George Orwell’ın ‘1984’ adlı romanını sadece bir edebiyat eseri olarak anabileceğimiz günleri ummaya devam ediyoruz. Ne yazık ki yaşadıklarımız, dahası, yakın gelecekte tanık olacaklarımız George Orwell’ın totaliter bir karşı ütopyayı anlattığı ölümsüz eserini ‘siyasal’ anlamda hatırlatmaya devam edeceğe benziyor.Nasıl desem, geçen hafta biz İstanbulluların yaşamına dalan bir sis vardı. Kentle, yaşamla, görme ve algılama yetimizle aramıza bir perde çekilmişti sanki. Romantizmin de bir sınırı olmalıydı. Yaklaşık 24 saat süren bu sisten daraldık, bunaldık. Zira bir metre ötemizi görememek pek de parlak bir duygu sayılmazdı. Sembolik olarak düşünüldüğünde ise söz konusu sis bambaşka bir anlama bürünüyordu. Özgürlüklere geçirilen kılıfların insanda yaratabileceği korku senaryolarının provası da denebilirdi buna.Yasaklardan göz gözü görmezseHaydi bakalım. İnternet yasağıydı derken şimdi başka bir yasakla burun burunayız. Yeni MİT kanunu teklifi... Bu durumda bankalar, kamu kurum ve kuruluşları bize dair ne varsa hepsini MİT’e bildirecek. Dahası bu kurumlar kendi veri tabanlarını direkt olarak MİT’e yönlendirecekler. Kısacası sır diye bir şeyimiz kalmayacak. Kişisel yaşamın gizliliği ortadan kalkacak tümüyle. Bir nevi 1984’teki ekran hegemonyası altına girecek özgürlüklerimiz (zaten az çok öyleyiz de karıştırmayalım şimdi). Teklif onaylanırsa tümüyle kodlanıp fişleneceğiz. Kısacası, yasal olarak, kanunlar çerçevesinde gözleneceğiz.Başka bir deyişle söyleyecek olursak Orwell’ın bahtsız kahramanı Winston Smith’in yazgısıyla pişti olmak üzereyiz! Smith’in başına gelenler de aşağı yukarı bunlardı. En azından başlangıçta! Sürekli denetim altında ve kendine ait hiçbir alanı olmayacak biçimde ‘yaşaması’ bekleniyordu ondan. Kendine çizilen yazgıya uyum göstermesi ve etrafındaki çeperi asla zorlamaması, asla. Bu çeper zorlanmayınca her şey çok kolay akabilecek, sistem kendine yeni yeni kurbanlar yaratmaya devam edecekti. Asıl hikâye ise kurbanların gerçekle kurdukları ilişkiydi. Bu ilişki bir süre sonra gerçek dışı ve sisler içerisinde kalmış bütün yalanları tıpkı gerçekmiş gibi dayatıyordu kurbanlara. En azından kitapta böyleydi...Gelelim bugüne ve Türkiye’ye. Sahi, size ait ne varsa devletin iradesine devretmeye hazır mıyız, hazır mısınız?***- Sevgili Buket Uzuner annesini yitirdi. Anne gibi yâr olmaz. Uzuner’ciğim, başın sağ olsun.
Dün 21 Şubat’tı. Dünya Ana Dili Günü. Ülkemizdeki en büyük sorunlarımızdan biri olan ana dilinde eğitime değinmeden geçmek istemedim. Özellikle burada altını çizmek istediğim elbette Kürtçedir.Öncelikle ana dilinin bir insanlık hakkı olduğunu ve buna itiraz edip duranların insan hakları konusunda bir kez daha düşünmelerinin önem taşıdığı günlerden geçtiğimizi vurgulamalıyım.Kimileri hükümetin açılım konusunu destekleyedursun, siyasi iktidar, iş ana diline ve ana dilinde eğitime geldiğinde yan çiziyor ve bu coğrafyanın en elzem konularından birini farklı yerlere çekme konusunda ısrarcı davranıyor.Ana dili ve ana dilinde eğitimi bir sınır çizgisi olarak görmek yerine, kültürlerarası sınırsızlığın bir işareti olarak algılamaya başladığımızda hepimiz huzura ereceğiz. Ereceğiz ermesine de buna ömrümüz yetecek mi emin değilim... Yıllarca kendi insanlarına ana dilini konuşmalarını yasaklamış bir devlet anlayışının içinde oyalanmış bir toplumuz. Ve bunun kimseye bir fayda sağlamadığını tecrübe etmiş bir toplumuz da. Baskının yeni baskılar doğurmaktan öte hiçbir şey üretmediğini bizzat tecrübe etmiş bir toplum...Ana dili bir evdirAna dilinin yeri geldiğinde bir ev, bir umut, bir dayanak olduğunu bilen bilir. Yabancı bir ülkenin zaman diliminde o artık bir dil değil, bir mekândır. Bir sığınak, bir nefes, bir özgürleşme vaadidir. Sizin ‘siz’ olduğunuz yerdir. Çocukluğunuzun dili ve hayalleridir. Bunu bir de vatandaşı olduğunuz bir ülkede yaşadığınız açmaz olarak düşünün şimdi. O zaman ne yaparsınız? Hangi zamanı hangi zamana evirirseniz evirin hayalleriniz hep eksik kalacak, çocukluğunuz sizden hep kaçacaktır. Bunun da adı olsa olsa kimsesizliktir. Tam da bu yüzden ana dilinin siyasi bir malzeme olduğuna ısrar edenlerden her anlamda ‘evsiz’ kalmanın ne demek olduğunu yeniden düşünmelerini isterim.Bu konuda ekranlardan insanlara seslenip ‘elimizde bu konuda çok da fazla örnek yok’ diyenlere ise eğitim tecrübeleriyle Almanya’yı göstermek kaçınılmaz galiba.***Sırası gelmişken UNESCO’nun dünya çapında kaybolan diller konusunda yaptığı bir araştırmaya da değinmek elzem. Türkiye’de, içinde Lazcanın, Gagavuzcanın, Zazacanın da olduğu yaklaşık 18 dilin yok olma tehlikesi içerisinde olduğu belirtiliyor araştırmada. Bu dilleri konuşanların sayısı 150-300 bin arasında değişiyor. Bu dillerin kaybolması ise bal gibi bu ülke topraklarının rengini yitirmesi demek. Unutmayalım çok dil, çok katman, çok katman ise yaşam demektir. Velhasıl, dilsiz, umutsuz ve yaşamsız kalmayın.
İstanbul Modern’e ne zamandır gitmemiştim. Özellikle ‘Komşular’ sergisini çok merak ediyordum. Kısmet, martıların keyifle uçuştuğu güzel bir salı günüymüş!Ortak yanlarİstanbul Modern, kuruluşunun 10. yılı kapsamında Komşular / Türkiye ve Çevresinden Güncel Anlatılar başlığı altında geniş bir coğrafyanın farklı bir yüzünü sunuyor bizlere. Türkiye’nin yanı sıra Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu da devreye giriyor. Bambaşka bölünmeler, kırılmalar da. Sergideki yapıtların sözlü gelenekler ve halk tiyatrosu gibi formları sıkça kullandığına tanık oluyorsunuz. Özellikle geleneklerin çağdaş sanata nasıl sızdığını, söz konusu coğrafyanın bunu nasıl aktardığını izliyorsunuz. Dahası, göçün bu diyarlarda nasıl bir karşılığı olduğunu da keşfetmeniz mümkün. Elbette bunun dile ve kültürel yaşama nasıl aktarıldığını da. Ortak yanlar o kadar çok ki. Bunu bir de görsel sanatların aynasından görme fırsatı veriyor bu sergi. Hikâyelerin dili çok katmanlı ama bir o kadar da benzer. Tüm bunları bir kez daha gördükten sonra savaşların neden çıkarılmış olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Ya da iyice kafanız karışıyor... ‘Halk işi değil bu savaşlar’ diyorsunuz bir kez daha, ‘iktidar işi, iktidar.’SergidekilerÇok sayıda sanatçı katılmış sergiye. Her biri özenle seçilmiş. Bu arada çok tanıdık bir isimle de karşılaşıyorsunuz: Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ıyla. 1972 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan Foncistan’a Seyahat macerasının orijinal çizimleriyle Abdülcanbaz öylece orada duruyor! Farklı kültürlerle ve ötekiyle karşılaşmanın zorlukları bu macerada da kendini yineliyor.Alman bir anne ve Iraklı bir babanın çocuğu olan Furat Al Jamil’in üç boyutlu animasyonu Bağdat Gecesi’nde ise masal kahramanı Saluwa’yı buluyoruz karşımızda. Kökleri ta Sümerlere kadar uzanan, izine Binbir Gece Masalları’nda da rastlanan Saluwa’yı bu kez bir taksi şoförünün sıradan bir günüyle kesişen macerasında buluveriyoruz. Irak’ın derin kültürünü anarken, bu ülkenin kültürel mirasının nasıl hunharca biçildiğini de hatırlıyorsunuz.Lübnanlı Mounira Al Solh, Dilsiz Dil başlıklı video çalışmasında Arapça 19 atasözü ve deyişe yer veriyor. Al Sohl, Arapça bilmeyen Hırvat sanatçı Sinisa Labrovic’i projesine davet ediyor ve bu deyişleri canlandırmasını istiyor. Al Sohl, kendi gündelik hayatındaki halk deyişlerini ihtiva ettikleri hâliyle değil hayal ettiği gibi sahneletiyor Labrovic’e. Ve sonuçta bu deyişlerin görsel dile tercüme edildiğinde bambaşka hâlleri ortaya çıkıyor. Bizlere ise bu videodan kalan soru şu: ‘Dil bir özgürlük aracı mı yoksa bir hapishane midir?’Bir de buna yaşadığımız coğrafyanın sertliği eklenirse buna siz karar verin derim.Hikâye ve yolculuğun bu sınır tanımaz gösterisi 8 Mayıs’a kadar açık. Fırsat yaratıp gidin. Bu arada Geçmiş ve Gelecek Sergisi’ni de kesinlikle atlamayın.
Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı Aydın İleri, çalışkanlığıyla her zaman bize yol gösteren o kişilerden. Hayata Renk Ver Derneği ile ortaklaşa yeni bir projeye daha imza attılar. Bunu sizlerle de paylaşmak istedim. İleri ve ekibi, 14 Şubat’a ithaf edilen bir dolu kutlamayı (Uluslararası Kitap Değişim Günü, Kütüphaneleri Seviyorum Günü, Dünya Öykü Günü ve şu meşhur 14 Şubat Sevgililer Günü) 15 Şubat, Dünya Çocukluk Çağı Kanser Günü’yle birleştirip bir kütüphaneye daha can verdi. Bu kez hedeflenenler hasta çocuklar!Nasıl mı? İstanbul Ümraniye Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Bölümü koridorunda, hastanede uzun süreli kalan çocuklara ‘Koridor Kütüphanesi’ kuruldu. İlk adımı İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde atılmış olan bu projenin diğer hastanelerde devam etmesi ve yeni kütüphanelerin kurulması planlanıyor. Dahası ‘koridor kütüphanesi’ olan hastanelerde gönüllü yazarlar çocuklarla söyleşecek, okuma günleri ve atölyeler yapılacak.Koridor kütüphaneleriHastanelerin çocuk servislerinde tedavisi devam eden çocukların ve refakatçi ebeveynlerin faydalanabilmesi için bu kütüphanelerde yaklaşık 200 kitap bulunması ve sürekli kitap akışının sağlanması hedefleniyor.Koridor kütüphanelerinde kitapların yaş aralığı, hasta çocukların yaşları gözetilerek geniş tutulmuş. Bu son derece akılcı bir yaklaşım. Böylelikle dışarıdan kitap bağışı daha kolay da olabilir. Yalnız, bağışçıların iyi durumda, temiz, konu olarak motive eden, umut veren, keyifli kitaplar vermeleri arzulanıyor.Bağışçı olmak isterseniz kitaplarınızı şu adrese gönderebilirsiniz:STUDIO OFFICES İŞ MERKEZİBAĞDAT CADDESİ İSTASYON YOLU SK. NO 3ALTINTEPE / BOSTANCI TEL: 0216 706 12 50Ayrıca bağış kitapların hijyenini sağlamak için kitap temizleme cihazına acilen ihtiyaç bulunduğunu da ekleyelim.Çocuklarımızın hastane odalarının duvarlarından, farklı, renkli, ışıltılı dünyalara ulaşmasına öncülük edecek bu projede emeği geçen herkese teşekkürler.Hemen ekleyelim: Bu projenin 2014’te gerçekleşmesi bir tesadüf değil! Bu yıl Kütüphane Haftası’nın ellincisi kutlanacak. Koridor kütüphaneleri de 50. yıl kapsamındaki projelerden sadece biri. Bu konuda gerçekleşecek diğer etkinlikleri de sizlere aktarmaya çalışacağım. Şu inancımı da özenle ve inatla koruyarak: Kütüphanelerle ve kitaplarla (ve elbette sanat ve kültürle) ne kadar haşır neşir bir toplum hâline gelirsek düşünmenin, idrak etmenin ve hayalin sonsuzluğuna da o ölçüde kapı aralayabiliriz.Hemen belirtmekte fayda var: Bahsettiğim kapı ‘Muhteşem Süleyman’ dizisinin ardından Kanuni hakkında suç duyurusunda bulunulmasıyla açılabilecek bir kapı değil. Bu hâl daha çok insanda ağlama hissi uyandırıyor.
Ne kadar haberiniz oldu bilemiyorum. ‘Biz Orada Mutluyduk’ adını verdiğim, Gezi’ye katılmış gençlerle ilgili röportajlardan oluşan bir kitap yayımladım geçtiğimiz sonbahar. Feminist gençlerden biriyle konuşurken konu kaçınılmaz olarak Kabataş’ta yaşananlara gelip dayanmıştı. ‘Kayıt yok, burada nasıl düşünmemiz gerekir?’ soruma genç arkadaşım ‘Kadının beyanı esastır’ diye çok haklı bir yanıt vermişti.O dönemde kimi AKP yanlılarının Gezi odaklı şekilde üzerimize kurmaya çalıştıkları grotesk bir baskı vardı ama buna yenilmemeli ve oradaki kadın sorununu, bir Türkiye gerçeği olarak atlamamalıydık. Baskı derken: Nüfusunun neredeyse yüzde 99’u İslam olan bir ülkede, Batı’ya öykünerek bir İslamofobi fırtınası yaratma eğilimini kastediyorum.Ne tuhaftır ki benzer insanlar Gezi’de yaşananları ‘Batı’nın bir oyunu ve dış mihraklar’ olarak nitelendirme konusunda da çok ısrarcı (ve aceleci) davrandılar. Neyse ne. Genç arkadaşım haklıydı. Burada kadının yaşadığı, tüm bunlardan bağımsız bir taciz olayı olarak düşünülmeliydi. Yine de, yaşadığımız kum fırtınasını düşünerek, konuyu demlenmeye bıraktığımı ve o bölümü kitaba koymaktan son anda vazgeçtiğimi itiraf etmeliyim.Buğusundan sıyrılıncaNihayet Kabataş olayı yavaş yavaş buğusundan sıyrılmaya başladı. Söze dökülenlerin hemen hiçbirinin yaşanmamış ve bir kadının ‘daha’ tacize uğramamış olmasını sevindirici buldum. Neden derseniz, birçok kişi bu ‘olayı’ kendine şiar edinerek Gezi’yi karalamayı görev bilmişti. Dolmabahçe Camii’nde yaşananlar konusunda da benzeri bir açmazın tecrübe edildiğini hatırlarsak bu iki olayın birbiriyle çok örtüşen yanları olduğunu düşündüm. Kitabı hazırlarken Dolmabahçe’de görev yapmış genç bir doktor adayı arkadaşla da konuşmuştum; genç arkadaşım içki içilmesi gibi bir olaya tanık olmadığını, tek tanıklığının orada bir can pazarı yaşandığı gerçeği olduğunu ifade etmişti. Aslında tek başına Dolmabahçe Camii’ndeki süreç bile hükümetin genelgeçer refleksinin Gezi’ye nasıl yansıdığını, gerçeğin nasıl çarpıtıldığını ortaya koyması bakımından yeterliydi. Yeterliydi de, bu, bugün bu noktada bulunmamıza engel olamadı.Şimdi ne yapacağız?Elbette oradaki gerçeğin neden çarpıtıldığını ‘gerçekten’ anlamaya çalışacağız. Neden bunca gerçek dışı aktarımlara başvurulduğunu tekrar tekrar düşüneceğiz. Bu kaydın neden şimdi kamuoyuna servis edildiğini de sormak bu düşünce silsilesinin içinde yer almak durumunda. Diyebilirsiniz ki: ‘Her şey ortada değil mi?’Deyin.Benim vurgulamak istediğim bundan sonrası. Bundan sonrasında birlikte nasıl yaşayabiliriz sorusu... Yoksa buradan da yeni çatışmalar doğuracak ifadeler yaratmak çok mümkün. Açıkçası bu benim tercihim değil.Gelelim kadın beyanına... Kabataş bunu gölgelemez, gölgeleyemez. Kadın beyanı benim için sonuna kadar hükmü geçerli bir beyan olmaya devam edecek. Toplumun kadına bakış açısı değişinceye kadar da bu böyle olacak.Feminist arkadaşım sokağa fırlayan palalılar için ‘ne türden bir dürtü onları sokağa çıkardı sence?’ soruma bakın ne demişti: ‘O bir dürtü değil. Onun güvendiği bir erk var arkasında. Gayet politik. Cinnet geçirip bir anda palayla çıkıp insanlara vurmuyor. İktidarın kendi arkasında olduğunu biliyor, cezalandırılmayacağına, cezalandırılsa bile övüleceğine güveniyor. Kadın cinayetlerinde olduğu gibi, kadın cinayetleri işleyen erkekler gibi güvendiği bir şey var arkasında. O dürtüselliği nerede ortaya koyabileceğini çok iyi biliyor.’
Metis Yayınevi’nden güzel bir kitap ulaştı elime. ‘Devrimleri Yazmak’, Arap isyanının içinden geçen seslerin öykülerini içeriyor. Kimi gazeteci, kimi öğrenci... Devrime yaşamın içinden bakan insanların öyküleri bunlar. Etkileyici olmalarının en temel nedeni de bu galiba. Tunus’tan başlayıp içine Libya’yı, Cezayir’i, Mısır’ı, Yemen’i katıp, Suriye’ye kadar ulaşan içten, anlamlı öyküler. Bu öykülerin toplanmasında ve kitabın yayımlanmasında üç kişinin adı geçiyor: Layla Al-Zubaidi, Matthew Cassel ve Nemonie Craven Roderick. “Biz (bu kitabı) yayıma hazırlayanlar, Arap Baharı’nın anlatısını sahiplerine geri vermeyi amaçladık; bu insanlar olmasaydı, anlatacak bir öykü de olmayacaktı” diyorlar. Bu arada kitabı dilimize Nesrin Demiryontan aktarmış. Herkesin eline sağlık.Aktivizm mi yazmak mı?Kitabın Suriyeli yazar ve gazeteci Samar Yazbek’e ait sunuş bölümünde ise önemli hususlar mevcut: Devrim hakkında yazmanın ahlaki bir ikileme yol açtığını söylüyor Yazbek. Aktivizm ve susmak mı, yoksa bir adım geri çekilerek yazmak mı tercih edilmelidir diye soruyor bizlere ve yazmanın devrime bir katkısı olup olamayacağını tartışıyor. Hatta dahasını da söylüyor: Devrim üzerine en büyük yapıtların çoğunun, hiçbir zaman olayların merkezinde bulunmamış, kenarda durmuş ya da gelişmeleri uzaktan izlemiş yazarlar tarafından yazıldığını.Hiç kuşku yok ki elimizdeki kitap, yazının, yazma eyleminin ve sözcüklerin ‘bir direnişi’ aktarma konusunda önemli ipuçları taşıdığının da kanıtı. Bireysel deneyimlerle nesnel deneyimler arasında gidip gelen bu öyküler, kimi kez devrimleri bizzat içeriden yaşamış, kimi kez de çeperde durmayı tercih eden yazarlar tarafından kaleme alınmış. Yaşam tanıklıkları diyebileceğimiz bu anlatılar, içlerinde taşıdıkları korku ve geleceğe duyulan özlemlerle benzerlik gösterseler de üsluplar açısından birbirlerinden çok farklılar. Örneğin Bahreynli Ali Aldairy öfke dolu bir öyküyü bizlerle paylaşıyor. Buna karşın Suudi Arabistan’dan Safa Al Ahmad’ın yazdıklarında edebi bir dilin eşliğinde küçük de olsa şiirsel bir umuda teğellenebiliyoruz. Bu da herkesin direniş esnasında aynı yerde, aynı dille durmadığı, durmasının gerekmediği, dönüşüme ve değişime inanmanın önemli olduğu fikrinde buluşturuyor bizleri.Bekleyen Kent KahireKitapta beni en çok etkileyen öykülerden biri Mısırlı Yasmine El Rashidi’nin öyküsü oldu. Onun “Bekleyen Kent Kahire”sini okurken hem bir gerçeğin hem de bir düşün içerisinde ilerledim. Özellikle “ama ölmeye karar verenler bile, bazen yaşamın kendisi tarafından kandırılır” cümlesi karşısında bir müddet sessiz kaldığımı itiraf etmeliyim. Yasmine, yani Yasemin burada Kahire’yi referans veriyordu. Ve Kahire, sonuçta yaşama ‘kanıp’ ölmekten vazgeçmişti. Kahire olarak yaşamın kendisi olması ise zaman alacaktı... Düşündüm: Bir kentin kendisi olması ne demektir? Aklıma kadını, erkeği, hayvanı, bitkisiyle hemen her şeyin ve herkesin yan yana durabildiği özgür bir kent geldi.Gerçekten de Samar Yazbek’in sunuş bölümünde belirttiği gibi iş ‘diktatörün gitmesiyle’ sonlanmayacaktı, sonlanmadı. Üstelik ‘kadınlar için her şey bir o kadar daha zor olacak’ diyordu Yazbek. Ona göre kadınlar diktatörlerle savaşmak zorunda kaldılar ve şimdi de bölgedeki ölü doğmuş laiklik yanlısı hareketlere tepki olarak ortaya çıkan radikal İslamcılıkla savaşmaları gerekiyor. Bu da direnmenin bir devamlılık olduğunu anlatıyor bize.
Hükümetin ifade özgürlüğüne getirdiği açmazları, en son internete getirilmek istenen sansür konusunu yabancı bir arkadaşıma anlatmaya çalışıyorum. Batı’nın girdapları konusunda samimi, Doğu’nun açmazları konusunda farkındalığı gelişmiş biri olduğu için sadece kafasını sallayarak dinliyor beni. Ne olursa olsun demokrasinin herkese iyi geleceği konusunda hemfikir olduktan sonra vedalaşıp ayrılıyoruz. Bunun iyi niyetli ve olsa olsa çok teorik, kestirme bir varsayım olduğu konusunda o kadar eminim ki daha fazla düşünmüyorum üzerinde.Yaşam akarkenOndan ayrılır ayrılmaz bir taksiye atlıyorum. İstanbul’un trafiğinden ötürü utana sıkıla bindiğim bir taksi bu. Adam bu hâlimi görünce ‘rahat olun, bu benim işim’ diyor.O geleneksel konuya atlamak üzereyiz: Taksiciler ve müşterileri. Ve çok kısa bir süre sonra o ‘soyut’ durakta buluşuyoruz gerçekten de: ‘Bazen taksiciler çok nadan oluyor, bazen de müşterileri...’Konu genelde burada biter. Ama o bitirecek gibi değil.‘Bakın size bir şey anlatacağım’ diyor dertli dertli. Ve ekliyor: ‘Ben sağcı biriyim. AKP’ye başından itibaren oy vermiş, teşkilatında çalışmış biriyim. Artık çalışmıyorum, o ayrı.’Peki.Dün bir müşteri binmiş arabasına. O, o sırada STV’den haberleri dinliyormuş. Biner binmez ‘kapa şu radyoyu’ diye bağırmış kadın. ‘Neye uğradığımı şaşırdım’ diyor. İnsan çocuğunu böyle azarlamaz inanın diye aynasından bana bakıp onay vermemi istiyor benden. ‘Neden böyle yapıyorsunuz?’ diye sorunca kadın aynı öfkeyle daha fazla uzatmamasını, kendisinin savcı olduğunu, başına olmadık işler açabileceğini söylemiş. ‘Tansiyonum fırladı’ diyor.‘Ne yazık ki çok feci bir kutuplaşma içinde yaşıyoruz’ diyebiliyorum.‘Haklısınız’ diyor. ‘Demokrasiyi atlamaya, onu feda etmeye devam edersek bu gidişle daha da çok yaşayacağız! Birbirini sevmeyen insanların ülkesinde hem siyasetçi olmak hem de bu uğurda insanları yem yapmak çok kolaydır.’Bir dakika! Yaklaşık 1-2 saat önce arkadaşımla efkârlı efkârlı konuştuğumuz konu da buydu zaten!Ve şoför devam ediyor:‘28 Şubat’ı yaşamış bir ülke bugün bu noktada olmamalıydı. Bu yolsuzluklar, bu hak çiğnemeler, yok saymalar yaşanmamalıydı. Bu şiddet yaşanmamalıydı. Ne yazık ki onları yalnız bıraktık’ diyor.‘Kimleri?’ diye soruyorum şaşkınlığım tavan yapmak üzereyken.‘Gezi’deki çocukları, 17 Aralık’ta işlerine son verilenleri...’ diyor ve ekliyor: ‘Farkındaysanız uzak tarihlerden bahsetmiyorum.’Sonra AKP’den niçin ayrıldığından bahsediyor uzun uzun, uzun uzun. (Malum trafik var)‘Şimdi size kesin cemaatçi diyorlardır’ diyorum.‘Evet diyorlar’ diyor. ‘Cemaatçi bir arkadaşım var. Hayatımda cemaatle kurduğum tek ilişkim o!’Bir an sessizlik oluyor.‘Keşke her sağcı sizin gibi olsa’ diyorum.‘Size bir şey söyleyeyim mi? Bir yerden sonra sağcı veya solcu olmanın hiçbir önemi yok’ diyor. ‘Biz bu ülkeye demokrasiyi getiremezsek bize huzur falan yok. Bu talanı bitirmek için direnmezsek geleceğimiz de yok. Direnmeliyiz. Neden mi? Çünkü demokrasi herkese lazım. Bunun için mücadele etmeliyiz.’‘Ben biraz karamsarım’ diyorum. O zaman günün lafını patlatıyor taksi şoförü:‘Kendimize ve ülkemize bir borcumuz var. Bunun başında da iyimser olmak geliyor.’Vay!
Kadir Has Üniversitesi’nin bu yılki “Türkiye Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”nın sonuçları elimize ulaştı. 26 Aralık 2013 - 13 Ocak 2014 tarihleri arasında, 26 kent merkezinde ikamet eden, 18 yaş ve üzeri bin kişiyle gerçekleştirilen bu araştırmanın sonucunda elde edilen bilgiler 2014 yılında ‘Nasıl bir Türkiye bizi bekliyor?’ sorusuna da yanıt verebilir.Buna göre yaşamakta olduğumuz en önemli husus şu: Türkiye’de muhafazakârlık artıyor. Tamam. Buna tanığız zaten. Sadece Türkiye’de değil dünyadaki eğilim de bu yönde. Burada asıl kafa kurcalayan husus, o muhafazakârlığın kendi ‘çoğunluğuna’ yaslanıp yaslanmayacağı sorusu. Kısaca, bu eğilimin, hükümetin (ya da hükümetlerin) demokrasi konusunda darboğaza soktuğu, daha doğrusu torba refleksiyle yasak getirdiği ifade özgürlüğü ihlallerini onaylayıp onaylamama sorusu, sorunudur.Araştırmada buna dair, insanın içine su serpen bir sonuç var. Katılanlar, ‘Olası bir anayasa değişikliğinde ülkenin yönetim tarzının nasıl olması gerektiğini düşünüyorsunuz?’ sorusuna yüzde 76,7 ile ‘parlamenter demokrasi’ yanıtını vermiş. Bu da toplumumuzun çoğunluktan değil çoğulluktan yana olduğunun işaretini taşıyor.Kaldı ki Gezi Parkı konusunda da verilen cevaplar hükümetin ‘çoğunluk’ politikasını gözeterek izlediği şiddet yanlısı tutumunun doğru olmadığını işaret ediyor. Hükümetin Gezi Parkı olayları sırasında izlediği politikalar için ankete katılanların yüzde 27,6’sı başarılı derken, yüzde 52,8’i başarısız cevabını vermiş. Gezi Parkı olaylarının temel nedeni sorusunu ise katılımcıların yüzde 30,2’si ‘Hükümet politikalarına tepki’, yüzde 29,8’i ‘Uluslararası güçlerin kışkırtması’, yüzde 21,8’i ise ‘Temel hak ve özgürlük talepleri’ biçiminde yanıtlamış.Ya medya?Aslında hükümet ve medya ilişkisi bağlamında son ‘yaşananlardan’ sonra medya konusuna hiç değinmemek gerekiyor ama yine de anketin sonuçlarını paylaşmakta fayda var.2013 yazında Türkiye’deki Gezi olaylarında medyanın tutumuna başarılı diyenlerin oranı yüzde 22,3’te kalırken, başarısız diyenlerin oranı yüzde 47,4. Gösterilerin medyaya güvene etkisi sorusuna karşılık, yüzde 48,8 ‘Zaten güvenmiyordum, bir değişiklik olmadı’ derken, yüzde 27,4 ‘Güveniyordum, güvenim sarsıldı’ demiş. Medyanın güven konusunda, geçen yıllara oranla çok kan kaybettiği saptanmış bu araştırmada. 2012’de, güven 22,2 iken 2013’te yüzde 19’a gerilemiş.Araştırmaya göre geçen yıla oranla düşmesine rağmen (2012 yılında yüzde 56,3) ordu yüzde 51,7 ile hâlen en çok güvenilen kurum olma özelliğini koruyor. Cumhurbaşkanlığı ‘kurumuna’ duyulan güven yüzde 53,7’den yüzde 40,7’ye inerken, kolluk güçlerine güven de yüzde 47,3’ten yüzde 35,3’e inmiş. Hükümete güven yüzde 33,5 düzeyinde kalırken, yargıya olan güvende hızlı bir düşüş gerçekleşmiş. 2011 yılında 38,8 olan yargıya güven sırasıyla 2012‘de yüzde 37,2’ye, 2013‘te ise yüzde 26,5’e inmiş. En az güvenilen kurumlar arasında YÖK ve ÖSYM’nin de olduğunu belirtelim.Araştırmaya göre Türkiye’de hâlen işsizlik en önemli sorun olarak görülüyor. Terör sorun olarak alt sıralara inerken, çözümü için sosyal politikaların, ekonomik önlemlerin vurgulanması dikkat çekiyor. Peki bu yıl Türkiye’nin en önemli sorunları arasına bilin bakalım ne girmiş durumda? Elbette yolsuzluk...Ve dış mihraklar!Hâl böyleyken ABD ve İsrail en büyük tehdit olarak algılanmaya devam ediyor. Suriye, İran ve Rusya’nın da bu listeye eklendiği görülüyor. Hükümetin Suriye ve Mısır politikaları desteklenmiyor. AB üyeliğinin gerçekleşmesi konusunda ise inançlar azalmış durumda. Ankete katılanların yüzde 49,4’ü Türkiye’nin dış ilişkilerinde kimseyle ittifak kurmaması ve yalnız hareket etmesi gerektiğini söylüyor.Ve mutlu son: Ankete katılanların yüzde 67,2’si Türkiye’de yaşamaktan memnun olduğunu dile getiriyor. Buna eklenmesi gereken önemli bir not: Ankete katılanlar Gezi Parkı’nın siyasetin gidişatını değiştirdiğine inanıyorlar.