Kültür ve Turizm Bakanlığı yazarlara destek vereceğini açıkladı. Gel de sevinme! Ancak bu işin birtakım şartları var. Resmi Gazete’de yazanlara göre destek alacak yazarın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması; üretilecek eserin dilinin Türkçe olması; üretilecek eserin edebiyat üretimini artırması ve edebiyata yeni boyutlar kazandırması; üretilecek eserin özgünlük taşıması, projenin, başvuru öncesinde veya proje uygulama süresince herhangi bir fondan destek almamış olması gerekiyor.İki önemli hususBu açıklamada iki önemli husus göze çarpıyor. İlki, eserlerin ‘dili’ konusunda geliştirilen tavır, bir diğeri ise eserin özgünlüğü konusu. Aslında bu, eserdeki dili de içeren bir husus. Dolayısıyla destek verilecek yapıtın ‘özgünlüğü’ temel olarak tartışılması gereken bir konu. Destek sağlanacak eserlere Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı başkanlığındaki kurul hangi anlamda sahip çıkacak sorusu. Kısaca bu yedi kişilik kurulun özgün eserlerle kuracağı bağın hangi noktada ‘özgün’ olacağı.Sonrasındaki etapta ise kafamı kurcalayan şu soru var. Ve bu soru sanırım diğer soruların hepsini aşıyor: ‘Üretilecek eserin edebiyat üretimini artırması’ ne demek sahi? Özgün olduğu düşünülen eserin üretimi artırmasından kastedilen nedir?Bakanlık yetkililerinden gelebilecek olası bir yanıtı beklerken ben kişisel olarak bu ibareden ne anladığımı ifade etmeye çalışayım. Buradaki ifade, ‘özgün’ olduğu tanımlanan edebiyat metnini bir yapıt olarak değil bir ürün olarak görüyor. Bu ise yıllardır üzüntüsünü çektiğimiz merkezden güdümlenen kitle kültürü politikalarının yeniden devlet eliyle üretilmesine katkıda bulunmak anlamına gelebilir. Hatırlayalım: Kitle kültürünün yaygınlaşmasındaki esas, halkın (burada okurun diyebiliriz) çoğu kez sanatsal anlamda niteliği düşük olan sanat eserlerini kitleler için erişilir kılmaktır. Ve bu da aslında bugün gündelik siyasal ortamın eleştirisine girmiş olan meslektaşlarımızın sürekli atladığı ya da yok saydığı çok önemli bir olgudur. Teslim etmek gerekiyor ki sistem ve bu sistemi o ya da bu şekilde üreten herkes en büyük topunu insanları sanatsal ve dolayısıyla düşünsel algıdan yoksun bırakarak patlatır. Ne yazık ki bir toplumu sıradanlaştıracak daha güçlü bir mekanizma yoktur. Hemen herkesin zevklerini, estetik algısını ‘aynılaştırma’ ve bu noktadan kâr sağlama çabasıdır bu.Okurla buluşabilmekYanlış anlaşılmasın. Bir yazarın en büyük mutluluğunun okurla buluştuğu an olduğuna inananlardanım. Ancak bu buluşmanın okurla yazarın kitle kültürünün çizdiği piyasa ekonomisi kuralları ve çerçevesinde değil, özerk bir buluşma olabildiğinde anlam kazanacağını da düşünenlerdenim.Ne diyeyim? Dilerim Kültür Bakanlığı’nın bu desteği, yazdıklarıyla ‘edebiyat üretimini’ değil ‘edebiyatı’ evrensellikle, diller ötesi, uluslar ötesi, kitle kültürü ötesi yaşatan ve hâl böyleyken aylık ev kirasını ödeyemeyen; kitabı 1000 adet basılıp 250 adet satabilen gerçekten özgün metinlerin şair ve yazarlarını kapsar. Böylece yavaş yavaş edebiyatın özgünlüğünün ne olduğu da insanlar tarafından yeniden hatırlanabilir. Yazarın işi, kitle kültürünün onu itelediği, herkesin ayakkabı kutularına para sakladığı bir noktada naifçe vergi rekortmenliğine soyunmak değil, yazmaktır, iyi yazmak.Bakanlığımızın bu çok önemli noktayı atlamaması temennisiyle...
Çok şeyler göreceğiz daha. Gördüklerimiz göreceklerimiz için küçük ipuçları. Yaşadığımız zaman diliminin ‘yolsuzluklar’ zamanı olarak tarihe geçmesi şaşırtıcı olmayacak besbelli. Ama hiç kuşku yok ki 10 yıllık bu sürenin insan ruhundaki bilançosunun sonuçlarını toplamak için bir 10 yıla daha sabretmemiz gerekecek.Kazananlar ve kaybedenlerGeçenlerde bir okulda genç bir arkadaşımın konuşmamdan sonra sözü aldığında vurguladığı gerçek neydi biliyor musunuz? Söyleyeyim. ‘Bu hayatta’ dedi, ‘kaybedenler ve kazananlar vardır. Kaybedenler için maalesef üzülecek değilim.’ Aileleri zengin olan çocukların devam ettiği bir okuldaydım o sırada ve genç arkadaşımın ağırlıklı olarak kastettiğinin yoksullar olduğunu anlamak için özel bir çaba gerekmiyordu. Sonra aynı genç arkadaşım ‘Babasının da Doğu’dan geldiğini ve sıfırdan başlayarak bugünlere ulaştığını’ motora bağlanmış bir ezber silsilesiyle bana aktardı. ‘Herkes baban gibi şanslı olmayabilir’ cümleme ise yine en baştaki cevabı verdi: ‘Hayatta kazananlar ve kaybedenler vardır. Kaybedenler kaybettiklerine yansın.’Genellemeler ürkütücüdür ama biliyorum ki o genç arkadaşım düşüncelerinde yalnız değildi. Söyledikleri bulunduğumuz salonda yankı buldu ve alkış aldı. 17-18 yaşındaki çocuklarımıza, gençlerimize son 10 yılın bilançosu olarak aktarılan üç aşağı beş yukarı böyle bir dünyaydı işte. Eğitim kadrosu ne kadar iyi olursa olsun... Gerçek çok yalındı: Güçlü ol, paran kadar konuş!Medyasıyla, sürekli halkını azarlayan bir başbakanla, tavandan tabana yayılan ‘başarı için her yol mübahtır’ söylemiyle oluşturulan sığ gerçeğin özeti buydu işte. İnsanların kefenleriyle liderlerini karşıladığı bir ülkenin yaşamla kurabileceği o müthiş bağın sarmallandığı ve gerektiğinde bütün küstahlığıyla ‘gelmeyeyim oraya’ biçiminde karşımızda dikilen o saltanat tavrının adıydı bu.Hayatın değişmez denklemiYaşamın bu olmadığını anlatmaya çalışsam da, genç arkadaşım için çok satan yazarlar listesine girememiş, dolayısıyla sözü önemsenmeyecek bir yazardan öteye gidemiyordum galiba. Belki de bu hâlimle bir ‘yazar’ bile değildim onun gözünde. En azından kendini böyle rahatlatabilirdi çünkü hayatın denklemi çok basitti: Kazananlar ve kaybedenler. Ama o genç arkadaşımı burada günah keçisi ilan edemem! Çünkü çok iyi biliyorum ki bu sığ gerçek sadece onu dayatanlar tarafından değil, toplumun hemen her kesiminden koca koca insanlar olarak ona biat edenler tarafından defalarca farklı farklı üretiliyor ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi bizlere sunuluyor. Hemen herkes kazananın, güçlü gibi görünenin yanında olmak, onunla bütünleşmek ve kendine kestirme bir yol çizmek, pastadan pay almak istiyor. Bedeli ne olursa olsun... Özellikle kültür politikalarıyla zinciri buralarda zayıflatmak gerekiyor ama bu kimsenin umurunda değil. Çünkü ayrım çok önceden yapılmış: Kazananlar ve kaybedenler.Dönüş yolunda düşünüp durdum. Yaşamın herkese verdiği bir cevap vardı, er ya da geç. Ama ne derseniz deyin, yapılacak, söylenecek onca şey varken, yine ilahi adalete sığınıyor olmaktan ötürü canım sıkıldı.Kültür Bakanlığı’nın özgün yazarlıkla sermaye arasında kurduğu ilişkiye bir sonraki yazımda değineceğim. Edebiyatta özgünlüğün ne olduğuna ve bunun satın alınma risklerine.
‘Siyasal olanın amacı ya da varoluş nedeni özgürlüğün virtüözlük olarak görünebileceği bir mekân oluşturmak ve bu mekânı muhafaza etmektir.’ Hannah ArendtSiyaset felsefecisi Hannah Arendt haklı vallahi. Zamanında Hitler’in iktidara gelmesinin hemen ardından Almanya’dan ayrılarak ABD’ye yerleşen Arendt haklı haklı olmasına ama teslim etmemiz gerekiyor ki bizim siyasal hareketliliğimize hiç uymuyor bu söyledikleri. Nedeni ise çok belli. Bizim diyarlarda siyasal olmak, bırakın özgürlük virtüözlüğünü, insan hak ve özgürlüklerinin başgardiyanı olmak demek. Bu aynı zamanda tutsaklığa tutsaklık katan bir mekânsallık anlayışıyla yeni güçler oluşturmak ve habire insanları baskı altında tutmak anlamına da geliyor.Bunun faydası kime peki? Halka olmadığı kesin.Kent Mitingi’nin söyledikleriGeçtiğimiz pazar günü Kadıköy’de gerçekleşen İstanbul Kent Mitingi, birçok grubun ve insanın temeldeki sesini buluşturdu. Bu sesin en net okunur hâli genel olarak şöyle özetlenebilir: İstanbullu yaşam alanlarını geri istiyor! Ondan çalınanı, gettolaştırmak adına sınırlara itelenmeye çalışılan gerçek kentliliğini özlüyor... Kenti hemen her yerde soluyabileceği bir mekânsallık olarak geri istemenin koşulu ise hiç kuşku yok ki özgürlüklerimize dokunulmaması. Bunun başında da ev sakinlerinin evlerinden çıkartılmaması geliyor. Ancak iş bununla da sınırlı değil. İstanbullu kentliliğini doya doya yaşamak, parkıyla, oyun alanı, bahçesi, ormanıyla iç içe olmak istiyor.Mitinge gelenlerin hemen hepsinde bu mekânsallığın bizim özbeöz hakkımız olduğuna dair bir inanç vardı. Şunu hemen hepimiz çok net biliyoruz ki binaları restore etmenin özünde yatan gerçek, insanların yaşam koşullarını iyileştirmek değil, kimilerini ve temsil ettiklerini kent dışına süpürmek. Bu da, yinelemek gerekirse, en temel insan haklarından birine yönelmiş bir ihlal demek; özgürlüklerimizi, dolayısıyla yaşamlarımızın en temel noktasını hedef alan bir ihlal.Tanık olduğumuz ve adına “kentsel dönüşüm” denilen bu gerçek, ülkemizdeki karşılığı ile ne yazık ki yaşam alanlarının işgal edilmesi anlamına geliyor. Üstelik tüm bu hengâme, son günlerde net bir biçimde tanık olduğumuz ‘yok artık bu kadar da olmaz noktasındaki rant’ gerçeği üzerinden kendine yol çiziyor.Ama hemen belirtelim:Mitingde en göze çarpan net tavırlardan biri de halkın yolsuzluk ve rüşvet kotasını artık doldurmuş olmasıydı.İlgililere özenle duyurulur.
Türkiye, kimileri için ‘mantıklı’ bir sürecin yaşandığı bir sınavdan geçiyor. Sonunda ise kaçınılmaz son belli: Büyük mucizenin gelip bizleri bulması...Gerçekten öyle mi?Kısacası Türkiye için eşikte bekleyen mucizevi ‘gerçek’ bunlardan mı ibaret?Hiç sanmıyorum. Belki sırf bu yüzden mucizenin ne olduğunu yeniden düşünmeye ihtiyacımız var.Bu beklenilen, umulan gelecekteki mucize için insanın eyleme ve dönüştürme potansiyelinden değil, asanın el değiştirmesinden medet umulduğunu düşünmek bile insanın içini burkuyor. Mucizeleri gerçekleştirenlerin insanlar olduğu ve en büyük kıymetin böylesi bir mucizeyi özgürlük ve eylemlilikle gerçekleştiren insanda saklı olduğu gerçeği eşikte salınırken, hâlâ buralarda tıkış tıkış bekletiliyor oluşumuz içimizi burkuyor, evet... Mucizelerin, insanın özgürlüğüne duyduğu umutta değil, o özgürlüğü alabildiğine engelleyecek iktidar ve iktidar aygıtlarıyla sağlanacağına dair sürekli pekiştirilen o inancın hâlâ alıcısı olduğunu görmek.Bu arada bugün dürüstlük timsali olarak adları anılan memurlar ve savcıların, çok değil bir yıl önce hangi görevlerde, neyi ne şekilde yaptıkları ortada iken yüksek sesle mırıldanmaktan da kendimi alamıyorum.‘Herhâlde dürüstlük sözcüğünün TDK’daki karşılığı bu alaborada yine anlam değiştirdi...’ (Ve bu çerçevede hemen karşımda bir madde beliriveriyor:Dürüstlük, bulunduğunuz iktidar çeperi her ne ise sizin gibi düşünmeyen insanlara olur olmaz suçları yüklemek ve akıl almaz örgüt üyeliklerinden içeri tıkmaktır. Bakınız Türkiye’nin genelgeçer tarihi.)Gerçekte mucize nedir?Şaka bir yana çağımızda mucize, ‘Yok yok, bu kokuşmuş reflekslerin hiçbirini almayalım’ diyebildiğimizde başlayacak o insani süreçtir. Kendimize ait bir şimdiki zamanı ve buna bağlı bir geleceği kurmaya karar verdiğimiz o gerçek demokratik ve yaşamsal sürecin başladığı yerin ta kendisidir. Tüm kötü sözlerin sahiplerini bulduğu o yerdir mucize. O mekânsal özgür alanın içinde insan olduğumuzu ve özgürlüğe dair gücümüzün her şeye kadir olduğunu görebildiğimiz yerdir. Mucize olan, tam da bu özgürlüktür işte. Herkesin herkesi zaman zaman kayırdığı, zaman zaman dışladığı bir sürecin ötesine geçebilme ve kendi çıkarı için değil yaşamdaki tüm tıkanıklıklar adına mücadele edebilme potansiyelidir mucize. Ve gerçekleşmesi de insana bağlıdır. Kısaca bizi yönetenlere, onlardan bizlere uzanan tutsaklık halkasını esen rüzgârlara göre genişletip daraltan aygıtlara değil, bize, sadece bize!
AKP’li bakanların ardı ardına gelen yolsuzluk iddialarını, bir çorap söküğü gibi izlemeye devam ediyoruz. Yolsuzluklara eş olarak devreye sokulmaya çalışılan seks kasetleri de işi hızlandırma konusunda alarm veriyor. ‘Oydu-değildi’ diye kamuoyunu günlerce baskısı altına alıveriyor bu kasetler. Youtube’ta izlenme rekorları kırıyor.Bu bilinen ‘senaryo’ yüzünden, ülkemizde demokrasi denilen o her neyse, varlığına tanık olmak istedikçe bizlerden uzaklaşan hayali bir ufuk sanki. Kim gücünü göstermek istediğinde, belden aşağı vurmak dediğimiz o ucuz üsluba sığınıveriyor hemen. Zor günler için bekletilen, karşı tarafa bir şantaj malzemesi olarak paketlenmiş bu kasetlerde kimimiz göbekli göbekli kıllı çıplak erkekler ve kadınlar görüyor. ‘Vay be!’ nidaları etrafı sarıveriyor. Çok önemli bir gerçekse atlanıyor: Bu görüntülerde görünen -ille de göreceksek- ülkemizde siyaset denilen nanenin ne kadar vahim durumda olduğu.Her şey oy mu demek?İnsanları itibarsızlaştırarak sandıktaki oy potansiyelini etkileme eğilimi, yeni bir husus değil, evet. Hatta zamanında Başbakan’ın MHP’li milletvekilleri için söylediği sözler hâlâ kulaklarımızda çınlamaya devam ediyor. Keşke Başbakan, Gezi’de yaşananlar da dâhil olmak üzere demokrasi adına alamadığı tavrı, hiç değilse ‘gülme komşu partiye gelir kendi partine’ refleksiyle alabilseydi o zamanlar. Bu kasetlerin sadece bir partiyle sınırlı kalmayacağını, yine kendi tabiriyle ‘devlet içinde devlet’ mekanizmasının zamanı geldiğinde kendisini de çok zorlayabileceğini öngörebilseydi... Bu sistemden beslenen bütün mekanizmaların yolsuzluk ve rüşvetle beslendiğini ve bunun er ya da geç ortaya saçılabileceğini keşfedebilmiş olsaydı.Ne yazık ki ülkemizde siyaset, bir nefret güdümüyle hareket ediyor. Çözümün halktan halka giden bir yolda değil de, iktidardan iktidara geçen zehirli, manialarla dolu bir cehennemde olduğu pompalandıkça da böyle olmaya devam edecek. Çözülmeler çözülmeleri takip edecek besbelli, diyelim ve şimdilik burada noktalayalım.Meraklılarına: Bu ara Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’ni okumanızı öneririm. Bir yüzükle temsil edilen ‘iktidarın’ insanları nasıl da çirkinleştirdiğini anlatır kitap. İktidar ve savaşın bizleri hangi soysuzluklara iteleyebileceğini, hırsın ve ihanetin insanı nasıl kalbura çevirebileceğini. O kocaman yolculukta gerçek bir büyüme öyküsüne tanık olursunuz. Hiç değilse filmini seyredin derim. İğreti seks kasetlerini ‘etme bulma’ dünyası diye seyretmek yerine... Olup bitenleri çok daha net görebileceğimize ve kirlenerek değil, temiz ve vicdanlı kalarak da yola devam edebileceğimizi ‘seçebileceğimize’ daha emin olabilirim o zaman.
“Ergenlik döneminde bu duygular artarak devam ediyor. ‘Acaba böyle bir birliktelik olur mu, olması normal mi?’ sorularıyla sürekli savaşıyorsunuz. Bir de bunları yaşarken normal hayatınıza da devam etmek zorundasınız. Ancak en büyük endişeniz: ‘Biri anlarsa bana zarar verir mi?’ oluyor.”Yukardaki satırlar İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni bir kitaptan. ‘Erkeklik Ofsayta Düşünce’, hakemliği, cinsel yöneliminden dolayı elinden alınan Halil İbrahim Dinçdağ’ın yer yer hüzünlü, yer yer trajikomik, çoğunlukla şaşıracağınız ilginç öyküsünü anlatıyor.Her yerdeki ikiyüzlülükTürkiye’de futbol ‘arenasında’ eşcinsel kimliğiyle var olma mücadelesi veren hakem Dinçdağ, Trabzon’da dindar bir ailede büyümüş. Dahası cemaat yurtlarında var olma mücadelesine devam etmiş. Dinle ilişkisini sağlam tutmaya özen gösterirken toplumdaki hemen her katmanın ikiyüzlülüğüne de tanık olmuş.Gazeteci Burcu Karakaş’ın Dinçdağ ile yaptığı bu kapsamlı röportajı, Türkiye’nin en erkek alanı sayılan futbolla verdiği ‘hassas’ bir sınav olarak da okuyabiliriz. Cinsel yönelimi yüzünden hayatta en sevdiği mesleğinden ihraç edilen bir insanın futbol camiasından askerliğe, askerlikten gündelik yaşama yönelik kaygı ve umutları olarak da. İşten ayrıldıktan sonra aldığı tehditleri, bu tehditler yüzünden savcılığa uzanan davasında yaşadığı açmazları, bir Türkiye gerçeği şeklinde de okuyabiliriz, evet.Dinçdağ’ın yaşamını Karataş’ın sorularına verdiği yanıtlar doğrultusunda takip ederken, bir başka gazeteci Bawer Çakır’ın, bizzat kendi deneyimlerinden yola çıkarak futbolun eşcinsel kimliklerle yaşadığı çarpıcı tarihine de göz atmanız mümkün. Dahası kimliklerin nasıl inşa edildiğine de. Bu noktada Çakır’ın özgürlükler konusunda aktardıklarına özellikle dikkat çekmek isterim. Herkesin özgürlükçü olduğu ortamlardaki en büyük eksiğin ‘özgürlük’ olduğuna işaret etmesine, örneğin. Kalıpları yıkacağım derken yeni kalıplar üretmeye heves edenlere, bu uğurda yeni kafesler, zindanlar yaratanlara.Kitap kimlere sesleniyor?Akademisyen Yasemin İnceoğlu’nun önsözde yazdığı gibi, sadece eşcinsellerin ve LGBT hareketi içindekilerin değil, özellikle eşcinsellere karşı tavır sergileyenlerin okuması gereken bir kitap bu.Dahası, futbolseverlerin de! Özellikle belden aşağı küfür etmeyi taraftarlık sayan, en cinsiyetçi küfürlerle fanatik homofobiklerin dehlizine bizzat düştüğünün farkına varmayan, 90 dakika boyunca avazı çıktığı kadar hakeme ve futbolculara sayıp döken ve durum bu kadar vahimken saha dışında kendisine ‘makul demokrat’ sıfatını yakıştıranların özellikle okuması gereken bir kitap...Okurlar mı bilmem... Bence okusunlar. Belki böylece erkekliğe değil insanlığa ihtiyacımız olduğunu daha net görür ve küfürlerle bezeli homofobik bir dünyanın beter bir dünya olduğunu fark ederler. Bawer Çakır’ın anneannesinin taraftarlığı gibi bir taraftarlığa çok ihtiyacımız olduğunu da. Tatlı, sevecen, naif, samimi ve şiddetsiz bir taraftarlığa.
‘Annelerin yüreklerinin yangın yerine dönmediği, annelerin evlat acısı yüzünden gözyaşı dökmediği bir Türkiye’ bekliyorduk.Çünkü öyle söylenmişti bizlere.Böyle söylendiğine göre bu topraklarda evlat acısı çeken annelerin yüreğine su serpecek günler yakındı.Yüreğinde evlat acısı taşıyan annelerin acısını kendi acısı olarak gören, hepsine sabır dileyen bir devlet anlayışı vardı karşımızda.Çok değil, bir sene önce Anneler Günü’nde ‘Bizim için annelerin mutluluğu, annelerin huzuru, annelerin yüzlerinin gülmesi her şeyin üzerindedir’ denmişti. Cennet annelerin ayaklarının altındaydı ve anneliğin ne kadar kutsal, ne kadar mübarek olduğu dile getirilmişti.Hangi anneler?Gezi direnişi esnasında, 2 Haziran gecesi, bu ülkenin evlatlarından birine, gencecik bir çocuğa, Mehmet Ayvalıtaş’a bir araç çarptı. Yol kapatma eylemi sırasında gerçekleşen bu olayda Mehmet’i kaybettik. Anne Fadime Ayvalıtaş’ı kahırlar içerisinde bırakan o olayın ardından niceleri yaşandı. Ve her seferinde aynı üslup devreye girdi: Ölenler suçluydu!Bu öyle bir yaklaşımdı ki yüreği zaten yangın yerine dönmüş bir anneyi küle çevirebilirdi. Öyle de oldu. Fadime Ayvalıtaş’ın anne yüreği bunlara daha fazla dayanamadı, tez elden oğlunun yanına göçtü.Şimdi ‘büyüklerimizin’, çok değil bundan bir sene önce gençler ve anneleri için söylediklerini, bu uğurda sarf ettikleri sevgi ve şefkat sözcüklerinin gerçekte kimi ifade ederek söylendiğini merak etme zamanı.‘Annelerin yüreklerinin yangın yerine dönmediği, annelerin evlat acısı yüzünden gözyaşı dökmediği bir Türkiye’ denilirken hangi Türkiye’nin kastedildiğini...Sahi hangi Türkiye bu?Hangi anneler bunlar?Ve elbette hangi zaman için söylenmiş sözler?Küllenmiş bir geçmişe şefkat göstermek elbette önemli. Ama geçmişin külleri, şimdinin yangınlarını söndürmeye yetmez! Bugün bunların aynısı, aynı kalıpta yapılmaya devam ediyorsa, bu soruları tek tek yeniden düşünmeli ve hayata geçirmeliyiz.Yaşadığımız Türkiye’de annelerin yüreği hâlâ dağlanmaktadır. Ve her kime, hangi zaman dilimi için vaat edilmiş cennetse o cennet, içi boş bir vaat olarak afili ekranlarda, insana yönelik talanı umursamaksızın 24 saat dönmeye devam etmektedir.
‘Erkekler öldüremediğinden, kadınlar gülemediğinden delirir.’Latife Tekin, ‘Muinar’Berlin’deki buluşmaların en hararetlisi Mercator Vakfı’nın görkemli binasında gerçekleşti. İstanbul Goethe Enstitüsü, Mercator Vakfı ve Tarabya Kültür Akademisi’nin işbirliğiyle hayata geçen bu buluşmada gazeteci Karen Krüger moderatörlük yaptı. Halil Altındere, Murat Uyurkulak ve Zafer Şenocak’la birlikte Türkiye’nin Gezi ile belirlenen ama şimdilik somutluk kazanmamış yeni yüzünü konuştuk. Bu buluşmaya vesile olansa ünlü fotoğrafçı Jim Rakete ve yazar Moritz Rinke’nin İstanbul’da hayat bulan ‘Gelecek ve Yüzleşme’ film ve fotoğraf sergisinin Berlin’deki açılışıydı. Hem İstanbul hem de Berlin’de gerçekleşen etkinliklerin asıl mimarları ise İstanbul Goethe Enstitüsü Müdürü Claudia Hahn-Raabe, Çiğdem İkiışık ve Tijen Akman’dı.Sergide neler var?Jim Rakete ve yazar arkadaşı Moritz Rinke, Tarabya Kültür Akademisi’nin bursuyla geldikleri İstanbul’da, tam da Gezi direnişinin eli kulağındayken ellerinde kameralarıyla, İstanbullu gençlerle konuşmuşlar. Onlara kentleri, yaşamları, aileleri, umutları ve Avrupa’yla ilişkileri ile ilgili sorular sormuşlar. Ortaya çıkansa çok ilginç bir kayıt olmuş.Sanki gençler o kayıtlarda bir öngörüde bulunuyor ve özellikle özgürlükleri konusunda önemli hususlara dikkat çekiyor, geleceğin Türkiye’sinde yer alacak ‘sahici’ çoğulluğa vurgu yapıyorlar. Yeni sivil bir toplumun yeni aktörleri onlar; umutları, rüyaları ve idealleriyle yeni Türkiye’nin sesleri. İstanbul’da 9 Temmuz-23 Temmuz 2013 tarihleri arasında Co-Pilot’ta yer alan sergi ile ilgili detay bilgileri Facebook sayfasından edinebilirsiniz: https://www.facebook.com/events/211188982365614/Peki bu umut ne zaman hayata geçecek?Rakete ve Rinke’nin sunuş konuşmalarının arkasından gerçekleşen oturumda biraz bunu dile getirdik. Hiçbir şeyin düşünüldüğü kadar kolay olmadığını, ancak yine hiçbir şeyin endişelenildiği kadar da zor olmadığını. Arzulanan, Türkiye’nin kendine yaraşır bir kimlikle dünyada yer bulması, özgürlüklerin ve eşitliklerin diyarı olmasıydı. Bunun içinse geçmişin ağırlıklarından bir an önce kurtulmalı ve şimdiki zamanda yer alan dinamiklere bakmalı, onları görmeli, hiyerarşik kalıplara, ezberlere dikkat kesilmeli ve özlediğimiz dünyanın sadece siyasetle değil kültür politikalarıyla desteklenmesine de aracılık etmeliydik.Kısacası savaşsız bir dünyanın mümkün olduğuna inanmalı, savaş ve şiddet isteyen iktidarlara bu işin artık böyle gidemeyeceğini hatırlatmalı, gülmenin, mizahın, çoksesliliğin yapıcılığına inanmaya inatla devam etmeliydik. En azından gençlere verdiğimiz söz ve bırakacağımız dünya vaadi bu olmalıydı bundan böyle. Savaşmayan erkeklerin ve kalpten gülebilen kadınların dünyasının vaadi... Delirerek değil yaşayarak, paylaşarak, severek renklendireceğimiz bir dünyanın vaadi.