediğini net olarak söyleyebiliriz.DTP bocalıyor: Başlangıçta açılımı hararetle destekleyen DTP’liler, Öcalan ve PKK’nın dışlandığını fark eder etmez dillerini radikalleştirdiler. Fakat bu tutumlarının, açılımı yürütenler ve ona destek verenlerin sert tepkisiyle karşılaşması, hatta Öcalan’ın bile DTP’lileri “ne yaptıklarını bilmiyorlar” diye eleştirmesi; bu arada açılıma karşı oldukları açık olan çevrelerin bu gelişmeden epey memnun olması nedeniyle bir ölçüde geri adım atmaya çalışıyorlar. Yine de, özellikle 1 Eylül Diyarbakır Mitingi’nin, “kendi deyimleriyle “onurlu bir barış”a katkısı olmadığını, tam tersine zarar verdiğini kavramış olsalar gerek.Bu yazıyı yazarken maalesef Güneydoğu’dan yeni şehit haberleri geldi. PKK’nın “silah bırakma”, en azından “güçlerini sınır dışına çekme” çağrılarına sudan bahanelerle kulak tıkayıp silahlarını birer şantaj aleti olarak kullanmayı sürdürmesinin bu ülkeye verdiği zararları tarif etmek mümkün değil. Yarın PKK ve Öcalan’ın ne yapmak istediklerini daha geniş bir şekilde tartışmak üzere.
Kürt açılımı”nın Güneydoğu’da nasıl değerlendirildiğini anlamak için üç gündür Diyarbakır, Mardin, Şırnak ve Batman’da dolaşıyor ve sıradan insanlarla, yerel siyasetçilerle ve kanaat önderleriyle görüşüyorum. İzlenimlerimin detaylarını önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşacağımı hatırlattıktan sonra bölgedeki genel havayı kısaca özetlemek istiyorum: Öncelikle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e karşı yoğun bir ilgi ve saygının olduğunu vurgulamak şart. Onun “güzel şeyler olacak” vaadi başından itibaren ciddiye alınmış. Ardından hükümetin açılıma resmen start vermesi bölgede büyük bir heyecan yaratmış ve ümitleri yeşertmiş. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın basın toplantısı beğenilmiş ama en çok Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos’ta partisinin TBMM Grubu’nda yaptığı konuşma, “bu sefer bu iş oluyor” duygusunu pekiştirmiş.Dünkü yazımda da belirttiğim gibi MHP, CHP ve Genelkurmay’ın açıklamaları tabii ki memnuniyet yaratmamış ama “olağan” karşılanmış. Fakat Gül ve bazı AKP yetkililerinin Org. İlker Başbuğ’un sözlerini onaylaması bariz bir kırgınlığa neden olmuş ve zaten başından beri varolan ancak örtük olan kimi kaygı ve şüphelerin güçlenmesine yol açmış. Bu nedenle Güneydoğu’da en çok şu soru soruluyor: Hükümet bu açılımı tamamlama cesaret ve kararlılığını gösterecek mi?Önemli mesajlarBu uzun girişten sonra Erdoğan’ın, neredeyse tamamını Kürt açılımına ayırdığı dünkü “Ulusa Sesleniş” konuşmasına gelmek istiyorum. Şurası bir gerçek: Kürt sorunuyla ilgili herhangi bir haberi, yorumu veya açıklamayı mesela İstanbul’dan değil de Diyarbakır’dan izlemek kesinlikle farklı oluyor. Dolayısıyla Erdoğan’ı izlerken ben de hep yukarıdaki sorunun cevabını aradım.Vardığım ve beni hiç şaşırtmayan sonuç şudur: Başbakan, dolayısıyla AKP hükümeti geri adım atmayacak, en azından atmamak için elinden geleni yapacak. Evet, Erdoğan’ın konuşmasında, açılıma yönelik itiraz ve eleştirileri çok önemsediğini, dile getirilen birçok hassasiyeti kaale alacaklarını gösteren çok sayıda işaret mevcut ancak en az bunun kadar, yaptıkları işten, gittikleri yoldan emin olduklarını gösteren ifadeler de var, hatta daha baskın. Onun verdiği, “Nerede insani sıkıntı varsa devlet orada olsun, o sıkıntıyı gidersin diyoruz. Nerede adaletsizliğe uğramış bir insanımız varsa hukukun şaşmaz terazisi orada kurulsun diyoruz. Bu ülkenin nimetleri de, külfetleri de hakça paylaşılsın diyoruz. Hakkaniyetin ölçüsü nerede şaşıyorsa hep birlikte bunu düzeltelim diyoruz. Her vatandaşımızın devletinden insanca bir hayatın asgari şartlarını oluşturmasını beklemek gibi bir hakkı vardır diyoruz” gibi mesajlarla Güneydoğu’da görüştüğüm vatandaşların birçok talebinin örtüştüğü muhakkak. Benzer bir şekilde, Erdoğan’ın terörle mücadelenin Türkiye’ye bedelini tasvir ederken kurduğu cümlelerin (örneğin “Asıl sorgulamamız gerekenler, vatandaşına en temel hakları fazla gören, bu ülkeye tarih boyunca bağlı kalmış gönülleri kıran, küstüren zihniyetlerdir” cümlesi) yine Güneydoğu’da hararetle destekleneceğini kabul edebiliriz. Onun “Anaların gözbebeği, milletimizin umudu, ülkemizin geleceği olan gencecik, pırıl pırıl canlarımızı kaybettik” cümlesinin sadece şehit askerlerin değil hayatlarını kaybeden PKK militanlarının ailelerine de hitap ettiğini pekâlâ ileri sürebiliriz.Aynı şekilde, Erdoğan’ın “Bizim gözden çıkarılacak bir tek evladımız yoktur, biz bütün çocuklarımızın bu topraklarda tarih boyunca olduğu gibi kardeşçe yaşamalarını istiyoruz” derken PKK saflarına katılmış ya da katılabilecek gençlerin geleceğiyle de dertlendiği anlaşılıyor.KeşkeErdoğan’ın Kürt sorununun sadece askeri tedbirlerle çözülemeyeceğini vurgulamış olması ve bunu “toplumsal, kültürel” bir mesele olarak tanımlaması ve daha ileri gidip “hepsinin ötesinde bunun siyasi, diplomatik boyutu vardır, bu bir insanlık meselesidir, bir demokrasi meselesidir” diye konuşmuş olması, içinde geçmekte olduğumuz sürece ne derece önem atfetmekte olduğunu gözler önüne seriyor.Erdoğan’ın “milletimizin acılarına son verecek ve kardeşleri birbirine düşüren bu fitneyi bitirecek aklıselim” i tesis etmek için yaptığı “hep birlikte ama hep birlikte kim olursa olsun gelin taşın altına elimizi sokalım” çağrısının altını çizmek şart. Bu bağlamda “Bizim kimseye her şeyi biz yapalım, kuralı biz koyalım, çerçeveyi biz çizelim gibi bir dayatmamız yok. Çünkü biz Türkiye’nin tamamı değiliz” sözlerinin tarihi bir önem taşıdığını vurgulayabiliriz.Keşke 7 yıllık iktidarları boyunca bu yaklaşımı kendilerine temel almış olsaydılar da Türkiye onca gereksiz kutuplaşma ve çatışmayı yaşamasaydı.
Yakın tarihimizin ilk ciddi “Kürt açılımı”nın bundan 18 yıl önce yaşandığını söyleyebiliriz. Dönemin Doğru Yol Partisi (DYP) lideri Süleyman Demirel “şeffaf devlet” vaadiyle girdiği 1991 genel seçimlerinden birinci olarak çıkmış, Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon hükümeti kurar kurmaz Güneydoğu’ya gidip birlikte “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını ilan etmişlerdi. Ne var ki yaklaşık altı ay sonra Nevruz kutlamalarında yaşananlar bu “açılım”ın daha açılamadan kapanması anlamına gelmişti.O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve Diyarbakır’daki kutlamaları izlemekle görevlendirilmiştim. Diyarbakır’da bir tatsızlık yaşanmamıştı ancak Cizre’de çıkan olaylarda foto muhabiri arkadaşımız İzzet Kezer’in de aralarında olduğu çok kişi hayatını kaybetmişti. Ertesi günse Nusaybin karıştı. Olayları yerinde izlemek isteyen ben dahil bir grup gazeteci ilçe girişinde polis tarafından engellendik. O gün izlenimlerimin başlığını “Şeffaf devlet Nusaybin’de durdu” başlığıyla kaleme almıştım. Nitekim Kanlı Nevruz’un ardından Türkiye epey çatışmalı ve kanlı bir dönem yaşadı ve Kürt sorunu çözülmek bir yana, iyice derinleşti.Yerinden gözlemArada başka ufak çaplı girişimlere de tanık olduk fakat bunlardan hiçbiri şu günlerde yaşamakta olduğumuz “demokratik çözüm süreci” kadar ciddi ve etkili olduğu söylenemez. Fakat yıllar geçse de sorular değişmiyor: Hükümet samimi mi? Samimi olsa bile yeterince cesaret gösterebilecek mi? Çözüm istemeyen çevrelerin direnişlerini kırabilecek, tahriklerini boşa çıkarabilecek mi?Foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile birlikte üç gündür Güneydoğu’yu turluyor ve “açılım”ın buralarda nasıl hissedildiğini, yaşandığını anlamaya, bölge halkının nabzını tutmaya çalışıyoruz. Salı gününü Diyarbakır, Çarşamba gününü Kızıltepe, Nusaybin ve Cizre’de geçirdik. Bugünse Batman’da olacağız. İzlenim ve röportajlarımızı önümüzdeki günlerde yayınlayacağız fakat bugün, son tartışmaların Güneydoğu’ya nasıl yansıdığı hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.Öncelikle şaşırtıcı olmayacak bir gözlem: Açılımla ilgili söylenen her şey, tüm ayrıntılarıyla bölgede çok yakından takip ediliyor ve son günlerde yaşanan tartışmalar çok ciddi hayal kırıklığı ve moral bozukluklarına yol açıyor. Çünkü gerek MHP ve CHP liderlerinin sert açıklamalarına, gerek Genelkurmay’ın “kırmızı çizgiler”in pembeleşmesine bile tahammül göstermeyeceklerinin altını çizen son bildirisine baktıklarında kendilerini göremiyorlar. Sanki Kürtsüz bir Kürt açılımı yaşanıyor!Hiç de haksız sayılmazlar zira CHP ve MHP “Türk kamuoyununun hassasiyetleri”ni o kadar öne çıkartıyorlar ki Kürtlerin arzu ve beklentilerini hemen hemen hiç hesaba katmıyorlar. Kaldı ki bölgede toplam oyları yüzde 10’u bile bulmayan bu iki partinin Kürtlerin talepleri konusunda sağlıklı bilgilenme kanallarına sahip oldukları da pek iddia edilemez.Gerçekçi zeminAma açılıma yönelik ümitlerin azalmasında en çok Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un bildirisi etkili olmuş. Aslına bakılırsa konuştuğumuz çok kişi söze “asker böyle der, bu normal” diye başlayıp esas olarak AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ve tabii ki daha önemlisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu bildiriden olumlu olarak söz etmesinden rahatsız olduklarını ifade ettiler.Org. Başbuğ’un çıkışını dünkü yazımda değerlendirmeye çalışmıştım. Onun hem “kırmızı çizgiler”i koruyup hem de “açılım”a karşı çıkmaması yeni bir tartışmayı başlattı. Örneğin Vatan’da Güngör Mengi gelinen noktayı “açılım yere bastı” diye değerlendirip “Arayış asıl şimdi daha gerçekçi bir zeminde ilerleme şansını ele geçirmiştir” diye yazdı. Katılmıyorum. Zira zeminin gerçekçi olup olmadığı nereden baktığınıza bağlı olarak değişebiliyor. İstanbul’da “gerçekçi” gözüken bir şey Diyarbakır’da, Cizre’de “gerçeklere aykırı” olarak algılanabilir. Türklerin olduğu kadar Kürtlerin hassasiyetlerini önemsemeden, onları içermeden ya da onlara ikincil roller biçilerek sürdürülecek bir sürecin hiçbir şeyi çözebileceğine inanmıyorum. “Kürt açılımı”nı başlatanların da benzer bir şekilde düşündükleri kanısındayım ve tüm baskılara rağmen süreci çözüm rotasından saptırmadan sürdüreceklerini, en azından sürdürmeye çalışacaklarını tahmin ediyorum.
Aradan epey zaman geçmiş olmasına rağmen Genelkurmay’dan “Kürt açılımı” hakkında herhangi bir görüş beyan edilmemiş olması çoğu kişiyi şaşırtırken bazılarını da kızdırıyordu. Hele son MGK bildirisinde “açılıma devam” mesajı verilmesi, yani açılımın bir “hükümet değil devlet politikası” olarak tarif edilmesi bu rahatsızlıkları iyice tırmnadırmıştı.Dolayısıyla önce MHP Lideri Devlet Bahçeli, ardından CHP Lideri Deniz Baykal’ın, son MGK bildirisine yönelik sert itirazlarında esas muhataplarının Cumhurbaşkanı Abdullah Gül veya AKP hükümeti değil TSK komuta kademesi olduğu belliydi. Ve çok geçmeden Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ “Zafer Haftası” vesilesiyle açılım hakkında ilk kez açık ve net mesajlar vererek muhalefetin beklentilerini yerine getirmiş oldu.Org. Başbuğ’un “Anayasa’nın değiştirilmesi teklif bile edilemez olan 3’üncü maddesinde ifade edildiği gibi ‘Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.’ TSK, Atatürk tarafından bizlere emanet edilen ve Anayasa’nın 3’üncü maddesinde de belirtildiği şekilde; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir” sözleri hiç kuşkusuz muhalefet liderlerinin hoşuna gitmiştir, fakat bildirinin tümüne baktığımızda TSK’nın bütün rezerv ve kırmızı çizgilerine rağmen startı verilmiş olan açılıma karşı çıktığı sonucunu çıkarmak mümkün değil.Kültürel farklılıklara saygıBu noktada ilk olarak “TSK, güvenlik alanının dışında kalan ekonomi, sosyo-kültürel ve uluslararası alanlarda da devlet tarafından gerekli tedbirlerin alınmasının önemli olduğuna inanmaktadır” ifadesi karşımıza çıkıyor. Org. Başbuğ’un değişik vesilelerle bu yaklaşımı dile getirdiğini ve bunu temel aldığını zaten biliyorduk. Cumhurbaşkanı Gül’e sık sık “devlet kurumları arasındaki uyum”dan söz ettiren de herhalde Org. Başbuğ’un bu yeni yaklaşımı olsa gerek. Bu açıdan dünkü bildirideki “TSK kültürel farklılıklara saygılıdır” cümlesinin de Türkiye’nin Kürt sorunu tarihinde hayli önemli bir eşik olduğunu vurgulamak şart. Ne var ki hemen ardından gelen “ancak kültürel farklılıkların siyasallaştırılmasını, başka bir ifadeyle siyasal temsil aracı olmasını, toplumsal siyasal kimlik unsuru haline getirilmesini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası içinde mümkün göremez” rezervi bu açılımın pek de kolay olmayacağının işaretidir.Dünkü bildiride PKK ve Öcalan’ın muhatap alınıp alınmayacağı tartışmalarına da tam olarak kırmızı bir çarpı atılmak istendiği ayrıca dikkat çekiyor. “TSK, terör örgütü ve destekleyicileriyle ilişki kurulmasına yol açabilecek hiçbir faaliyet içinde bulunamaz” sözlerindeki “TSK” terimi yerine pekala “MGK”yı koyabiliriz ve devletin örgüt veya onun lider kadrosuyla herhangi bir şekilde müzakereye girişmesinin önünde çok güçlü bir TSK barikatı olacağını kestirebiliriz.Sansür olmaz, olsa da işe yaramazBildirideki “TSK, ‘usul ve yöntem esası belirler’ noktasından hareketle takip edilecek usul ve yöntemlerde özenli olunmasının gereğine inanır” sözlerinin muhatabının kim olduğuysa yeni bir polemik konusu olacağa benziyor. Kimilerine göre burada esas olarak açılıma “usul ve yöntem esası belirler” diyerek start vermiş olan hükümet; kimlerine göreyse tartışmanın düzeyinin hızla düşmesinde epey sorumluluğu olan muhalefet eleştirilmektedir. Bana göre TSK son günlerde yaşanan tartışmanın tümünden rahatsız ve tüm tarafları uyarmak istiyor.Son olarak bildirinin en hassas bölümüne gelebiriz. “TSK her konuyu tartışabilme özgürlüğünün, devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya ve çatışma ortamına sokacak konuları içermemesi gerektiğine inanır” uyarısının Kürt açılımının sağlıklı ilerlemesine herhangi bir katkısı olacağına inanmıyorum. Çünkü Türkiye yıllardır bir tabu olarak gördüğü Kürt sorununu, ancak toplumun tüm kesimlerinin katılacağı özgür bir tartışma zemininde kalıcı bir şekilde çözme imkanına sahip olabilir. Nitekim İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ilk basın toplantısında altını özenle çizdiği husus “demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi” ve “özgür tartışma”ydı. Kürt sorunu gibi çetrefil ve kangren olmuş bir konunun tartışılmasını şu ya da bu gerekçeyle sınırlamaya veya sansürlemeye çalışmanın kimseye bir yararı olmaz, kaldı ki böyle bir engellemenin günümüzde mümkün olabileceğini de sanmıyorum.
Dün itibariyle bakıldığında hükümetin başlattığı “Kürt açılımı” nın ciddi bir tıkanma ve kriz içine girmekte olduğunu söyleyebiliriz. Zira açılımın başarısı için toplumun tüm kesimlerinin özgür bir şekilde katılacağı seviyeli ve üretken bir tartışma şart. Fakat son günlerde tartışma adına yaşananlarda ne bir içerik, ne derinlik, ne de seviye gözlemek mümkün değil. Türk demokrasisini yıllardır tüketen kısır siyasi polemiklerin en kötü ve en verimsizlerinin gündeme hakim olduğunu gözlemliyoruz.Bu durumdan, iktidarı ve muhalefetiyle herkes sorumlu. Aslında İçişleri Bakanı Beşir Atalay süreci epey iyi götürüyordu. Az konuşup çok dinliyor, her soruya cevap veriyor ve kimseyi kırmamaya, dışlamamaya azami özen gösteriyordu. Fakat Başbakan Erdoğan yine kendini tutamadı, Cuma günü, açılımın bir Amerikan prodüksiyonu olduğunu iddia edenleri “namussuzlar” olarak tanımlayınca muhalefetin eline güçlü bir koz verdi. Bu olay da gösteriyor ki Atalay “açılım polemik kaldırmaz” sözünü önce kendi hükümetine ve partisine belletmek zorunda. Dün AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ’ın, muhalefetten gelen eleştirileri cevaplamak için ekranları parsellemiş olmasının, siyasi olarak AKP’ye ne getirip ondan ne götürdüğünü bilemem ama, Kürt açılımına hiçbir katkısı olduğunu sanmıyorum, hatta buna olumsuz etkisi olduğuna da eminim. Nitekim özellikle MHP sözcüleri anında kendisine cevap yetiştirmekten geri kalmadılar. Sonuçta açılımın başlangıcındaki sukunet ve serinkanlılığın yerini giderek hiddet ve çatışmanın alıyor.Çıkmaz sokak mı?Türkiye’nin bu en köklü ve çetrefil sorununu çözmenin hiç de kolay bir iş olmadığı ortada. Ama bu çözümü daha fazla erteleyemeyeceğimiz de açık. Bir diğer açık olan husussa şu: AKP ne yapıp edip bu sorunu çözme zemini oluşturmaya çalışırken, MHP ve CHP buna yanaşmıyor. Aslında MHP’nin daha ilk andan itibaren Kürt açılımına karşı çıkmasında şaşılacak bir şey yok. Türk milliyetçiliğinin siyasi merkezi olması iddiasındaki bir partiden başka türlü bir tutum beklemek doğal olmazdı. Fakat aynı şeyi CHP için söylemek mümkün değil. Yıllarca, herkesin sustuğu dönemlerde bu sorunu “Kürt sorunu” olarak tanımlamış ve bunun çözümü için son derece ileri ve isabetli öneriler geliştirmiş bir siyasi partinin bugün “Amerikan planı” gibi hayli tartışmalı bir iddiayı ve “anadilde eğitim” talebini mutlak bir şekilde reddetmeyi temel alarak (ki hükümetin böyle bir niyetinin olup olmadığını bilmiyoruz) açılıma tüm kapılarını kapatması kesinlikle doğal bir tutum değil.CHP’nin bir “sol parti” olmanın gereğine uygun bir şekilde geliştirmiş olduğu Kürt politikasına karşı zamanın sağcılarının dile getirdiği eleştirilerin (bölücülük, ihanet, vs.) benzerlerinin, bugün aynı CHP tarafından, hükümetin Kürt açılımına karşı kullanılıyor olması hazindir.Peki çıkmaz bir sokakta mıyız? Henüz bu noktada olduğumuzu düşünmüyorum. Ancak Kürt açılımını başlatanlar bu krizi yönetmeyi beceremezlerse en çok korktukları şey başlarına gelebilir ve açılımdan geri adım atabilirler. Nasıl bir formül bulacaklar belli değil ancak ne yapıp edip bu sürece MHP ve CHP’yi bir şekilde dahil etmeleri şart. Kuşkusuz doğal olan, işe CHP’den başlamk olacaktır. Sözü edilen Erdoğan-Baykal buluşması gerçekleşebilirse belki çözüm için bir ümit kapısı açılabilir. İktidarın CHP’yi sürece katabilmesi durumunda MHP de ya dilini yumuşatmak ya da marjinalleşme riskini göze almak durumunda kalacaktır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) tarihinde “devletin bekası” yani devletin varlığını sürdürmesi kavramı hep temel bir önem arz etmiştir. Bu kavrama bağlı olarak MHP militan ve sempatizanları, özellikle de ülkücü gençlik, devlete yönelik olarak algıladıkları tehditlere karşı kendilerini siper etmekten geri kalmadılar. Ne var ki devleti toplumun önüne koyan bu yaklaşım nedeniyle MHP hareketi sık sık zor duruma düştü. Bunun en çarpıcı örnekleri 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte yaşanmış, binlerce ülkücü genç, uğruna canlarını feda ettikleri devletin kendilerini tutuklayıp yıllarca hapislerde çürütmesi, işkence başta olmak üzere insanlık dışı muamelelere tabi tutması ve içlerinden bazılarını idam etmesi, özetle “devletin kendi çocuklarının bile gözünün yaşına bakmaması” karşısında büyük bir şok yaşamışlardı.Bütün hayal kırıklıklarına rağmen ülkücüler, birkaç istisna dışında, bağırlarına taş basıp devlete küsmediler. Fakat o gün yaşanmayan kopuşun günümüzde söz konusu olduğunu gözlüyoruz. MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin MGK bildirisine karşı kaleme aldığı dünkü yazılı açıklaması MHP-devlet ilişkisinde yepyeni ve 12 Eylül’dekinden daha dramatik bir süreç yaşanmakta olduğunu gözler önüne seriyor. Aslında bu sürecin ilk işaretlerini, Kuzey Irak’a yönelik kara harekatının süre ve kapsamının sınırlı tutulması üzerine Bahçeli’nin yaptığı sert çıkış sırasında almıştık. Kendini devletle ve dolayısıyla onun en önde gelen kurumlarından olan ordu ile özdeşleştirmiş bir siyasi hareketin liderinin bu çıkışı çok büyük şaşkınlık ve ilgi uyandırmıştı. Köprüleri atmak üzereBahçeli’nin Türkiye’de devlet denilince ilk akla gelen kurumlardan olan MGK’yı alenen ve beklenmedik ölçüde sert bir şekilde eleştirmesi gerçekten yepyeni bir durum yaşadığımızı kanıtlamış oldu. Aslına bakılırsa, kabaca “devlete rağmen devletin bekası arayışı” olarak adlandırabileceğimiz bu anlayış dünyanın dört bir tarafındaki popülist milliyetçi hareketlerin temel yaklaşımı olagelmiştir. Bununla birlikte MHP hareketi bu yaklaşıma itibar etmemeye büyük özen ve dikkat göstermişti, fakat görülüyor ki bu ısrardan vazgeçiliyor.MGK bildirisi hakkında “devlet görüşü olarak yorumlanması asla mümkün değildir” diyen Bahçeli’nin şu sözleri, bugün devletin zirvesini oluşturan kişi ve kurumlarla MHP’nin köprüleri atmak üzere olduğunun işaretleridir: “Devlet dünden yarına ilerleyen milletin organizasyonudur. Bu sürecin bir kesitinde söz sahibi olmuş yöneticiler ve memurların dönemsel yorum ve tasavvurlarına devlet politikası denilemeyecektir. Milletimize esaret dayatan Mondros Mütarekesi’nin de devlet yönetiminin rızası ile hayat bulduğu bilinen en acı gerçeklerden birisidir.” TSK’nın suskunluğuBahçeli’nin ilk andan itibaren Kürt açılımına en sert bir şekilde karşı çıkmasını, bu açılımın “hükümet değil devlet politikası” olduğunu kavramış olmasına bağlamıştım. İşte son MGK bildirisinde açılım konusunda “yola devam” mesajı verilmiş olması Bahçeli’nin üslubunu daha da sertleştirmişe benziyor. MHP Lideri’nin “Bu tarihi sapmaya onay verenler ve taşıyanlar kadar sessiz duranlar veya ses çıkmayanlar da ağır ve tarihi vebal altından asla kurtulamayacaklardır” sözleri, onun asıl ve Gizli muhatabının TSK olduğunu düşündürtüyor. (Buna karşılık Köşk’ten gelen cevaptaki “sayın üyelerin ifade ettiği görüş ve tavsiyeler hakkında bilgi sahibi olunmadan” tabiri de askerin savunulması olarak görülebilir.)Peki “MHP Lideri tam olarak neyi hedefliyor?” sorusuna gelecek olursak, bana göre Bahçeli:1) Tabii ki öncelikli olarak bu açılımı daha doğmadan ne yapıp edip yok etmek istiyor. Zira belli bir mesafe katedildikten sonra geriye dönüşün iyice imkansız olacağını düşünüyor;2) Şu ana kadar “Kürt açılımı” hakkındaki görüşlerini kamuoyuyla paylaşmamış olan TSK komuta kademesinin bir an önce konuşmasını ve Cumhurbaşkanı Gül’ün iddia ettiği gibi “devlet kurumları arasında uyum” olup olmadığının netleşmesini istiyor;3) Hükümetin tepkisel davranıp Kürt açılımı takviminden sapmasını; bazı adımları erkene alıp, bazılarını geciktirmesini; kısacası hata yapmasını arzuluyor.
Abdullah Öcalan’ın, PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskınlarının 25. yıldönümünde, yani 15 Ağustos’ta açıklanması beklenen “yol haritası” muhtemelen bu haftaya kaldı. “Muhtemelen” diyorum zira avukatlarının bugün yapması gereken görüşme çeşitli nedenlerle gerçekleşmeyebilir; gerçekleşse bile Öcalan çalışmasını tamamlamamış olabilir... Bir diğer sorun da şu: avukatlar normal şartlarda Öcalan’ın “yol haritası”nı kaleme aldığı defter(ler)i edinemiyorlar. Bu kez bir istisna yapılsa bile, bunların kendilerine hemen teslim edilmesi herhalde söz konusu olmaz. Yani defterler avukatlara bazı incelemelerin ardından bir süre sonra verilebilir. Böylesi bir durumda avukatların Öcalan adına yapacağı basın toplantısı birkaç gün daha ertelenecektir.En yüksek olasılıksa şu: Öcalan “yol haritası” nı, görüşme süresine sığacak şekilde avukatlara özetleyecek, onlar da hafızalarına kaydettikleri bu açıklamaları bir araya getirip ortaya bir metin çıkaracaklar. Söz konusu metnin, avukatlar dışında herhangi bir “merci” veya “kişi” tarafından gözden geçirilip geçirilmeyeceğini bilmiyoruz, fakat böyle bir ihtimali yabana atmamak lazım. En nihayet kamuoyu Öcalan’ın “yol haritası” ndan en erken Perşembe günü, yani yarın haberdar olabilecek.Ümit vermemeye devam ediyorÖcalan’ın yapacağı açıklamadan ümitli olmadığımı 23 Temmuz günü yazmıştım. Öncelikle Öcalan’ın, PKK’nın varlığını ve silahlı eylem yapma gücünü bir şantaj aracı olarak kullanmayı sürdüreceğini düşünüyordum. O günden bugüne Öcalan’a atfen çok şey yayınlandı ve kendisinin “kayıtsız şartsız silah bırakma” noktasına gelmiş olduğuna dair herhangi bir işaret alamadık. İkici olarak, Öcalan’ın egosunun çok güçlü olduğunu, yapacağı açıklamanın yaratmış olduğu ilgi ve merakı abartıp kendisine her zamankinden fazla bir güç ve iktidar atfedebileceğini söylemiştim. Bana göre Öcalan’ın böylesi bir psikolojiye kapılması durumunda elverişli ve kullanışlı bir “yol haritası” üretebilmesinin zordu. Nitekim kendisinin “yol haritası” adına sayfalar doldurmakta olduğunu öğrendik. Evet Öcalan ümit vermemeye devam ediyor ancak kendisinin, eninde sonunda yasal ve yasadışı boyutlarıyla Türkiye’deki Kürt hareketinin bir numarası olduğu gerçeği değişmiş değil. Dolayısıyla devletin start vermiş olduğu “Kürt açılımı” nın geleceğinde Öcalan faktörünü kimse (ne Kürt sorununun çözülmesini samimi olarak isteyenler, ne de statükonun devamından yana olanlar) göz ardı edemez.Fırsat fırsatçılarıÖte yandan Öcalan’ın bir “realite” olması, onun “dokunulmaz” olduğu anlamına asla gelmez. Polis Akademisi’ndeki o meşhur çalıştayda mealen şöyle demiştim: “Özellikle Kürt siyasi hareketinin tabanının önemsediği aydınlar, kanaat önderleri, bu hareketi, yani DTP’yi, PKK’yı ve Öcalan’ı eleştirmekten geri kalmamalı.” Hatta arada bazı meslektaşlarla bu minvalde “sert” tartışmalarımız da oldu.Kürt açılımının bugüne kadarki en önemli anlarından birisi Başbakan Erdoğan’ın nihayet DTP’lilerle buluşması oldu. MHP’nin ve bir ölçüde CHP’nin engelleme çabalarını doğal olduğunu kabul edersek Kürt açılımına şu ana kadar en fazla gölge düşüren söz ve hareketlerin de Kürt hareketinden geldiği ortadadır. Başta Emine Ayna olmak üzere bazı DTP’lilerin olur olmaz yerde ettikleri olur olmaz sözler; Öcalan’ın avukatlarına söylediği “bilmecemsi” sözler zaten zor olan süreci iyice çetin hale getiriyor.Özetle: Birileri Türkiye’nin yakalamış olduğu bu tarihi fırsatı ucuz fırsatçılıklar yüzünden sabote ederse çok yazık olur. Bakalım Öcalan bu tür ucuzlukların önünü alacak mı?
Biliyorum, kötümserlerin sesleri daha gür çıkıyor ancak “Kürt açılımı”nın olumlu anlamda sonuçlara yol açacağına inanan iyimserlerin sayısının sanıldığından fazla olduğu kanısındayım. Ben de bunlardan biriyim. Nice zorluğa rağmen Türkiye’nin Kürt sorununu çözme yeteneğine sahip olduğuna inanıyorum. Çünkü Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve İçişleri Bakanı Atalay’ın son dönemde peşpeşe gelen değerlendirmelerine baktığımızda devletin bu kez ciddi, samimi ve kararlı olduğuğunu görüyoruz. Yani bazılarının umduğu gibi “geri adım” olmayacak gibi geliyor bana. Olursa herhalde AKP bunun doğuracağı hasarı kolay kolay onaramaz.İyimserliğimin bir başka nedeni, bütün engelleme çabalarına rağmen toplumun yoğun ve hayli özgür bir şekilde Kürt sorununu tartışıyor olması. Aslında bu tartışma daha yaygın ve verimli hale getirilebilir. Ne var ki medyanın bu noktada sorumluluğunu -tıpkı birçok diğer hayati sorunda olduğu gibi- layıkıyla yerine getirdiğini söylenemez. Tabii ki istisnalar var. Örneğin Devrim Sevimay’ın 3 Ağustos’tan beri Milliyet’te süren “Türkiye Modelini Arıyor” başlıklı yazı dizisi. Pamir’in önerisiBu diziden en çok Büyükelçi Ümit Pamir’in görüşlerinin ilgi ve yankı uyandırdığı ortada. “Türklerle Kürtlerin birlikte mi, yoksa ayrı ayrı mı yaşamak istedikleri saptaması referandumla yapılmalıdır ve bir an önce yapılmalıdır” diyen Pamir’e göre eğer Kürtlerin üçte ikisinden fazlası “Ayrılmaktan yanayız” derse o zaman bunun aşamaları konuşulacak; eğer Kürtlerin üçte ikisinden fazlasının “Ayrılmaktan yana değiliz” derse bireysel haklar tüm Türkiye için genişletilecek, buna karşılık kolektif hak talepleri artık gündeme gelmeyecek.Pamir’in önerisi “cesur” bulundu ve etrafında epey bir tartışma yapıldı, örneğin Milliyet’te Kadri Gürsel Pamir’in önerisinden hareketle “Türklerin boşanma hakkı” önermesini tartışmaya açtı.Pamir’in önerisini “cesur” değil, tam tersine, yumuşatarak söyleyeyim “ürkek” buluyorum. Ve her konunun ve bütün önerilerin özgürce tartışılmasını savunmakla birlikte onun referandum önerisinin, içinden geçtiğimiz sürecin önüne açmak yerine daha da kapayacağını düşünüyorum. Öncelikle, Pamir’in Kürt sorununu ele alırken “biz ve onlar” gibi tehlikeli bir ikilemin tuzağına düşmüş olması beni rahatsız ediyor. O zaman “biz kim, onlar kim?” diye sormak kaçınılmaz oluyor. Şantaj gibiBir zamanlar Kürt sorunu “vur kurtul-ver kurtul” ikilemiyle tartışılmak istenirdi. “Ver kurtul”cular, Kürt nüfusunun Türkiye’ye ayak bağı olduğunu ileri sürer, onların ayrılması durumunda ülkenin “uçacağını” savunurdu. Bugünün birçok namlı “liberal”inin “Kürtler Türkleri sömürüyor” diye yayınlar yapmış olduğunu, kendilerini bilmem ama ben unutmadım.Pamir’in önerisi de böyle bir tona sahip. “Eğer Kürtler çok ayrılmak istiyorlarsa başlarının çaresine baksınlar” yaklaşımının Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden hiçbir gruba bir hayrı olmaz.Pamir’in önerisinin teknik olarak nasıl hayata geçirilebileceği ayrı konu. Ama eğer üçte ikiden fazlası ayrılmak istemezse “kolektif hak talepleri artık gündeme gelmeyecek” önermesini anlamak mümkün değil. “Kolektif hak istiyecekseniz hemen isteyin ve kendi devletinizi kurun; yoksa bir daha ağzınızı açmayın” şeklindeki şantaj kokan bir dayatmanın “akillik” ile pek ilgisi olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki bunun garantisi nedir? Yarın, bugün “kolektif hak istemiyoruz” diyenlerin çocukları bu taleplerle ortaya çıkarsa ne yapılacak, yine referanduma mı başvurulacak?Kürt sorununu bu topraklarda yıllarca süren kardeşliğimizi ve onu koruyup güçlendirmeyi esas almadan yapılacak hiçbir tartışmanın özgürlük ve demokrasiye katkıda bulunacağını sanmıyorum.