Yaşamı bekliyoruz.Bir annenin dayaktan öldürülmüş oğlu için ‘keşke kurşunla öldürseydiniz’ sözlerini aşacak günleri bekliyoruz, özlemle. Meraklılarının, lafa geldi mi, diyelim kurdeleleri keserken, diyelim seçim arifelerinde, anneleri cennetlere göndermeyi, nurlara yakıştırmayı pek sevdiği bu kadim topraklarda, annelere olmadık işkencelerin reva görüldüğüne tanık olmaya devam ediyoruz. Ve yine soruyoruz: Anneler, evlatlarını karanlık sokaklarda ölüme yenilsinler diye mi büyütür?Issız sokaklarda tuzaklara düşürülsün diye mi yetiştirilir evlatlar?Ve bekliyoruz. Bu sığ, yeknesak günlerin geçmesini bekliyoruz, nefesimizi tutmuş bir şekilde.Ali İsmail Korkmaz’ın videosundaki sahnelerin defalarca silinmiş hâlinden ‘bile silinemeyen’ o yüz kızartan şiddetin karşılıksız kalmamasını istiyoruz. Gelişen süreci, mahkemede yaşananları ve yaşanacak olanları unutturacak bir yaşam hayali gelsin bulsun bizi istiyoruz. Yaşamın gücünün ve idrakinin, şuursuzlukların en karanlık noktasına hücum etmesini diliyor ve evet bekliyoruz.Biz kim miyiz?Belki bir rubainin satırlarında gezinen ruhların esenliği arayan nefesi, ne bileyim, bunu ararken tuhaf bir zamanda Ömer Hayyam’ın satırlarına rast gelmiş birileri:Bu uçsuz bucaksız dünya içinde,Bil ki, mutlu yaşamak iki türlü insana vergi;Biri iyinin kötünün aslını bilir,Öteki ne dünyayı bilir, ne kendini.Ne dünyayı bilmek ne de kendiniEtrafınızda vardır böyleleri. Kurbandırlar ama kurban olduklarını bir türlü keşfedemezler. Bunun bir keşif olduğunu bile düşünmezler. Yalana yakın dururlar. Bununla da gurur duyarlar. Merhemleri öfkeleridir çoğunlukla. Küfürleri, devaları. Hakaretleri ikramları. Yaşamda yol kesmeleri raconlarıdır. Dayaklarıysa gizemleri. Yolsuzlukları, şerefleri. Yaşam iksirleri bellidir: Kendilerinden başka kimseye yer açmazlar. Panzehirleri ortadadır: Her daim haklıdırlar onlar, her daim. Ve diskurları da nettir bir o kadar:‘Sana benzemeyeni ortadan kaldıracak, yok edeceksin!’Beklemek...Hâl böyleyken, evet yine bekliyoruz. Sıcak günler bitiyor, dondurucu günler geliyor. Mevsimler değişiyor, yıllar bitiyor. Amaçsızca oradan buraya savruluyoruz. Kedileri sevmeye devam ediyoruz. Kimimizin çocukları oluyor, kimimizin torunları. Kimimiz üniversiteyi bitiriyoruz. Nikâhlara gidiyoruz, filmlere kapatıyoruz duygularımızı, kitaplara kilitliyoruz kendimizi. İşin rengi tümden kaçmış.Vee... Bu ülkede herkes için adaleti beklemeye yine ve yine devam ediyoruz.
Seçim yaklaştı; partiler şarkılarını belirlediler. Bu şarkıların sözlerine baktığınızda içinize tuhaf bir duygu çöküyor (en azından benimkine). Garip bir aidiyetsizlik duygusu desem belki bir ölçüde meramımı aktarmış olurum. Seçim kampanyaları böyle işler, ona diyecek bir şeyim yok ama oyumun dışında yaşam adına şahitliğimi isteyecek olsalar ‘yok almayayım’ diyebileceğim bir süreçtir doğrusu.Bu kampanyalarda, özgürlüğün bu kadar dolaşımda olması, ‘o hâlde neden hiç özgür değiliz?’ sorusunu sordurur kaçınılmaz olarak. Elbette mutluluk için de bu geçerlidir. Coşku için de. Hiç kuşkusuz dostluk, kardeşlik mesajları konusunda da aynı duygular söz konusu...Bir hırsız gibi dolanmakAslında, bu hisse yol açan, şu ara okuduğum güzel bir kitabın satırları. Nil Sakman, Alakarga Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı ‘Balık Nefesi’ndeki bir öyküsünde ‘Kendi evinin içinde bir hırsız gibi dolanıyorsun’ diyor. Buradaki hırsızdan kastedilen yolsuzluk yapan siyasetçi değil elbette. Bir ruh hâli bu. Kendine, yaşadıklarına yabancılaşmış bir hâlde sağda solda dolanmak anlamına gelebilir. Öykünün adı da konumuza pek yakışıyor: “Modern Zamanlar“.Biraz paylaşayım sizlerle:“Yaz sıcağı gibi boğuk nefesin. Yüreğin gündüz gibi hareketli. Evin ıssız. Hayat bugünlük seni terk etti. Bir odadan diğerine, uzun koridordan tıknaz hole süzülüyorsun. Sessiz, neredeyse hareketsizsin. Kendi kendini ürkütmeden, önünde bükülüp duran zamana yenilmeden, hemen yanı başında arsızca salınan bu sıkıntıyı bertaraf etmelisin. İçine kısılıp kaldığın bu dört duvardan çıkıp biraz yürümek niyetindesin.”Gel de Nil’e katılma! Öyküyü okurken, öyküdeki insanın savrulmuşluğuna, zihnimde gezinen eski ve unutulmaz bir filmin izleğini de ekledim. Charlie Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ filmini. Chaplin’in filmdeki 20. yüzyıl eleştirisi muazzamdır. Dişliler döner ve insan sadece bir araçtır. Modernliğin insan katkısından anladığı budur. Başka bir deyişle söyleyecek olursak ‘kendi çağı içinde bir hırsız gibi dolanan’ bir canlıdır artık insan. Artık ona ne kadar ‘canlı’ denilirse! Burada da hırsızdan kastedilenin yolsuzluk yapan siyasetçi olmadığını, ruhunu kaybetmeye azmettirilen insan olduğunu bir kez daha hatırlatalım.Ama her zamanki ‘iyimserliğimizle’ yineleyelim: Bu değişebilir. Modern zamanın insanı bu kaderi ne olursa olsun değiştirebilir. İsterse değiştirebilir. İsterse.Haydi yine Nil Sakman’ın öyküsüne dönelim ve onun öngörüsüyle bitirelim:“Yaşam herkesin şahitliğine başvurur.”
1 Şubat 1997 günü Türkiye bir eyleme başladı: Sürekli Aydınlık için 1 Dakika Karanlık Eylemi. Bu eylem, 1997 yılında Susurluk kazasıyla ortaya saçılan o dipsiz karanlığın aydınlatılması için fişeklenmişti. Diyeceksiniz ki ne oldu, sen sonuca bak! Doğrusu bir halkın ‘temiz toplum temiz siyaset’ için attığı bu sivil itaatsizlik adımının, adım olarak ‘bile’ çok önemli olduğuna inanıyorum. Hafızaları canlandırmak için yineleyelim: ‘Yaşamımıza karışan kirliliğin son bulması’ isteği bu hareketin temel çıkış noktalarından biriydi.Ya bugün?Her ne kadar günümüzde yapılan tarafsız anketler toplumun yolsuzluklara karşı net olduğunu, halkın tepkisinin sandığa yansıyacağını söylese de, şu an Türkiye’nin tuhaf bir oyuna kilitlenip ‘seçeneksizlik’ üzerinden kendine bir gelecek kurmaya itilmesi son derece düşündürücüdür. Seçeneklerin bu ‘seçeneksizlik’ üzerinden oluşturulmaya çalışması düşündürücüdür. Ayağımızın altından kayan zeminin bir daha nasıl inşa edilebileceği fikri düşündürücüdür. İşin, demokrasisi ‘eh işte işleyen’ bütün toplumlardaki gibi ‘yine’ sandığa kilitlenmesi d-ü-ş-ü-n-d-ü-r-ü-c-ü-d-ü-r.Teslim edelim ki insanlık tarihinin özgürlükle kurduğu hakiki bağ her zaman çok kısıtlı ve kısa bir süreye denk düşer. Ancak bu noktada bunu tartışmanın bile çok (hatta yok) sayıldığı bir köşeye itilmiş olmamız, kısacası herkes için özgürlük fikrinin buharlaştırılması gerçeği ile karşı karşıyayız. Ne özgürlüğü, ne şusu ne busu. Otomatiğe bağlanmış bir ‘seçeneksizlik’ hâli bu. Ve elbette çok düşündürücü. Hüzünlendirici de. Çünkü yine insanlık deneyimlerinden biliyoruz ki böylesi süreçler iyimserlik, düşünebilmek ve eylemlilik (aman yanlış anlaşılmasın, yaşam adına yaşama sahip çıkma eylemliliğinden bahsediyorum) fikrinden uzaklaşıyor ve bu da kısa bir süre sonra çok yıkıcı sonuçlara neden olabiliyor. Özellikle siyaset, insanın doğuşunun ölüme yazgılandığını anlaması noktasında işler hâle geldiğinde sorunludur. Zira siyasetin temel amaçlarından biri insanı kadere ve ölüme değil ‘bugüne’ ve ‘yaşama’ çekebilme kudretidir.Umarım bunu kaybetmiyoruzdur. Yoksa kimin kiminle nasıl ve niçin çekiştiği gerçekten o kadar da önemli değil. Buna karşın yolsuzlukların örtbas edilmesi, anayasanın ihlal edilmesi, sansür vb. hususlar çok ama çok önemli çünkü bu toplumun sürekli aydınlıkta kalabilmesi için bu tür hususların artık hiçbir koşulda karanlıkta kalmaması gerekiyor.***31 Ocak Sokak Çocukları Günü‘ydü. Türkiye bu arbede içerisinde ne kadar çocuğu sokağa terk ettiğini hatırlıyor mu? Etrafta uçuşan paralarla beyni uyuşturulmaksızın kaç çocuğun hayatının aydınlanabileceğini?
Geride bir çift terlik kaldı. Çekilen fotoğrafta hayalet bir kadını uzaklara sürüklüyor gibiydiler. Kaldırımın ortasında ‘hiçbir’ yere doğru bir adım atıyorlardı sanki. İnsan için küçük, insanlık için utanç verici bir adımın işaretiydiler.Aşk!Haberi okumuşsunuzdur. Beş çocuk annesi bir kadın cezaevindeki kocasını ziyarete giderken kendisine ‘âşık’ evli bir adam tarafından kurşunlara boğulur. Aynı adam kadını daha önce kaçırmış, kadın bu ablukadan kurtulmuş ve adamı şikâyet etmiştir. Ama şikâyeti hayatını kurtarmaya yetmez. Cinayetin hemen ardından adam karısını ve çocuğunu alarak kaçar. Çetrefil bir kovalamacadan sonra yakalanır ve cinayeti itiraf eder: ‘Aşkım için öldürdüm.’Bu arada cezaevinin önündeki, aşkı uğruna öldürdüğü kadının yanında 11 yaşındaki oğlu vardır. Oğlan annesinin kanlar içindeki cesedi başında, 11 yaşın masumiyeti ve bu masumiyetin çok kısa sonra dönüşeceği tanımsız bir savrulmayla için için ağlamaktadır. Çocuğun annesinin başında sarf ettiği hüzünlü cümleleri ise bu ülkenin kaderi değil olsa olsa yazılmış olduğu seçimsizliğidir. Yanlış yerlerden başlanan ve sonlanan hayatların seçimsizliğinin cümleleri. ‘Abi annemi kurtarın’ demektedir çocuk etrafındaki güvenlik güçlerine. ‘Ben babama ne diyeceğim’ demektedir. Sonrası ise hemen hepimizin tahmin edeceği ama düşünmekten kendini alıkoyacağı sahneler, kesitler, yaşamlardır.Değişebilir mi(ydi)?Belki bu yüzden zihnim anne ve oğulun bu hayattan tümden koparıldığı o trajik ana değil de, onun biraz öncesine, kadının bedeninin kurşunla henüz buluşmadığı o ana odaklandı. Kurşunun ‘aşktan gözü dönmüş’ adamın silahından henüz ateşlendiği ana. Dizilerde olur ya, kurşunun hızının yavaşlatıldığı sahneler vardır öylesi bir an canlandı gözümde. Ve yine zihnim, tam da o sırada, kadının bedeniyle ‘aşktan’ kudurmuş adamın kurşununun arasına yaşam DNA’sıyla örülü bir zırh yerleştirdi. Kadının hayatını geri sarmasına yardımcı olacak kurşun geçirmez bir zırhtı bu. Kadını 10-12 yaşlarında düşündüm. Kadının seçimsizliklerini değil, önüne sunulabilecek seçimlerini hayal ettim. Ona sunulabilecek yaşam fırsatlarını, o fırsatlarla kendini ve dünyayı kavrama gücünü, bu güçle yazgısını değiştirebilme yeteneğini elde etmiş olduğunu. Bir mesleği olduğunu düşledim. Muhtemelen aynı adamla evlenmeyeceğini, muhtemelen beş çocuk doğurmayacağını, bu kışın ortasında hiçbir yere gitmeyen terlikler giymeyeceğini. Aşkın öldürmek değil, yaşatmak olduğunu keşfetmiş bir topluma doğmuş olduğunu insanlara anlatabileceği geniş zamanları olduğunu. Evet, çok zamanı olduğunu farz ettim. Dar zamanlara sıkışmış olduğunu değil de, düşünmeye, sevmeye, yaşamaya, anlatmaya ve paylaşmaya dair çok zamanı olduğunu.Bu seçimsizlik yenilebilir, kader diye insanlara sunulanın önüne geçilebilir(di) diye düşündüm. Zihnim oyunlar oynamaya devam etti, ben de izin verdim. Oğlunu ve cansız bedenini bir kaldırımın ucunda, yitik bir yaşamın kenarında değil de, yaşarken, bir sinema salonunda, sömestr tatiline yaraşır güzel bir filmin eşiğinde, birbirleriyle şakalaşırken bırakıverdim.
Oğlumun yırtılmış siyah çantasını bahane ederek pasajdaki küçük, basık dükkânına girdim. Başıyla yorgun argın beni selamladı. Makinesindeki nazlı beyaz ipliği tok gönüllü siyahıyla değiştirirken dükkândaki kesif sigara kokusu genzimi yaktı. Hafifçe tıksırdım.“Sorma, ben de hastayım” dedi. “Üşüyorum”.Üzerinde morumsu, tiftiklenmiş bir hırka, arkasında inatla yanan bir elektrik sobasıyla çıt çıkarmayan makinesinin önünde soluk bir renkle oturuyordu. Dükkândaki beyaz ışıkla daha da düzleşen bir moladaydık sanki. Aynalara kilitlenmiş fotoğrafların uçları yerçekimine yenilmiş, kanıksanmış bir eskilikte bize bakıyordu. Çeyizlik çarşaflardan etrafa sızan kumaş parçalarıysa dağınık bir çember hâlinde etrafımızı sarmıştı. İlerideki rafa sıkıştırılmış soluk sarı astarların umutsuzca bir vahiy bekler hâlleri vardı. Duvardaki saati ise hiç sormayın. Kim bilir hangi günün hangi saatinde geçmişte sıkışıvermiş, öylece kalakalmıştı.“Grip çok salgın, dikkat et” dedim.Biliyorum dercesine başını salladı. Susmayı konuşmaya tercih eden o kadınlardandı.Biz de bunun üzerine beklemeye koyulduk. Ben, çanta, soba, astarlar, kumaş parçaları, fotoğraflar, saatteki zaman ve bütün itikatlar. Ne kadar bekledik bilemiyorum.Yorgun terzi, siyah ipliği makineye usul usul taktıktan sonra ağır ağır çantayı aldı, kıvamlıca iğnenin ağzını kumaşa yanaştırdı. Çıt çıkmıyordu. Sonra mı? Sonra olan oldu.Vee... Motor!Kendi söküğünü dikemediği farz edilen işinin erbabı bütün terziler gibi sökük çantayı dikmeye koyuldu terzi kadın. Allahım o ne hızdı, o ne sesti! Kadına da bulaştı. Diktikçe yüzüne renk yürüdü terzi kadının, üzerindeki soluk hırka renklendi, canlandı, yenilendi. Hırkanın üzerindeki motifler kadının yol haritası oldu. Terzi kadın bu coşkuyla yaşam kabuğunu değiştirdi. Dünyanın bütün yorgunluklarını hamleye, tüm hamlelerini yaşama ve şimdiki zamana çevirdi. Bunun üzerine duvar saati, terini soğutmaktan vazgeçti, ‘haydi’ dedi dükkâna. ‘Haydi işimize bakalım.’Dükkân şöyle bir gerindi, kendine geldi, soba ateşlendi, astarlar akide rengi bir ışıltıya, güne, yaşama ibadet etti. Ortalık gün ışığının en sıcak rengiyle doldu. Grip eskidi. Hastalıklar çürüdü. Vesvese durdu. O ne sesti! Çanta, enerji dolmuş makinenin rotasında muma dönmüş, tiftikleri toparlanmış, çantaya benzemişti. Siyah iplik dile gelmişti. Dili, bağlamanın, iyileştirmenin dili olmuştu. Durgunluğun yerine arınmanın diliydi artık...Ve o kısacık sürede her şey yenilendi. Dikilecek tüm kumaşlar, tasarlanacaklar, prova edilecekler, avutulacaklar. Hepsi.Bir çırpıda dikiliverdi çanta.İşinin ehli bilge terzi kadın, her şeye kadir siyah ipin ucunu çantanın kumaşından çekip aldı. Ben diyeyim on yıl, siz deyin otuz yıl gençleşmiş gibi görünüyordu.“Tamamdır” dedi “eskisini aratmaz. Al bakalım.”***Kıssadan hisse: Koşullar ne olursa olsun işimize bakalım, devam edelim.
“Badem Gözlü Ermeni Çocuk“ adlı öykü kitabında genç öykücü arkadaşımız Özgür Özünlü, “Hayatın içinden bir kart çektim. Karmaşık, gürültülü ve kirli dünyanın bana sunduğu bir kart” diyor. Ve ekliyor: “Oysa her kartın aynı olduğunu yaşadıkça anlayacaktım.”Bu duygu insanı rahatlatır mı bilemiyorum. Yaşananlar zaman zaman insanı nefessiz bırakacak noktaya geldiyse böylesi bir gerçeğin gölgesine de sığınabilir insan. Hatta orada bir ömür boyu yaşayabilir de. Ancak bir diğer yandan ‘yaşam sahiden bu mudur’ sorusu eşikte beklemektedir.Seçenek yok mu?Desteden ne çekersek çekelim her kartın aynı olması gerçeği... Seçenek gibi duran eşiklerin aslında bir ablukadan ibaret olması. Bunu son zamanlarda hisseden, yaşayan, dile getiren çok tanıdığım var. Bindiğimiz geminin hep aynı parabolü takip ederek, yine o köhne limana yanaşıyor olduğunu görmenin bezginliği içerisindeler.Haklılar.Bu ülkenin kafasını kaldıramadığı yolsuzluk krizleri, hemen her şeyin bu uğurda meşru kılınması, kaide diyebileceğimiz ve yaşamlarımıza dayanak olabilecek çok önemli hususların kodeinli bir yaşam provasına dönüştürülmesi, yaşamla kurabileceğimiz bağı sürekli zedeliyor. Elbette bu durum yaşamı bir antitez biçiminde algılamak anlamına da geliyor. Bu bozdur bozdur harca kotasından yaşama yetemeyeceğimiz duygusu son derece ağır bir duygu. Bu, kendimizi yorgun, bitkin ve güçsüz hissetme duygusu. Kısacası çok tanıdık, kemikleşmiş bir duygu. Ne yaparsak yapalım hiçbir şey değişmiyor, değişmeyecek duygusu.Değişmesi gereken kim?Oysa şunu da görebiliriz:Desteden aynı kartın çıkması destenin suçu değil, o desteyi kimin dağıttığı ile ilgili bir husus.Ama daha da önemlisi, o destenin karşısında otururken hep aynı duyguyla, hep benzer bir beklentiyle (bu sefer değişik bir kart çıkacak beklentisiyle) masada oturuyor oluşumuz da bunda çok etkili.Oyunu devam ettiren bizim eylemsizliğimiz, kabullenişimiz. Yani, bu oyunun oyun gibi gözükmesine karşın aslında hayatlarımıza kasteden bir şiddet oyunu olduğunu bir türlü fark edemeyişimiz, fark etmek istemeyişimiz.Ne yalan söyleyeyim, burada değişmesi gereken bizleriz. O masadan kalkmamız elzem. Sonrası mı? Hele bi kalkalım da...
Kadına uygulanan şiddete yönelik iki kısa yazı yazdım en son. İlginçtir ki bu ikisine de erkek okurlarımızdan mesajlar geldi! Kimi hakaret doluydu. Bunları ciddiye almam mümkün olmadığı için gerçekten derdi olan mesajlarla ilgili birkaç hususa değinmek istiyorum.Gelen mesajların çoğu kadınlara yönelik bu açmazın hükümetin son on yıllık politikalarının bir sonucu olduğunu, özellikle eğitim alanında atılan adımların kız çocuklarının maruz kaldığı durumlarda belirleyici olduğunu ifade ediyor. Kısacası, yaşananların (yani hem kadına yönelik şiddetin artmasında, hem de çocuk gelinler konusunda) siyasal olduğunu dillendiriyorlar. Elimizdeki rakamlara baktığımızda bu sonuca katılmamak mümkün değil.Yine erkek okurlarımızın bir kısmı kadın hakları ile ilgili yazdığım hususları abartılı bulmuş. Ne tuhaf, bense tam da burada, bu konuda hemen hiçbir şey yazmadığımı düşünüyordum! Neden derseniz, bu işin sadece siyasal bir boyutu olmadığına, çok derin bir kültürel boyutu olduğuna inananlardanım da o yüzden.Derin konu, zor konu...Biraz açayım ne demek istediğimi:Bir kadının bizim gibi toplumlarda yaşayabileceği en derin yarık onun ruhunu gözetmeden, ona sormadan, onunla kelam etmeden oluşturulan yarıklardır. Ayrımcılık gibi gelse de yazacağım: Kadınların ruhlarıyla toplum kuralları arasında tercih yapmasının ne demek olduğunu tam olarak anlayabildiğimiz gün bu toplumda kadınların aşağılanması, şiddet görmesi, yok sayılması da bitebilir. Doğduğu günden itibaren bedeniyle algılanan, bedeninin sürekli ‘temizlenmesi’ gereken ‘bir yer’ olduğu dayatmasıyla büyüyen, bu uğurda kutsallaştırılan ya da yerin dibine batırılan ama buna karşın gerçek anlamda büyümesine, serpilmesine ve gelişmesine asla izin verilmeyen bir ruhtan söz ediyorum. Ondaki merak ve yaratıcılığın kendi dışındaki kimlikler üzerinden törpülenerek topluma uygun hâle getirilmesinden. Birilerinin kızı, birilerinin eşi, birilerinin annesi olarak yaşaması istenen bir ruhtan bahsediyorum size. Aldığı eğitim ne olursa olsun, yuvayı yapan dişi kuş imgesiyle anılmasından. O ruhun yok edilirken hemen her şeyin ‘onun iyiliği’ için yapıldığının kanıksatıldığı bir insandan bahsediyorum. Ruhunun tek başına bir varlık olarak görülmeye yetmediği insanlardan bahsediyorum size. Bir kadının ruhuyla var olma çabasının hemen her seferinde küllerinden doğma çabası demek olduğundan.Derin konu. Zor konu.
Onun yaşamı da o hüzünlü şarkılara konu olan diğerlerinkine benzer. Kırık dökük yaşamı, ortalama hızı gündelik siyasetin manevraları olan bir ülke için sıra gelmeyecek bir yerde durur. Onunkisi, küçük bir kızın, uzaklardaki görünmez bir kara iklimi hikâyesidir sonuçta. Bazense umulmadık kadar erken yere düşer, erir ve biter.Yaşamına bakarsanız şunlara tanık olursunuz muhtemelen:Helalleşilemeyen dostlar gibidir çocukluğu geride. Alışamadığı kadınlığı ise istatistiklerin içinde olsa olsa bir noktadır. Bilir ya da hisseder ki yerkabuğunun umursamadığı nefeslerden biridir. Anlar ya da düşünür ki yol bellidir. Ya dirsek çürütecek, öylece yaşlanarak devam edecek, tarihsiz bir anne, talihsiz bir analık, seyirlik bir valide, belgesellik bir nine olacak ya da pes edecektir.Şarkılık ömürŞarkıların rotasını izler gibi görücü usulüyle 12’sinde evlenir. 13’ünde anneliği yaşar. 14’ünde yine gebedir. Derken erken doğum olur, bebeğini kaybeder. Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Hızlı, kıyassız, kıyısız yaşamı orada biter. Kader Gelin gider. Geride hemen unutulacak bir sürü soru işareti bırakarak, kendi içinde sürgünlüğü yaşadığı kadınlığına ısınamamış, öğrenememiş bir hâlde.Pes edince ne mi olur? Yeni kaderler dünya evine girer ve Kader’in yerini alır. Ve kader bu ya, aynı soru yinelenir: Devam mı tamam mı?Cevap devamsa yaşam yel yepelek devreye girer; bebekler bebekleri, çocuklar çocukları, torunlar torunları izler. Cevap ‘tamam’sa yine benzer bir hızla, kaşla göz arası gelir ölüm ve zahmetsizce yapar yapacağını.Sonrası mı?Şarkı da öykü de orada öylece biter.Kız çocuklarına bu kısacık eksik, kırpık yaşam öykülerini kader diye aktaran, böylesi yaşamları reva gören bir toplumun gerçekle, kadın-erkek ilişkileriyle, evlilikle ve aileyle kurabileceği sağlıklı bağ nedir sizce?***19 Ocak 2007’de Hrant Dink katledildi. Bu karanlığın ardındaki gerçeklerin ortaya çıkartılmasını hâlâ bekliyoruz. 7 yıldır.