Hükümeti, kapsamlı bir “Kürt açılımı”na getiren değişim nedir? Muhalefetin ve DTP’lilerin bakışı nasıl olacak? Ve bu süreçte Öcalan’ın muhtemel taktikleri ne olacak? Bundan on gün önce “Kürt sorununun çözümünde tarihi fırsatta ilk start verilmek üzere” diye yazmıştım. O günden beri, Başbakan Erdoğan tarafından da açıkça doğrulanan ve son Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında etraflıca ele alınmış olduğunu belirttiği devletin “Kürt açılımı” hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorum. Değişik temas ve görüşmelerim ışığında şunu hiç tereddütsüz söyleyebilirim: Uzun zamandır, Kürt sorununun kalıcı bir çözümünü hedefleyen kapsamlı bir çalışma yürütülüyor ve kısa bir süre içinde bu çalışma ayrıntılarıyla açıklanacak ve fazla vakit kaybetmeden uygulamaya konulacak.Kuşkusuz en çok bu çalışmanın neleri kapsayacağı merak ediliyor. Görüştüğüm kişiler, sağda solda çıkan ve çoğunlukla PKK militanlarına af konusunu ele alan haberleri ne doğruluyor, ne de yalanlıyorlar. Gereksiz ve zamansız tartışmalara yol açmamak ve açıklandığı zaman yaratacağı etkiyi hafifletmemek için çalışmanın içeriği konusunda konuşmamaya çok dikkat gösteriyorlar. Her ne kadar içerik bir sır olarak tutulsa da Kürt sorununda çok kritik ve tarihi bir anın eşiğinde olduğumuzu düşünmemiz için birçok neden var. Önce devletin Kürt sorununa bakışında bütünlüklü bir değişim olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki:1) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bizzat yürüttüğü Kürt sorununu çözmeye yönelik çalışmalar, MGK başta olmak üzere devletin en üst kurumlarında uzun bir süredir devam ediyor. Gül’ün sık sık vurguladığı gibi devletin farklı kurumları arasında bu sorunun çözümü noktasında, daha önceki dönemlerin çok ötesinde bir uyum ve karşılıklı güven gözleniyor. (Askeri yargının yetki ve görevlerini daraltan son yasal düzenlemeyle bunun bir ölçüde zedelenmiş olduğunu akılda tutmak şart.)2) Bu seferberliğin ana nedeni devletin zirvesinde Kürt sorununun Türkiye’nin bir numaralı sorunu ve “birçok sorunun anası” olarak görülmesi. Kürt sorununun çözülmesi durumunda ülkenin önünün büyük ölçüde açılacağına inanılıyor. Bu nedenle devlet imkanlarının öncelikli olarak bu sorunun çözümüne aktarılması düşünülüyor.3) Kürt sorununun çözümünü, terörün bitirilmesinin sonrasına erteleme (önce terörle mücadele sonra demokratik haklar ve özgürlükler) yaklaşımı kesinlikle terk edilmiş durumda. Kürt ve PKK sorunlarının içiçe geçmiş olmasından hareketle bu iki sorun birlikte çözülmek isteniyor, fakat öncelik Kürt sorununa veriliyor.AB reformları örnek alınacakGörüldüğü gibi Kürt sorununun varlığını inkar eden veya kabul etse bile ona gereğince önem atfetmeyen ya da çözümünü başka sorunların çözümüne endeksleyen eski devlet yaklaşımı yavaş yavaş etkisini yitiriyor. Özellikle Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasıyla birlikte başlayan, “devletin enerjisini Kürt sorununun çözümüne yoğunlaştırma” stratejisi Org. Başbuğ’un Genelkurmay Başkanı olmasıyla birlikte ivme kazandı ve daha hızlı bir şekilde olgunlaştı. İşte bu uzun çalışmalar sonucunda hazırlanan ve startı verilmek üzere olan “Kürt açılımı” hakkında şu aşamada şunları söyleyebiliriz:1) Kürt açılımında 2002-2004 arasındaki AB reformlarının örnek alındığı söylenebilir. Yani birçok farklı plan ve düzenleme aynı anda gündeme getirilip geniş bir etki yaratılmak istenecek. Çünkü tek tek atılan bazı adımların etkisi sınırlı ve kısa süreli oluyor. Bu noktada hükümet TRT Şeş gibi acı bir örnek yaşamış durumda. 2) Bunun “sahici” bir açılım olması için çalışılıyor. Çünkü daha önce Güneydoğu’ya yönelik olarak, özellikle ekonomi alanında birçok paket açıklandı ve bunlar fos çıktı. Yeni hayal kırıklıklarına yol açmamak için makul ve hızla hayata geçirilip kısa zamanda sonuç verebilecek düzenlemeler üzerinde kafa yoruluyor.3) Bu açılımın “olabildiğince kapsamlı” olması hedefleniyor. Bir kaynağım “dört koldan sorunu çözmeye yönelik olacak” dedi fakat bu kolların neler olacağını belirtmedi. Yine de Kürt sorununu az çok bilenler, “kapsamlı” bir açılım söz konusu olduğunda, bu kapsamda kültürel haklar, siyasi haklar, sosyal projeler ve özel olarak da PKK’nın silah bırakmasına zemin hazırlayack bazı düzenlemeler olması gerektiğini kestirebilir. ‘Kürt açılımı’na beş farklı bakış Daha detayları ortaya çıkmadan Kürt açılımı hakkında çok yoğun bir tartışma başladı. Açılımı planlayanlar bu tartışmadan hayli memnunlar, zaten açılımın önemli bir ayağını sorunun çözümü konusunda ülke genelinde yaygın ve özgür bir tartışmanın yürütülmesi oluşturuyor. Söz konusu açılımın Abdullah Öcalan’ın açıklayacağı “yol haritası” ile neredeyse eşzamanlı olması tartışmanın ana konularından biri. Buna bağlı olarak devletin Öcalan ve PKK’yı muhatap alıp almadığı; alması gerekip gerekmediği de yoğun bir şekilde tartışılıyor. Tabii tartışmaların can damarında, bu açılımın ne kadar ciddi olduğu, sonuç alıp alamayacağı var. İşte bu noktada birbirinden farklı yaklaşımlar dikkat çekiyor:1 DTP’liler, hükümetin, çözümün adresi olarak MGK’yı göstermesinden rahatsızlar ve “Erdoğan sorunu yine askere havale etti” diyorlar. Onlara göre bu açılımdan bir sonuç alınması mümkün gözükmüyor.2 DTP’lilerle tam zıt bir pozisyonda olmakla birlikte, yine MGK’nın ana karagâh olarak gösterilmesinden hareketle bu açılımın sonuç vermeyeceğine inanan ve bundan hayli memnun olanlar var.3 MHP Lideri Devlet Bahçeli ise, bu açılımın gerçekten bazı sonuçlara yol açabileceğini görüyor ve bundan rahatsızlığını set bir şekilde ifade ediyor.4 AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyen çevreler, herşeyi olduğu gibi bu açılımı da destekliyorlar fakat tam olarak neler olacağını ve bunun ne gibi sonuçlar doğurabileceğini kestiremiyorlar.5 “Liberal” olarak tanımlanan bazı isimlerse açılımdan memnunlar ama çok da emin değiller. Özellikle Başbakan Erdoğan’ın, daha önce de yaşandığı gibi, geri adım atma ihtimalinden endişeleniyorlar. Onlara göre bu açılım kararı “devletin yenilgisini kabul etmesi” anlamına geliyor ve buradan hareketle bir şekilde Öcalan ile PKK’nın muhatap alınmasını istiyorlar. PKK ve Öcalan için de tarihi fırsatCuma günü Öcalan’ın avukatları bana da görüşlerimi sordu. Bir gün önce Öcalan’ın neden ümit vermediğini uzun uzun yazmıştım, kendilerine bu görüşlerimi tekrarladım. Öncelikle, “kayıtsız şartsız silah bırakma” olmadan ne Öcalan, ne de PKK’nın bu süreçte bir aktör olamayacaklarının altını çizdim. Kendilerine DTP’li Selahattin Demirtaş’ın “Erdoğan sorunu yine askere havale etti” açıklamasını hatırlatıp şöyle konuştum: “DTP’liler Türkiye’de neyin ne kadar değişmiş olduğunun farkında değil anlaşılan. Onlar bugünkü MGK toplantılarını dünkülerle aynı sanmaya devam ediyorlar...” Evet, devlet Kürt sorununda iflas etmiş olan paradigmasını değiştirme yolunda epey mesafe katetti, fakat Kürt hareketinin bunun tam olarak anladığı, kendini buna göre yeniden yapılandırdığı söylenemez. Onlar hâlâ eski günlerde yaşadıklarını sanıyor ve sorunun çözümünün esas adresinin “asker” olduğuna inanıyorlar. Kuşkusuz TSK’nın bu sorun karşısında alacağı tavırlar önemli olacaktır ama asla eskisi gibi “belirleyici” olmayacaktır.Dolayısıyla eğer gerçekten “tarihi bir fırsat” yakalanmışsa bu aynı zamanda Kürt hareketi için de tarihi bir fırsattır. Eğer bunu anlamaz ve silahı temel (ve yegane) mücadele aracı olarak görmede ısrar ederlerse çok kötü kaybederler. Evet şu iki tespit de doğru:1) PKK sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülemez;2) Kürt sorunu çözülünce PKK sorunu da otomatik olarak çözülemez.Fakat şu da yanlış değil:Eğer Kürt sorununun çözümünde samimi olarak ciddi adımlar atılacak olursa PKK (ve Öcalan) eski çizgileriyle kolay kolay varkalamazlar, İspanya’da ETA örneğinde olduğu gibi hızla marjinalleşirler.
Kimileri önemsemiyor veya önemsemiyormuş gibi yapıyor ama ben Abdullah Öcalan’ın Ağustos ayı ortasında nasıl bir “yol haritası” açıklayacacağını merak edenlerdenim. Fakat onun ülkemizin kaderini birinci derecede etkilemiş olan hayatını yakından izlemeye ve gözlemeye çalışan bir gazeteci olarak pek de “ümitvar” olduğumu söyleyemem. Beklenti çıtamın düşük olmasının birkaç nedeni var:1) Öncelikle, sorununun çözümünün ilk adımlarından birinin, örgütün “kayıtsız şartsız silah bırakması” ve süreç içerisinde kendisini lağvetmesi olduğuna inanıyorum. Öcalan 10 yıl önce yakalandığında ilk olarak örgüt militanlarını ülke dışında çıkartmış, ardından uzun süreli ve “sahici” bir ateşkesi yürürlüğe sokmuş ve nihayet PKK’yı lağvetmişti. Fakat bu adımlarının devletten karşılık bulmaması üzerine örgütü yeniden (cezaevinden tek tek isim belirleyerek) kurdurdu ve silahlı eylemleri yeniden başlattı. Bugün Öcalan’ın “silah bırakma” yerine “şartlı ateşkes” önermesi kuvvetle muhtemel. Yani PKK’nın varlığını ve silahlı eylem yapma gücünü bir şantaj aracı olarak kullanmayı sürdüreceğe benziyor. Eğer böyle yaparsa, geliştireceği önerilerin pek bir anlamı kalmaz ve onun çizeceği haritayla yola çıkılamaz.2) Öcalan egosu çok güçlü biri. Yapacağı açıklamanın şimdiden yaratmış olduğu ilgi ve merakı abartıp kendisine her zamankinden fazla bir güç ve iktidar atfedebilir. Kendisini alabildiğine öne çıkarttığı hallerde yaptığı konuşmaları, kaleme aldığı metinleri okumaya çalışmış biri olarak, Öcalan’ın yine böyle bir psikolojiye kapılması durumunda elverişli ve kullanışlı bir “yol haritası” üretebilmesinin zor olduğunu düşünüyorum.3) Öcalan kendisini “radikal demokrat” olarak tanımlamış. “Radikal” midir tartışılır ama “demokrat” olduğunu asla düşünmüyorum. Onun siyasi hayatında çoğulculuğa asla izin vermediğini çok iyi biliyoruz. PKK, diğer Kürtçü grup ve şahsiyetlere, Kürtler arasında belli bir etkisi olan sol gruplara, yine Güneydoğu’da varlık göstermeye çalışan farklı siyasi yapılara saldırarak, etrafına dehşet saçarak büyüdü ve gelişti. Çevresinde saldıracak kimse kalmadığındaysa terörünü PKK’nın içine yöneltti; sayısız militan ve üst düzey yönetici şu ya da bu gerekçeyle infaz edildi. On yılda İmralı’da ne kadar (iyi) kitap okumuş olursa olsun Öcalan’ın “demokrat” bir çizgiye gelmesi pek zor. Nitekim yayınlanan avukat görüşme notlarını okuduğunuzda onun “otoriter”, hatta sık sık “totaliter” yaklaşımlarını koruduğu görülüyor. Bir örnek vermek gerekirse: Özel olarak PKK’nın, genel olarak Kürt hareketinin bütün başarıları kendisi “sayesinde” olurken, tüm başarısızlıklar başkalarının “yüzünden” gerçekleşmektedir. Dolayısıyla Öcalan gibi bir siyasi profilden Türkiye’nin demokratikleşmesinin gerçek anlamda önünü açacak bir “yol haritası” beklemek iyimserlikten de öte bir şey, en hafif deyimiyle “saflık” olacaktır.Rezervlerimi daha fazla sıralamak istemiyorum, zira eninde sonunda yasal ve yasadışı boyutlarıyla Türkiye’deki Kürt hareketinin bir numarasının Öcalan olduğu ortada. Bunun hem Türkiye, hem Kürt hareketi için iyi bir şey olduğuna inanmıyorum, ama bu bir realite.Son olarak: Öcalan’ın Ağustos ortasında yapacağı açıklamadan çok, ondan önce devletin vereceği “start” ı daha fazla merak ediyorum. Şu ana kadar böyle bir açılımın yapılacağından öteye içerik hakkında çok fazla ayrıntı öğrenebilmiş değiliz. Açıkçası, “kıpkırmızı çizgiler” ile kuşatılmış devletin çok da fazla bir şey yapmayacağı, yapamayacağı iddiası yabana atılamaz. Bununla birlikte Cumhurbaşkanı Gül’ün “iyi şeyler olacak” vaadi Öcalan’ın “yol haritası” ndan daha cazip olmayı sürdürüyor.
ABDULLAH Öcalan’ın Ağustos ayı ortasında Kürt sorununun çözümü için bir “yol haritası”nı avukatları aracılığıyla duyuracak olması, yıllardır dillerde olan bir soruyu yeniden gündeme taşıyor: “Yoksa devlet terör örgütünü, terörist başını muhatap mı alacak?” Devlet-Öcalan ilişkisi öteden beri çetrefil bir konu olmuştur. Yakalanmadan önce, sorunun çözümü için devletin mutlaka Öcalan’ı muhatap alması gerektiğini söyleyenler olmuş, örneğin bunlardan biri olan KYB Lideri Celal Talabani, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın bu teoriyi ciidiye almasında epey etkili olmuştu. Teslim edildiği andan itibarense “Öcalan’ı muhatap alma” yerine “Öcalan’ı kullanma” önerileri daha fazla işitilir oldu. Nitekim ilk aşamada uzun süreli ateşkes ilanı, militanların yurtdışına aktarılması, PKK’nın lağvedilmesi gibi konularda Öcalan’ın önünün iyice açılmış olduğuna tanıklık ettik, fakat bir süre sonra “İmralı’dan örgütü yönetiyor” imajı rahatsızlık vermiş olmalı ki Öcalan’a eskisi gibi rahat hareket etme imkanı tanınmaz oldu.Bütün bu süre boyunca Öcalan sürekli olarak “beni muhatap alın” dedi ve birçok pazarlığa açık olduğunu alenen beyan etti. Ama amacına ulaşamadı zira devletin kendisini muhatap alması, Kürt sorununda yenilmiş olduğunu, dolayısıyla Fikter Başkaya’nın kitabının adıyla konuşacak olursak, “paradigmanın iflası”nı kabul etmek anlamına gelecekti.Devletin değişen çizgisiBugün için de “yoksa Öcalan muhatap mı alınıyor?” sorusunun cevabı “kesinlikle hayır” dır. Fakat devletin dün olduğu gibi bugün de Öcalan’ı muhatap almayacak olması, onun hazırlamakta olduğu “yol haritası”na kayıtsız kaldığı anlamına gelmiyor. Daha önce de yazmış olduğum gibi, özellikle hükümet, Öcalan’ın “yol haritası”nı “tedirgin bir merak”la bekliyor. Çünkü Öcalan’ın ister samimi olarak, ister sırf kendisini kurtarmak için olsun, devletle uzlaşmak istediğini; uygulabilir bazı öneriler getirebileceğini ve en önemlisi bunları hareketin tabanına ve PKK’ya kabul ettirebileceğini biliyor.Eskiden devletin kimseyi muhatap alma gibi bir derdi yoktu çünkü Kürt sorununun varlığını kabul etmiyordu, hatta işi Kürtlerin varolmadığına kadar götürenler de vardı. Ama ne zamandır durum değişti. Başbakan Erdoğan, daha İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Kürt sorununun çözümü için raporlar hazırlatmış birisi. Cumhurbaşkanı Gül’ün de sorunun varlığını açık olarak kabul ettiğini biliyoruz. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ da, her ne kadar “Kürt sorunu” demese de, seleflerinden oldukça farklı bir profil izliyor.Yanlış stratejiEğer devlet sorunun varlığını kabul ediyor ve bunu samimi olarak çözmek istiyorsa birilerini muhatap almak zorunda. Peki çözüm sürecinde devletin muhatabı kim ya da kimler olacak, olabilir? İşte önümüzdeki en zor sorulardan biri budur. Erdoğan bunu bildiği için seçimlerde Güneydoğu’ya daha fazla önem verdi. Öyle ki 2007 Genel Seçimlerindeki zaferin ardından “Partimizde daha çok Kürt kökenli milletvekili var. Dolayısıyla Kürt kökenli vatandaşlarımızı esas biz temsil ediyoruz” dedi. AKP Liderinin hesabı Güneydoğu’nun tartışmasız birinci ve hatta tek partisi olup çözümü kendi içinde üretebilmekti.Bu stratejiye bağlı olarak önüne yerel seçimleri ve Diyarbakır ile Batman belediye başkanlıklarını koydu. Bu süre zarfında TBMM’deki DTP’lileri bile muhatap kabul etmeyerek Kürt sorununu partisine endekslemeye çalıştı. Fakat yerel seçimlerde Güneydoğu’da yaşadığı hezimet, yeni belediyeler alamamasına ek olarak Van ve Siirt’i de DTP’ye kaptırmış olması Erdoğan’ın hayallerini suya düşürdü. Erdoğan’ın bu tarihi stratejik hatasının Türkiye’yi taşıdığı noktaya bir göz atalım: DTP Lideri Ahmet Türk kısa bir süre öncesine kadar halkın eylemlerine destek vermemesinden şikayet ediyordu, ne zamandır hayatında görmediği kalabalıklara sesleniyor. Yani Erdoğan DTP’yi marjinalleştirmek yerine köklerini güçlendirdi. En kötüsü DTP (ve genel olarak Kürt hareketi) içindeki “güvercin”lerin kollarını, kanatlarını kırdı. Sistem tarafından sürekli dışlanan DTP’nin PKK çizgisiyle iyice özdeşleşmesi kadar normal bir şey olamazdı zaten. “Başbakan hatasından dönüp bugün DTP’yi muhatap almak isterse ne olur?” diye sorulacak olursa cevabı çok kolay. DTP’liler kendisine herhalde, “Sizin muhatap almanız gereken kişi Öcalan’dır” derler.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül aylarca önce Kürt sorununun çözümünde “tarihi bir fırsat” yakalandığını söylemiş ancak yapılan tartışmaların ötesinde hiçbir somut adım atılmamıştı. Fakat Gül’ün ısrarlarının da etkisiyle devletin değişik kademelerinde hummalı bir faaliyet yürütüldü; üst üste toplantılar yapıldı ve nihayet “tarihi fırsatta ilk start” noktasına gelindi. Hükümetin neleri nasıl yapabileceğine geçmeden önce zamanlama üzerinde durmak gerekiyor. Şöyle ki Abdullah Öcalan, çözüm için yeni bir “yol haritası” hazırlamakta olduğunu ve bunu Ağustos ortasında açıklayacağını ilan etmişti. Hatta Öcalan’ın avukatları, bazı kanaat önderleri, siyasetçiler ve sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle temasa geçip onların görüş ve önerilerini derleyerek kendisine iletmeye koyuldular. Öcalan’ın bu duyurusuna paralel olarak PKK da “ateşkes” kararını önce 15 Temmuz’a, ardından Eylül ayına kadar uzattı. Daha önemlisi, önceki “ateşkes” dönemlerinde yaşanan mayınlı saldırılar veya büyük şehirlerdeki terör eylemlerini de büyük ölçüde durdurarak liderlerinin önünü açtı.Hükümetin, Öcalan’ın ilan edeceği “yol haritası”nı “tedirgin bir merak”la beklediğini söyleyebiliriz. Merak ediyor zira Öcalan’ın ister samimi olarak, ister sırf kendisini kurtarmak için olsun, devletle uzlaşmak istediğini; uygulabilir bazı öneriler getirebileceğini ve en önemlisi bunları hareketin tabanına ve PKK’ya kabul ettirebileceğini biliyor.Hükümet “tedirgin” zira Öcalan’ın yaşadığımız bu tıkanma anında inisiyatifi ele almasından ve en vahimi, “terör örgütünün başını muhatap alıyor” görüntüsü verme ihtimalinden ürküyor. Bu yüzden hükümetin gecikmeden start vermek istemesinin temel nedenin tam da Öcalan’ın söz konusu hazırlığı olduğunu söylenebiliriz. Öcalan’ın açıklayacağı “yol haritası”nın ardından atılacak her adım, yapılacak her açılım bir dizi spekülasyona yol açacağı için Başbakan Erdoğan’ın 15 Ağustos’tan önce ciddi ve inandırıcı bir çıkış yapması ve inisiyatifi ele alması gerekiyor. Olamayacaklar ve olabileceklerPeki hükümet ne yapabilir? Yapılabileceklerden önce yapılamayacaklara bakmak daha isabetli olabilir. Bu noktada elimizde yararlı bir pusula mevcut: Erdoğan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan Pazar günü Star Gazetesi’nde yayınlanan “Sorunun değil çözümün parçası olmak” başlıklı yazısı. Kürt sorunu üzerine uzun yıllar kafa yormuş bir siyaset bilimci olan Doç. Akdoğan, devlet katındaki gözlemlerinden hareketle bize uzun bir “reddedilecek talepler” listesi çıkarmıştı. Bakalım:“Anadilde eğitim;Kürtçenin ikinci resmi dil durumuna getirilmesi;Anayasa’da etnik kökene vurgu yapılması;Öcalan’ın serbest bırakılması veya siyaset hakkı verilmesi;Her türlü özerklik talebi;İdari, mali, adli ve kolluk hizmetlerinin yerel yönetimlere devri;Ülke genelinde ya da sınır ötesinde terör örgütü üyelerine yönelik operasyonların durdurulması.” Doç. Akdoğan yazısında gerek PKK, gerekse DTP’nin bu taleplerde ısrar ederek çıtayı çok yükselttiklerini, bunun hiç de gerçekçi olmadığını savunmuştu. Ve devletin kabul edebileceği taleplerden bazılarını da şöyle sıralamıştı:“Türkiyelilik kavramının geliştirilmesi veya Türkiye toplumu vurgusunun ön plana çıkartılması;Bazı üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümleri kurulması;Kürtçe yayın ve özel TV’lerin önünün açılması;Doğu ve Güneydoğu’da halka hizmet veren devlet dairelerinde Kürtçe bilen personel istihdam edilmesi; Cezaevlerindeki görüşlerde Kürtçe yasağının kaldırılması;Kürtçe mevlit veya vaaza müsaade edilmesi; İlçe, köy ve mezra gibi yer isimlerinin Kürtçe veya diğer eski isimlerle değiştirilmesi;Seçimlerde Kürtçe siyasi propaganda yasağının kaldırılması;Teslim olmayı özendirecek mevcut yasada düzenlemelere gidilmesi;TBMM’de Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu kurulması...” Asker-sivil ilişkileriDevletin yapabileceklerinin Kürt hareketinin beklentilerini gidermesinin pek mümkün olmadığı kolaylıkla anlaşılıyor. İki büyük sorun öbeğiyle karşı karşıyayız: 1) Kürt sorununu çözme yolunda yapılacak bazı yasal ve anayasal düzenlemelerin bazı kesimler tarafından devletin “üniter” yapısına tehdit olarak algılanması;2) PKK sorununu çözmek için atılacak bazı adımların toplumun bir kesiminde tepkiye yol açması.Aslında CHP Lideri Baykal’ın “silahlar susarsa af olur” çıkışı bu ikinci tür sorunları çözmenin daha kolay olduğunu akla getiriyor. Nitekim uzun zamandan beri “alt düzeydekilere af, lider kadroya sürgün” gibi formüller telaffuz edilmekte. Tabii bu noktada Öcalan’ın durumunun başlıbaşına güç bir sorun oluşturduğunu unutmamalıyız.Bütün bunlara rağmen hükümetin önünde gerçekten bir fırsat olduğunu söyleyebiliriz. Başbakan Erdoğan, eğer “terörle mücadele” perspektifini geri plana itip “Kürt sorununu çözme” yolunda samimi olduğunu gösterebileceği bir çıkış yapabilir ve bununla birlikte Akdoğan’ın yazmış olduğu birkaç adımı atabilirse Türkiye’de çok şey değişebilir.Tabii burada şöyle bir sorunla karşı karşıyayız:“İrticayla mücadele eylem planı” tartışmaları ve hemen ardından askeri yargının görev ve yetkilerinin sınırlandırılmasına yönelik yasal düzenleme “tarihi fırsat”ın zemini olan “asker-sivil uyumu ve karşılıklı güveni”ni belli ölçülerde zedeledi. Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, devletin yeni Kürt stratejilerinin şekillendirilmesinde apayrı ve özgün bir konumu olduğu da hesaba katılırsa, hükümetin yapmasını beklediğimiz yeni “Kürt açılımı” baştan “ölü” olmasa bile “sakat” doğmuş olabilir.
Kim ne derse desin, Türkiye’nin Avrupa macerasında din boyutu belirleyici demesek de, gözardı edilemeyecek ölçüde hayatidir. Bu yüzden söz konusu macera sadece bu ülkenin kaderini belirlemekle kalmıyor, dünyada yaşayan her Müslümanın hayatını bir şekilde etkiliyor, etkileyecek. Önümüzde iki dev soru var:1) Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülke, Batı değerleri üzerinde şekillendirilmiş ortak bir medeniyet projesi içinde yer alk ister mi, istese de bunu başarabilir mi?2) Batı, nüfusunun çoğu Müslüman olan bir ülkeyi kendi içine almak ister mi, istese de bunu başarabilir mi?Batı ülkelerinde Müslüman nüfusun her geçen gün daha da artıyor olması ve 11 Eylül 2001 terör saldırılarıyla içine girmiş olduğumuz yeni dönem bu iki sorunun öneminin daha da artmasına neden oluyor.Türkiye’ye karşı tek sesAB maceramız, bu çetrefil soruların cevaplanmasına yardımcı olacağı için birçok çevre tarafından yakından takip ediliyor. Açık Toplum Vakfı’nın hazırlattığı “Türkiye-AB İlişkisinin Müslüman Dünyadaki Yansımaları” başlıklı çalışma, hem Arap dünyası, hem de Hindistan ve Pakistan’daki Müslüman aydınların bu sürece ilişkin değerlendirmeleri hakkında ilginç bilgi ve yorumlar sunuyor.Bugün bu çalışmanın, El Cezire Televizyonu Türkiye Temsilcisi Yusuf el Şerif ile Kocaeli Üniversitesi’nden Samir Salha’nın birlikte hazırladıkları “Arapların gözüyle Türkiye’nin AB üyeliği: Arap basınından okumalar” bölümüne değinmek istiyorum. Bu bölümden öğrendiğim şeylerden ikisi en çok dikkatimi çekti:1) İslamcısı, liberali, milliyetçisi, solcusuyla Arap aydınlarının ezici çoğunluğu Türkiye’ye hemen hemen benzer şekilde yaklaşıyor;2) Dün hangi kanattan olurlarsa olsunlar Arap aydınlarının neredeyse tümü Türkiye’ye olumsuz bakarken, hatta eleştirmek için bahane ararken, son 6-7 yıldır, yine her kanattan aydın Türkiye’den genellikle olumlu söz ediyor, hatta ona bir ölçüde gıpta ediyor.1 Mart faktörüTabii bu değişimde Türkiye’nin AB serüvenini çok etkili olmuş. Arap aydınlarının dün ülkemizi AB’ye girmek istiyor diye eleştirmelerinin ardında yatan ana neden, bunun bir “serap” olduğu inancıymış, fakat 2004 Aralık ayında AB’den tam üyelik müzakere takvimi alınınca yorumlar değişmeye başlamış. Yazarların yaptığı alıntılar, Arap basınında artık Türkiye’nin değil AB’nin sorgulanmakta olduğunu gösteriyor.Tabii bu dönüşümde AKP’nin özel bir yeri var. Erdoğan ve arkadaşlarının İslamcı olduğu tartışılmaz olan Milli Görüş hareketinden geliyor olmaları, İslamcılığın en önde gelen siyasi hareket olduğu Arap dünyasının aydınlarının Türkiye’ye ilgisini daha da artırdığı muhakkak.AKP konusunda Arap gazetecilerinin kafası da tıpkı Batılı meslektaşları gibi karışık. Kimi AKP’yi hâlâ İslamcı görürken, kimi İslamcılıktan çıkmış olduğunu savunuyor, ancak hemen tümünün bu partiye olumlu yaklaştığı anlaşılıyor. Tabii bunda, 1 Mart 2003 günü TBMM’nin tezkereye hayır deyip ABD’nin Irak işgaline ortak olunmamasının payı hayli yüksek. Son Davos çıkışının, Arap dünyasında zaten varolan Erdoğan ilgisini daha da artırmış olduğunu da bu çalışmadan anlıyoruz.Yazarlar gelinen noktayı şöyle özetliyor: “Arap basının geneli Türkiye’nin uygulamakta olduğu reformları takdir etmektedirler ve hayata geçirdiği siyasi reformların Türkiye’yi bir Hıristiyan ülkesi yapmadığının ve Müslüman Türk halkının kimliğini bozmadığının farkındadırlar. Buna karşı Arap basını AB’ye güvenmediğini de saklamıyor. Türkiye’nin üyeliği konusunda AB’yi ağırdan almak ve oyalamakla suçluyor. Şunu da vurgulamak gerekir ki, Arapların büyük bir bölümü hâlâ AB’nin tutumu yüzünden herhangi bir vakitte Türkiye’nin AB’ye üye olabileceğine inanmamaktadır.” Peki biz inanıyor muyuz?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Kürt sorununun çözümü noktasında “tarihi bir fırsat yakalandığı”nı söyledikten sonra, bunu devletin farklı kurumları arasında ortaya çıkan uyum ve birlikte çalışma atmosferiyle gerekçelendirmişti. Gül’ün “tarih fırsat” çıkışının ardından sorunun çözümü noktasında somut ve olumlu bir gelişme yaşanmadığı gibi, “irticayla mücadele belgesi” tartışmaları ile onun peşinden gelen ve askeri yargının alan ve işlevini kısıtlayan yeni yasal düzenleme, devletin sivil ve askeri ayakları arasında varolduğu düşünülen uyum ve karşılıklı güveni belli ölçülerde zedeledi.Son gelişmelerin Kürt sorununa nasıl yansıyabileceğini tartışmaya Org. İlker Başbuğ’un seleflerinden farklı bir Genelkurmay Başkanı olduğunu hatırlatarak başlayalım. Örneğin Başbakan’ın siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan, Pazar günü Star Gazetesi’nde yayınlanan “Sorunun değil çözümün parçası olmak” başlıklı yazısında şöyle yazıyor: “Başbuğ’un dinleyen, istişare eden, konuyu farklı boyutlarıyla görmeye çalışan pozitif tutumu, iyimserliğin artmasını sağladı.” Gerçekten de soruna sadece askeri açıdan bakmayan, sahici ve kalıcı bir çözüm için hükümetle birlikte samimi bir şekilde çabaladığına tanık olduğumuz Org. Başbuğ’un bundan sonra nasıl bir tutum ve üslup benimseyeceği önemli olacaktır. Kendisinin, bazı eski komutanlar gibi PKK’nın varlığını sürdürmesini ve eylemlerini, askerin siyasi gücünü artırmanın bir bahanesi ve dahası hükümete yönelik bir şantaj aracı olarak kullanmak isteme noktasına geleceğini sanmıyorum fakat son yaşananlardan önce sahip olduğu azim ve şevkte belli kırılmalar olacağını öngörebiliriz.Akdoğan’ın gözlemleriŞu an için Kürt ve buna bağlı olarak PKK sorunuyla ilgili çözüm arayışları iki olaya kilitlenmiş gözüküyor: 1) Başbakan Erdoğan’ın DTP’lilerle görüşüp görüşmeyeceği; 2) Abdullah Öcalan’ın Ağustos ayında nasıl bir “yol haritası” nı tartışmaya açacağı. Bu tartışmaya bir hazırlık olarak, Doç. Akdoğan’ın yukarıda sözünü ettiğim yazısına başvurmak isabetli olacaktır.Önce bazı hatırlatmalar: Erdoğan’ın her zaman yanında bulunan birkaç isimden biri olan Akdoğan aslen siyasetbilimcidir ve tabii akla ilk olarak Güneydoğu kökenli bazı danışmanlar ve milletvekilleri geliyor ancak Başbakan’ın yakın çevresinde olanlar arasında Kürt sorununa en vakıf kişilerden biridir. Yalçın’ı yaklaşık 25 yıldır tanırım. Kürt sorununun İslami hareket içinde daha tabu olduğu 1980 sonları ve 1990 başlarında, Karadeniz kökenli olmasına rağmen sorunun barışçı ve kalıcı bir çözümü için kafa yoran az sayıdaki isimden biriydi. Başbakan’ın siyasi danışmanı olduğu andan itibaren soruna devlet tarafından nasıl bakıldığını da doğrudan gözleme imkanına kavuştu.Yoğun bir tartışma dönemiDoç. Akdoğan, Star’daki yazısında, “Kanaatimce bir kısım hususlar, devlet nezdinde kesin bir reddiye ile karşılanacaktır” diyor ve bir “gözlemci” olarak bunları şöyle sıralıyor: “Anadilde eğitim, Kürtçenin ikinci resmi dil durumuna getirilmesi, Anayasa’da etnik kökene vurgu yapılması, Öcalan’ın serbest bırakılması veya siyaset hakkı verilmesi, her türlü özerklik talebi, idari, mali, adli ve kolluk hizmetlerinin yerele devri, ülke genelinde ya da sınır ötesinde terör örgütü üyelerine yönelik operasyonların durdurulması.” “Türkiyelilik kavramının geliştirilmesi veya Türkiye toplumu vurgusunun ön plana çıkartılması pekâlâ mümkündür” diyen Akdoğan “ancak” diyerek şöyle devam ediyor: “Kürtler veya başka bir etnik kökenin Anayasal çerçevede ifade edilmesinin mümkün olmayacağını düşünüyorum. Bu yüzden PKK ve DTP’nin Anayasal statü, tanım, vurgu türü çıkışları havada kalacaktır.” Akdoğan, devletin “kırmızı çizgileri” nin içinde kalan hususlara örnek olaraksa, “bazı üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümleri kurulması, Kürtçe yayın ve özel tv’lerin önünün açılması, Doğu ve Güneydoğuda halka hizmet veren devlet dairelerinde Kürtçe bilen personel istihdam edilmesi, cezaevlerindeki görüşlerde Kürtçe yasağının kaldırılması, Kürtçe mevlit veya vaaza müsaade edilmesi, ilçe, köy ve mezra gibi yer isimlerinin Kürtçe veya diğer eski isimlerle değiştirilmesi, seçimlerde Kürtçe siyasi propaganda yasağının kaldırılması, teslim olmayı özendirecek mevcut yasada düzenlemelere gidilmesi, TBMM’de Faili Meçhulleri Araştırma Komisyonu kurulması”nı veriyor. Her ne kadar yaz sakin geçiyor gözükse de Türkiye yakın zamanda çok çetin, karmaşık ve yoğun bir tartışma dönemine gireceğe benziyor. Ben de Yalçın gibi bu süreçte makuliyet, samimiyet ve aklıselimin büyük önem taşıdığına inanıyorum.
13 Şubat 2007 gününün akşamı Washington’daki Türkiye Büyükelçiliği’nin kançilarya binasında toplanmış çok sayıda Türk davetli, sık sık kürsüdeki kişinin konuşmasını alkışlarla kesiyordu. Konuşan, her ne kadar sivil giysili de olsa dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’tı. Bu konuşma, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine (ki Abdullah Gül henüz adaylığını açıklamamıştı, Tayyip Erdoğan’ın adı daha fazla öndeydi) TSK’nın nasıl baktığı konusunda ipuçları verebileceği için önemliydi. Org. Büyükanıt 25 dakika boyunca bu konuya doğrudan değinmemekle birlikte Türkiye’yi öyle vahim bir şekilde tasvir etti ki (“Cumhuriyet kurulduğundan bu yana bu kadar tehditle karşılaşmamıştık”) Çankaya konusundaki tavırlarının ne olacağı anlaşıldı. Şu sözler de onundu: “Ulu önder Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet rejimiyle temel ilkeleriyle sonsuza kadar varolacaktır. Bunun aksini düşünen sapkınlar, sayıları az da olsa hüsrana uğrayacaklardır.” Hiç kuşkusuz geceye damgasını vuran sözler şunlardı: “Türkiye’nin dinamik güçleri vardır. Türkiye’yi koruyan o dinamik güçler varolduğu sürece, o rüyayı görenler kâbusla uyanacaklardır. Ben askerim ve diyorum ki kimse Türkiye’yi bölemez. Onu düşünenlere biz gerekeni yaparız. Kimseye Türkiye’yi böldürtmeyiz.” Org. Büyükanıt’ın yaptığı çok yanlıştı. Ama daha kötü bir yanlışı, sonradan bizzat kaleme aldığını söylediği e-muhtıra ile yaptı. O gün yanımdaki bir diplomata “bugün Şubat’ın kaçı?” diye sormuş, “Abartıyorsun” karşılığını almıştım. Fakat yaklaşık 75 gün sonra, 27 Nisan gecesi TSK’nın web sitesine konulan muhtıra, 28 Şubat’ın aynısı olmasa da benzer bir süreci yaşamakta olduğumuzu gösterecekti.Org. Özkök farkıOrg. İsmail Hakkı Karadayı’nın Genelkurmay Başkanlığı sırasında başlayan 28 Şubat süreci Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu zamanında tam gaz sürmüş, fakat Org. Hilmi Özkök’ün göreve gelmesiyle asker, siyasi konularla arasına mesafe koymaya başlamıştı. Onun, kamuoyuna belli etmeden engel olduğu darbe girişimlerinin ana gerekçeleriyse hiç kuşkusuz “laikliği koruma” ydı. Org. Özkök’ün asker-sivil ilişkilerine getirdiği yeni yaklaşım, TSK’yı “rejimin bekçisi” olarak gören kesimleri doğal olarak memnun etmiyordu. Aynı çevreler Org. Büyükanıt’la durumun değişeceğini umuyorlardı. Nitekim Org. Büyükanıt’ın atanmasının arifesinde, aleyhine çok yoğun kampanyalar başlatıldı ve bunlardan laiklikle sorunları olan bazı odaklar sorumlu tutulacaktı.Org. Büyükanıt görev süresi boyunca kendisine yönelik beklentileri karşılamaya çabaladı, fakat gerek iç, gerek dış konjonktür onun masaya vurmaya çalıştığı yumruğun havada kalmasına ya da vursa bile caydırıcı olmamasına yol açtı. Org. Özkök yerine Org. Karadayı ve Org. Kıvrıkoğlu çizgisine yakın olan Org. Büyükanıt, tıpkı kendisine örnek aldığı komutanları gibi, vurdukça rakiplerini güçlendirdi.Açacak olursak: 28 Şubat’la RP ve Erbakan devre dışı bırakıldı ancak 5.5 yıl sonra AKP’nin tek başına iktidara gelmesine elverişli zemin de yaratılmış oldu. 27 Nisan’da da Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi engellendi ancak 22 Temmuz’da AKP’nin oy patlaması yapması ve ardından Gül’ün rahat bir şekilde Köşk’e çıkmasına da yardımcı olundu. Zor mücadeleOrg. İlker Başbuğ’un, ikinci başkanlığını yaptığı Org. Özkök çizgisine daha yakın olduğu söyleniyor. Ancak kendisi sadece Org. Büyükanıt’tan kötü bir miras devralmakla kalmadı iç ve dış koşulların çok elverişsiz olduğu bir dönemde göreve geldi. Örneğin Ergenekon soruşturması birçok bakımdan kendisini epey zor durumda bıraktı ve daha da bırakacağa benziyor.Org. Başbuğ bütün bu olumsuzlukları, en öncelikli konu olarak “terörle mücadele” yi (kendisi böyle demese de, “Kürt sorunu” nu) seçerek aşmak ve TSK’ya daha korunaklı bir alan açmak istedi. Ne var ki TSK’yı bütünüyle devre dışı bırakmak isteyen odakların yoğun faaliyetleri nedeniyle bunda da istediği kadar başarılı olamadı.Daha bir yıl dolmadan bu kadar sorunla uğraşan Org. Başbuğ’un yeni önceliği “medya üzerinden yürütülen asimetrik psikolojik harekat” ı bertaraf etmek olacağa benziyor. Fakat daha önce de yazdığım gibi böylesi bir mücadeleyi, en azından tek başına, kazanabilmesi mümkün gözükmüyor. Sivillerden umduğu desteği alabilir mi? O da hayli şüpheli.
Türkiye ne zamandan beri büyük bir altüst oluş yaşıyor. Birkaç kritik aşamayı hatırlatalım: AKP’nin Kasım 2002 seçimlerinden tek başına iktidarla çıkması; 2004 Aralık ayında AB’ye tam üyelik için müzakere takviminin alınması; Abdullah Gül’ün Ahmet Necdet Sezer’in yerine AKP’nin Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi; 27 Nisan 2007 gecesi Genelkurmay Başkanlığı’nın, internet sitesinde yayınlanan muhtırayla Gül’ün adaylığına karşı çıkması; Cumhuriyet mitingleri; Temmuz 2007’de AKP’nin oylarını iyice artırarak yeniden iktidara gelmesi; Gül’ün Köşk’e çıkması; Ergenekon soruşturması; AKP’ye kapatma davası açılması; Taraf Gazetesi’nde “İrticayla Mücadele Planı”nın yayınlanmasıyla başlayan tartışmalar... Bütün bu yaşananları “sivil 28 Şubat süreci” olarak tanımlıyorum. ( “Sivil” sıfatını “askeri olmayan” anlamında kullandığımı, ona fazladan olumlu bir anlam yüklemediğimi hatırlatmam gerek.)12 yıl önceki süreç uzun bir MGK toplantısıyla başlamıştı, günümüzdekiyse bir başka MGK toplantısıyla yepyeni bir evreye girdi. Her iki süreç arasındaki farklar ve benzerlikleri ele almadan önce bir konuya açıklık getirmek istiyorum: Toplumun bir bölümü yaşananları, basit bir şekilde “sistemin askeri vesayetten arındırılıp sivilleştirilmesi ve dolayısıyla demokratikleştirilmesi” olarak yorumlar ve bu sürece destek olurken, tam karşı kutupta yer alanlarsa “laik düzenin sistemli bir şekilde yıkılıp yerine şeriat düzeni inşa edildiği” düşüncesiyle kaygılanıyor ve bu gidişatı durdurmaya çalışıyor. Lakin kamuoyunun büyük bir bölümünün, şu ya da bu kutuba yakın olmakla birlikte, olup bitenleri tam olarak anlayamadığını, anlamlandıramadığını söyleyebiliriz. Bunda medya ve kanaat önderlerinin çoğunluğunun iki kutuptan birine angaje olup, yaşananları taraflı bir şekilde aksettirmesinin payı hayli fazla.Kimileri inanmıyor ya da inanmak istemiyor ancak kendimi yaşanan bütün bu süreci tüm yönleriyle anlamaya ve tarafsız bir şekilde anlatmaya çalışan bir gazeteci olarak görüyorum. Bazıları da benim gibi tarafsızların yanlış yaptığını ve kendilerinin karşısındakilerin ekmeğine yağ sürdüğünü düşünüyorlar, yanılıyorlar. Zira onlar kendi davalarına her ne kadar ulvi hedefler atfetseler de bütün bu olup bitenleri “müthiş bir iktidar mücadelesi” olarak görüyorum.Siviller daha dikkatliBu parantezi kapatıp 28 Şubat ile 30 Haziran süreçlerini kıyaslayalım: Günümüzde yaşananlara “sivil 28 Şubat” dememin temel nedeni, inisiyatifin bariz bir şekilde askerden sivillere geçmiş olması. Özellikle Gül’ün Köşk’e çıkmasıyla birlikte hızlanan yeni sürecin, geçmiştekine kıyasla en belirgin farklarından biri, sivillerin cüret bakımından 28 Şubatçı generallerden pek de geri kalmamaları ancak onlara kıyasla çok daha dikkatli, temkinli ve sistematik bir şekilde yol alıyor olmaları. Benzerlik deninceyse akla, dün askerlerin arkasındaki olduğu “halk desteği”ne günümüzde Gül-Erdoğan ikilisinin de sahip olması. Yine dün medyanın çoğunluğunun TSK’nın (yani güçlü olanın) çizgisinde seyrederken bugün de çoğu olmasa bile önemli bir bölümü siyasi iktidarı alkışlıyor. Bu arada, sivil iktidarın kendilerinden olmayan kesimlerin (liberaller, bir kısım solcular, Kürt hareketinin bir bölümü, AB başta olmak üzere Batı...) desteğinden geniş bir şekilde yararlandığını ama asla onların kendilerine dayatmak istediği gündem ve yol haritalarına itibar etmediklerini söyleyebiliriz.Cemaat boyutu30 Haziran sürecinin belki de en önemli farkı, kavganın sanıldığı gibi iki (AKP ile TSK, dolayısıyla onlara destek olan çevreler) kutup arasında seyretmemesi. 2 Nisan 2007’de “Özellikle son iki yılda yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil üç ana aktörü olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen cemaati” diye yazmıştım. Bu iddiamı bugün de koruyorum. Ve o zaman da belirttiğim gibi, Gülen cemaatini basit bir şekilde “AKP’ye destek veren gruplardan biri” olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Bu cemaat, ne zamandır, kendi geleneklerine aykırı bir şekilde bütün yumurtalarını AKP sepetine koymuş olmakla birlikte, kendi bağımsız gündemini ve hedeflerini koruyor. AKP’nin de, doğal olarak Gülen cemaatine daha yakın olduğu varsayımı tam olarak doğru değil. Cemaatin desteğinden ve attığı bazı adımlardan hoşlanıyor ve yararlanıyor olabilirler ama özellikle Erdoğan ile Gül gibi isimlerin cemaate tam olarak güvendiklerini söyleyemeyiz. Org. Başbuğ’un geçen haftaki basın toplantısının ardından “asıl kavga şimdi başlıyor” demiştim. Önümüzdeki günlerde, inişli çıkışlı bir grafik izlemekle birlikte kavganın daha da tırmanacağını, kenarda duruyor gözüken üçüncü başrol oyuncusunun da isteyerek ya da zorla dahil olacağını düşünüyorum.