- “Ben dayak yedikçe polise sığındım, polise gittim. Polis bana dedi ki karı-koca arasına giremeyiz.”- “Savcı Bey, şöyle bir yüzüme baktı böyle aşağılar bir biçimde: Senin, dedi kocanı evden uzaklaştırıp sevgilini eve atmayacağın ne malum.’Bunlar Toplumsal Cinsiyet Adaleti İçin Kadınların İşbirliği Projesi’ndeki atölye çalışmalarından iki küçük not.Bianet’te Sevda Alankuş ilginç bir yazı kaleme aldı. Türkiye’deki mevcut bütün şiddet formlarının arkasında bir erkeklik sorunu olduğuna değinen metinde 2013’ün kadınlara çıkan faturası da mevcut. Buna göre ‘yurdum erkekleri’ geçtiğimiz yıl 214 kadını öldürdü. Bu arada sadece 2013’ü günah keçisi ilan etmeyelim. 2010-2013 yılları arasında karşımıza çıkan kadın cinayetlerinin sayısı tam tamına 835’i bulmuş durumda. Eldeki verilere göre son 10 yılda bu grafik giderek artıyor.Özetle söylemek gerekirse, Türkiye erkek şiddetinin iyiden iyiye başat rol oynadığı bir ülke hâline gelmiş durumda. Kaldı ki şiddetin tanımı kayıt dışı durumlarda kamuoyuna yansıyamıyor, tecavüz ve taciz verileri konusunda net bir bilgiye sahip değiliz. Örneğin şu satırları yazdığımız sırada ülkemizde, hane içinde yaşanan şiddeti ölçebileceğimiz bir mekanizma yok. Kimi yazarlar erkek şiddetinin artmasında kadınları suçlayarak (kadınların ‘geleneksel’ rollerini kadınlara hatırlatarak!) bu toplumsal felaketten sıyrılmaya çalışıyor. Dahası, böyle söyleyenlere inananlar da var. Eksik olmasınlar! Ama bu topu taca atma hâli, kadınların ülkemizdeki erkek şiddeti sarmalına düşmesini engellemiyor. Çünkü sorun kadınlarda değil. Sorun, bu şiddeti meşru gibi gösteren mekanizmalarda; bu şiddeti haklı, doğru, meşru olarak gösterenlerde. Durum çok net: Bu şiddetin yasal yollarla giderildiğini savunanların bile bir kez daha düşünmesi gereken bir süreçten geçiyoruz. Ne yazık ki bu derin yara, yasa çıkartarak da çözüme kavuşamıyor çünkü sorunun asıl kaynağında zihniyet söz konusu: Erkek egemen zihniyet.Erkek şiddetinin pekiştirilmesiMor Çatı, Van Kadın Derneği, Antalya Kadın Danışma Merkezi ve Dayanışma Derneği, İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi ile birlikte 15 Ocak 2012-15 Ocak 2014 tarihleri arasında bir projeye dâhil oldu: Toplumsal Cinsiyet Adaleti için Kadınların İşbirliği Projesi.Proje erkek şiddetine maruz kalan kadınların yasal yollara başvurduklarında, hukuki haklarını kullanabilme süreçlerinde yaşayabilecekleri ‘görünür ve görünmez’ engellerin ortaya çıkarılmasını hedefliyordu. Dahası, hukuki düzenlemelerle pratik arasındaki açmazlara dikkat çekilmesine de katkı sağlamayı amaçlıyordu.Proje sonucunda elde edilen bulguların en çarpıcıları şöyle özetlenebilir:- 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa’nın uygulanması ile ilgili yaşanan sorunlar var. Yasanın öngördüğü ‘gizlilik’, ‘ geçici maddi yardım’ gibi önemli maddelerin kadınlar lehine uygulanmadığı ve “Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM)’in yeterli desteği sağlayamadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız.- Kadına şiddet davalarında verilen mahkûmiyet ve haksız tahrik indirimi kadına uygulanan şiddeti ortadan kaldırmıyor.- Cinsel istismar ve saldırı davalarının uzun sürmesi ve adaletli olmayan yargılama sistemi mağdurun bir kere daha mağdur edilmesine yol açıyor.- Erkek şiddetinin bilgisine ulaşmak çok zorken şiddete maruz kalan kadınların ve çocukların bilgilerinin yeni tasarlanan ‘veri sistemi’ aracılığıyla çok kolay elde ediliyor oluşu şiddet mağdurlarını açık hedef hâline getiriyor.Çocuk gelinlerin durumuna ise bir sonraki yazımda değineceğim.
Elimde bir kitap var, adı ‘Tılsım’. Pegasus Yayınevi, mürekkebi kurumadan adresime ulaştırmış, sağ olsunlar. Kitabı okurken farklı yerlere gidip geldim.Elbette kitabın yazarı Şilili Roberto Bolano’nun yarattığı büyülü dünyanın bunda etkisi çok büyük.Şili’de, Santiago’da doğduktan sonra farklı kentlerde, Meksika’da, farklı işlerde, şiirler ve diktatör Pinochet karşıtı direnişler arasında mekik dokuyan Bolano, nazımdan düzyazıya geçtiğinde tüm bu yaşanmışlıkları satırlarına taşımayı başarmış bir yazar olarak karşımıza çıkmıştı. 1990’lı yıllarda ulaştığı ün, öldükten sonra da peşini bırakmadı, ödüller ödülleri takip etti.Özgün adı Amuleto olan ve Tılsım adıyla dilimize aktarılan bu kitap 90’lı yıllarda okurla buluşmuş. Bolano, bu yapıtında 2 Ekim 1968’de Tlatelolco Meydanı’ndaki olimpiyat ve hükümet karşıtı protestolardan yola çıkmış.Meksika Ordusu’nun, başta lise ve üniversite öğrencileri olmak üzere meydandaki tüm halka ateş açıp sayısız insanın ölmesine yol açmasıyla olaylar şiddetlenmiş ve gittikçe alevlenen gerginlik sonucunda Meksika Ordusu üniversiteyi işgal etme hakkını kendinde görmüştü. Peki.Gelelim kitaptaki kahramanımız Auxilio Lacouture’ye. Asıl adı Alcira Soust Scaffo olan bu genç kadın, işgal sırasında Felsefe ve Edebiyat Fakültesi’nin tuvaletinde sıkışıp kalmış ve tam sekiz, evet tam sekiz gün boyunca korkudan dışarıya çıkamamış Uruguaylı bir pedagogdu. Gelelim asıl öyküye!Bolano, bizzat tanışma ve konuşma şansı bulduğu bu kadının öyküsünü anlatıyor bize. Onca zaman tuvalette saklanan bir kadının delilik ve şiirsellik arasında gidip gelen öyküsü bu. Korkunun, cesaretin ve direnişin öyküsü.Yapıtı dilimize kazandıran Zeynep Heyzen Ateş ‘Tılsım Kullanma Kılavuzu’ diye bir giriş yazmış kitabın başına. Orada ‘Neden Tılsım?’ sorusuna Bolano’nun verdiği cevabı da bizlerle paylaşmış: ‘Tarih, tarihçiler tarafından iğfal edildiğinde gerçekleri anlatmak sanatçılara düşer.’Gel de hak verme...Ateş, bu kanlı gösterilerden sonra Tlatelolco sokaklarındaki kanların yıkanmasına ve hiçbir şey yokmuşçasına 1968 Yaz Olimpiyat Oyunları’nın başlamasına da dikkatimizi çekmiş.Kaçırmayın, okuyun bu kitabı.
11 Ocak’ta 1995’te yitirdik Onat Kutlar’ı. O güzelim insanı.İshak adlı kitabında yer alan Kül Kuşları adlı öyküde yangına tutulmuş kuşlardan bahseder bize Kutlar. Öyküde hemen her satıra sinmiş olan kül, hala ve yeğenin de öyküsüdür aynı zamanda. Yangın yerini çağrıştıran tuhaf bir oyunun içinde ateş artığı bir bellekle oturmuş öylece bekler hala ve yeğen. Öyküyü takip ederken ‘beklemek mi?’ diye düşünmeye başlarsınız. Beklemek ha! Kurgudaki beklemek bir külfete eşdeğerdir. Falakadır, falçatadır, durağanlığıyla işkencenin alâsıdır. Zaman akmaz, olsa olsa bir yüktür. Kutlar’ın şefkatli dili bile öyküdeki ağırlığı gideremez, gidermek istemez. Bu yetkin dille birlikte içinizdeki hüzün artar, acılarınız kesifleşir. Hâl böyleyken beklemenin anlamı olsa olsa vasiyettir.Öyküyü usulca bitirirsiniz. Kim bilir kafanızda kaçıncı kezdir bitirmektesinizdir! Yutkunursunuz. Sonra, ne kadar sonra belli olmaz, yaşam parıldar zihninizde. Ne bileyim, kapı çalınır, bir arkadaşınıza sarılır, ortalığı sarmış olan deli nergisleri kırık buruklarıyla koklarsınız. ‘Yaşamda da böyle mi?’ diye geçirirsiniz içinizden. Durduk yere zamanın ibadet ettiği umuda kayıtlı beklemeler düşer aklınıza. O şefkatli umutta, anın kristalleşip çoğaldığı verimli sırlar mevcuttur, bilirsiniz. O sırları bulmaya yemin edersiniz. Yaşamınızda o tür sırların kaç tanesine toslayabileceğinizi hesap eder, sonra onun çetelesini de bırakır, ‘bırak dağınık kalsın’ dersiniz.Olur a, şansınız yolunda giderse, bir ara, öylesine bir ara işte, tescilli bir kül kuşu bile olsanız, kül kuşu olmanın keyfini çıkarmanın apayrı bir tat olduğunu fark edersiniz. Kül kuşlarının küllerinden doğuşunu hatırlarsınız. Ülkenizi düşünürsünüz. Yangın yeri ülkenizi. Yangınlar içerisinde kalmış bu diyarı ne kadar çok sevdiğinizi bir kez daha anlarsınız.Ve başa döner, her şeye rağmen, yoluk yoluk ruhunuzla, ‘e olacak o kadar, hamama giren terler’ diyerek sanatla, edebiyatla, dostlarla, umutla, demli kahkahalarla, inadına, evet inadına çocuksu bir ruhla ‘yaptığım pak hesaplara göre bir gün her şey bu beklemeye değecek’ der devam edersiniz.Velhasıl beklersiniz.
Bugün size bir rehberden, ‘karbon ayak izi rehberinden’ söz edeceğim.‘Memleket ne hâlde sen nelerden bahsediyorsun yahu!’ diyebilirsiniz. Ben de şöyle diyerek yazıma başlayabilirim: ‘Belki de bunları düşünmediğimiz için memleket bu hâldedir.’İlginç noktalarYeni İnsan Yayınları, daha önce burada tanıttığım birkaç kitabıyla ilgimi çeken bir yayıncılık yapıyor. Gündelik siyaseti, çamaşır ipinin gerginlik frekansıyla bir tutan bir ülkede, yakın gelecekte DOĞA olmazsa ne çamaşır ipinden ne de siyasetin yorucu aktörlerinden (kısaca mandallar da diyebiliriz) bahsedebileceğimizi hatırlatıyor bizlere.Elimdeki kitap, ‘Kişisel Karbon Ayak İzi Rehberi’ni, bir iklim aktivisti olan Devin Bahçeci yazmış ve ziyaret ettiği birçok şehirde topladığı verileri kitaba aktarmış. Türkiye’deki iklim değişiklikleri ile ilgili bilgileri alabileceğimiz bir listeyi paylaşmış bizlerle. Bunlardan biri de Yeryüzü Derneği’nin web sayfası (www.yeryuzudernegi.org). Dahası birtakım ilginç tabloları da bizlerle paylaşmış Devin. Buna göre Çin, ABD, Japonya vb. ülkeler arasında 1990-2009 yılları arasında sera gazı emisyonunu en çok artıran ülke (artırma dediğime bakmayın bu hiç de iyi bir şey değil!) Türkiye’ymiş. Peki bu ne demek?Sera gazlarına katkımızDevin Bahçeci’nin satırlarından özetleyerek aktarıyorum: ‘Sera gazları atmosferde güneşten gelen ışınları ve ısıyı yeryüzünde tutmaya neden olan gazlardır. Atmosferde bulunan hemen her gazın ısıyı tutma etkisi bulunuyor ama karbondioksit, metan ve su buharı kadar değil. Isıyı tutma kapasiteleri çok yüksek olduğu için de bunlar sera gazları olarak tanımlanıyorlar. Bunların bir kısmı kendi kendine oluşuyor, bir kısmı ise direkt insanlar tarafından oluşturuluyor.’Evet, biz insanlar... Afili ambalajlardan tutun da araba-uçak yolculuklarında harcadığımız yakıtlara, kullandığımız doğalgazdan içtiğimiz şişe suyuna, marketten aldığımız yabancı yiyecek ve içecek ürünlerinden (ürünün katettiği yol anlamında düşünmek gerekiyor bunu; ne kadar yol kat etmişse o kadar atmosferi kirletmiş demek) kullandığımız elektriğin kaynağına kadar birer sera gazı üreticisiyiz! Sera gazına bu ‘emisyon’ etkimiz ise kısaca ‘karbon ayak izi’ olarak tanımlanıyor. Silahlanmayı ve savaşı pekiştiren politikalar da dâhil olmak üzere sera gazını üreten faaliyetlerde bulundukça dünyamızı o oranda kirletiyoruz, kısacası...Kirletiyor ve sonumuzu kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Nasıl mı? Sera gazının artması demek giderek ısınmak demek. Bu da iklimlerin değişmesi anlamına geliyor. Yağmurların azalması, buzulların erimesi, çölleşme, aklınıza ne gelirse işte. Ağaçlara ve ormanlara bu yüzden çok ihtiyacımız var. Ağaçlar fotosentez yaparken karbondioksiti emiyor ve atmosfere oksijen veriyorlar. Kısaca hayat demek bu!Hemen belirtelim: Dünyaya bıraktığımız karbon ayak izlerimizde sansür, yolsuzluk, ırkçılık, cinsiyet ayrımcılığı, beddua, iktidar hırsı, kötücüllük vb. yer almıyor. Bereket ki böyle. Ya onlar da yer alsaydı...Gerisini siz düşünün artık.
Ölüyorum tanrımBu da oldu işte.Her ölüm erken ölümdürBiliyorum tanrım.Ama, ayrıca, aldığın şu hayatFena değildir...Üstü kalsın.Cemal Süreya’yı, uzun yıllar beni düşündüren bu şiiri ile anmak istedim. Yarın onun ölüm yıldönümü. Onu 9 Ocak 1990 günü yitirmiştik. Yitirdik yitirmesine ama o bizim ufkumuzu genişletmeye devam ediyor.Tanrı ile insan‘Üstü Kalsın’da da bunu yapıyor zaten. Tanrı ile insan arasındaki yaşam denklemini bu kadar sade ve bu kadar vurucu verebilen metin çok azdır. Bu şiir, bir üniversite öğrencisi olarak karşıma ilk kez çıktığında, sözcüklerin tılsımı beni çarpmıştı. Gel zaman git zaman oradaki derin anlamı ve dolayısıyla yaşamı tekrar düşünmem gerektiğini bir biçimde fark etmiştim. Yaşam, bugünden bakıldığında hâlâ çözemediğim bir denklem olduğuna göre düşünmeye devam etmekteyim!Kısacası, yıllar geçti ama sorular bitmedi. Sahi, insanın, bütün öğretileri dışarıda bırakırsak, kendi yaşamı için ‘üstü kalsın’ demesi ne demekti? Burada bir teslimiyet mi vardı, yoksa bir zafer mi? Hangi durumlarda ‘üstü kalsın’ derdik? Karşımızdakinin bize sunduğu hizmetten memnun olduğumuzda mı, yoksa kendimizi mevkice ona göre daha üstün hissettiğimizde mi? Ve o varoluşsal soru: Yaşam aslında kime aitti? İnsana mı, Tanrı’ya mı?Ben bu şiiri ne zaman okursam okuyayım, yaşamın, o yaşam bedelinin ne olduğunu anlamış bir şair görürüm karşımda. Tanrı ile kurduğu ilişkisinde, o kaçınılmaz ölüm anında bile, yaşamına sahip çıkabilen bir insanı görürüm. Sahip olmanın, yeri ve zamanı geldiğinde her neye sahipsek onu bırakabilmek olduğunu da kavramış bir insanı. Sahip olmanın esasında ne demek olduğunu gerçekten kavramış birini.Ne diyelim! Darısı herkesin başına...***Bir bahis sonucunda soyadındaki ‘y’lerinden birini silen bu büyük şairi okuyun bu ara derim. Üvercinka’yla başlayan, genişleyen büyüyen şiirlerinin o güzel duraklarına uğrayın, ferahlayın, daralın, sonra yine ferahlayın, Sevda Sözleri’ni okuyun. Sıcak Nal’ı, Beni Öp Sonra Doğur Beni’yi. Genişleyeceksiniz ve göreceksiniz ki ne kadar dayatılmaya çalışılırsa çalışılsın, yaşam ağzı mühürlü bir şişeye tutsak ömürler demek değildir.
Oğlumla Orhan Kemal’in bir öyküsünü konuştuk geçenlerde: Elli Kuruş. Oradaki mesajı, dürüstlüğün, borcuna sadık kalmanın insanı insan yapan gerçek bir meziyet olduğunu; sabahın köründe gazete satarak ailesinin geçimine katkı sağlayan gazeteci oğlanın hayallerini nelerin sarstığını, neye yenik düşüp öldüğünü. Adaletsiz bir dünyanın, özellikle yoksul insanları nasıl vurduğunu konuştuk; öyküde oğlanı kandırmış olanların nasıl evrensel bir ‘kötülüğe’ sahip olduğundan, ‘iyi’ kalabilmenin şartlarının yıllar geçse de hiç değişmeyeceğinden kısa kısa bahsettik.Ya para sayma makineleri?Elbette para sayma makinelerinin, yolsuzluk krizlerinin ortasında havaya karışıp buhar olabilecek sözlerdi bunlar. Tıpkı yaşamlarımızı bir arena seyircisi kıvamına taşıyan meslektaşlarımızın yazılarının yanında bu yazdıklarımın buhar olup gitmesi gibi. Ama o yazıların hakkını vermek de lazım. Ne zaman bilgisayarın karşısına geçsem şöyle o tipte, damardan yazılar yazayım istiyorum. Onu bunu hedef göstereyim, şuna çıkışayım, parmak sallayıp hizaya getirmeyi deneyeyim. Olmuyor. Ne zaman böyle düşünsem aklıma meraklı bakışlı çocuklar ve gençler, gevrek ve güzel kahkahalar atan kadınlar, iyi kalpli erkekler düşüyor. Vazgeçiyorum. Zaten gerilmiş bir ülkenin ‘evlatlarıyız’ bizler diyorum. ‘Ve para sayma makinelerinin hükmünün esas alındığı bir ülkeyiz...’İçi yara ve nefret dolu insanlarPara sayma makineleri dedim de... Şu aralar bir edebiyatçı olarak sezinlediğim gerçek, içi yara ve nefret dolu insanların oluşturduğu bir yansımadan (yanılsama desem belki daha doğru) ibaret gibi geliyor bana. Bu yanılsamanın bende yarattığı en büyük endişe ise, sonuçlarının kısa vadede Türkiye’ye nelere mal olabileceğidir. Hükümet ve cemaat yanlıları bu ülkenin sadece onlardan ‘var olduğunu’ düşünür bir hâlde yaşamlarımızı ortadan biçip duruyorlar. Dürüstlüğün nasıl bir erdem olduğunu bize sürekli olarak ‘unutturan’ politikalar izlerken toplumumuzu -zaten hatırlama konusunda fireleri olan toplumumuzu- tümden bir akıl tutulmasının eşiğine çekiyorlar. Niyetleri belki bu değil tam olarak ama iğreti maya tutacak gibi görünüyor. Kişisel kanaatim, bunun bizi bekleyen en büyük tehlikelerden biri olduğu yönünde: Akıl tutulması. Ve iş onunla da kalmıyor.Şu an ülkemizde ‘açıktan açığa’ anayasa ihlalleri yapılıyor ve bunu yine ‘açıktan açığa’ kendi alanı içerisinde sözü geçen herkes başına buyruk bir biçimde karşı tarafa dayatıyor. Ve en beteri, bunu ‘dürüstlük’ sayıyor! Bu sahte algıya destek veren yazılar okuyor, yorumlar dinliyoruz günlerdir. Bir mağdur edebiyatıdır gidiyor yine... Derken Cumhurbaşkanımız ekrana çıkıyor ve ‘her şey yolunda’ diyor.Ne diyeyim... Orhan Kemal’in gazeteci çocuğunun dürüstlüğünün hâlâ öğreteceği çok şey var hepimize. Umarım o zamana kadar adlarımızı unutacak hâle gelmeyiz.
Nobelli yazar Alice Munro’nun “Bazı Kadınlar” adlı kitabını okuyorum şu ara.“Yüz” adlı öyküsünde bir şiirin kahramanının kalbine dokunmasından (elbette metafor olarak) bahsediyor bize Munro. Bir hastanede yarı uyanık yarı baygınken, gerçek mi değil mi belli olmayan birileri gelip şiirler okuyor kahramanına. Sonra bilmediği bir şiire geçiyorlar birlikte. Derken o kahraman iyileşiyor ve bu sözlerin aslında ‘bildiği’ bir şiirde geçtiğini anlıyor. Yalnız bu şiiri ona kimin okuduğunu bir türlü çıkaramıyor. Bu konuda sürekli kafasını zorluyor. Ve nihayetinde buluyor: Muhtemelen kendi bilinçaltının ona oynadığı bir oyun bu. Aslında zihninin dibinde kalakalmış bir şiiri, kendi kendine mırıldanmış oluyor bir hastane odasında. Yarı uyanık yarı uyurken, bir rüyada, kendi bellek alacasındaki bir yolculuğun adı oluyor bu şiir.Gerçek nerede?Son zamanlarda yaşadıklarımıza bakıyorum. Biraz Munro’nun kahramanı gibiyiz. Üstüne atılan kilitlerle, gerçek mi değil mi bilemediğimiz ama hissettiğimiz bir şeylerin eşiğindeyiz. Bir kâbusun içerisinde, bir hastane odasının zamansızlığında tıkılıp kalmışız gibi, yaşadıklarımız şu ara.Silahlardı, mühimmattı, ardı ardına gelen sansasyon haberleriydi derken bir oraya bir buraya savrulup duruyoruz. Her şey bir belirsizlik ortamında gelişiyor. Gerçeğin kaidesi diyebileceğimiz hemen hiçbir şeyden bahsedemiyoruz. Kalakaldığımız ‘hastane’ odasında bir sürü uğultu ve suret var. Kimi cemaatçi, kimi hükümet yanlısı... Kimi ulusalcı, kimi muhafazakâr. Kimi ekranlardan, kimi gazete köşelerinden seslenip duruyor bize. Hemen hepsinde alacakaranlığın o sesi hâkim: Biz haklıyız, biz!Derken hiç tanımadığımız bir yüz beliriyor. Ve bize, şimdiye kadar hiç duymadığımızı düşündüğümüz farklı bir şiir söylüyor.Türkiye’nin eşiğinde, muhtemelen hemen hepimizin bilinçaltında gezinen ve bugüne kadar hiç duymadığımızı düşündüğümüz o ‘gerçek ses’ Türkiye’nin esas ve yakın gelecekteki sesidir. Önemli olansa o sesi duyabilmek, ona fırsat verebilmek ve onunla yüzleşebilmektir. Yargının savrulmasından, rollerin kayganlığından, adaletin rayından çıkmasından kederliyiz kederli olmasına ama... Yine de... Gerçek değişimin esasen ne olduğunu ve gelecek günlerin özünde neye gebe kaldığını fark etmemizde fayda var.***Meraklıları için ekleyelim. Munro’nun kahramanının şiiri şöyle başlıyor:“Zamanın asla iyileştiremeyeceğiBir keder yoktur.”
Siz bu satırları okuduğunuzda 2013’ün bendeki son notlarını okuyor olacaksınız.Kentin göbeğini sarmalamış genç ve dinamik kalabalıktan kurtulur kurtulmaz kendimi kentin kuytusu diyebileceğim bir deniz kenarına attım. Şükür yahu. Neden mi? Artık an içerisinde gönül rahatlığıyla yaşlanabilirdim.Beklediğim oldu. Yarım saat sonra, bir önceki hengâmeden eser kalmamıştı; yılın sondan bir önceki akşamında çay ve kaşarlı tost eşliğinde akşam denizini seyrediyordum. Seyrediyordum seyretmesine ama koca bir yılın izi peşimi bırakacak gibi değildi. Bu yıl içerisinde okuduğum kitapların kahramanları, rastladığım insanlar ve yaşadıklarımızın hayalleri bulunduğum kapalı mekânın camlarına yansıyor, içerideki hafif buğunun etkisiyle titreşen gölgelerden sızıp camdan hayalet bedenlere dönüşüyorlardı. Sirenler, biber gazları, pankartlar arasından sıyrılıp camdan heykeller gibi öylece duruyorlardı karşımda.Baktım olacak gibi değil, zihnimi fonda çalan eski bir Zeki Müren müziğinin ritmine bıraktım: ‘Sorma ne hâldeyim...’Tam ikinci çayımı istemek için arkamı dönmüştüm ki o sırada dinlenmeye çektiğim bedenime deminki cam bedenlerden biri dokundu. Genç, camdan bir el. Hiç duraksamadan ‘yılın ilk yazısına onu da kat, olur mu?’ dedi.‘Kimi?’ dedim dalgın dalgın.‘Bünyamin’i’ dedi.Bünyamin Aygün, zorla içine çekildiğimiz o kirli savaşta, Suriye’de esir düşmüş bir muhabirdi. 34 gün önce El-Kaide ile bağlantılı güçler tarafından kaçırıldığı sanılıyordu ve Türkiye’nin ‘kim kime şimdi ne yapacak acaba?’ gündeminde, bu ülkenin yanlış mı yanlış dış politikaları bağlamında, yaşadıkları göz ardı edilen bir gazeteciydi.‘Ben yılın ilk makalesine şiddetsiz bir yazıyla başlamak istiyorum,’ dedim.‘Ama dünya şiddet dolu’ dedi cam gövde. ‘Şiddet, iktidar kavgası ve öfke dolu.’‘Ne yapsak?’ dedim.‘Yumuşak bir giriş yap’ dedi cam gövde. ‘Sonra da neysek onu yaz kardeşim. 2014, 2013’ten daha yumuşak geçmeyecek zira.’***Ben onun yalancısıyım. Bir de Zeki Müren’in şarkısının: ‘Sorma. Kederlerdeyim zaman zaman.’Yine de son cümlemi böyle bitirmek istemedim. Dilerim 2014 bu ülkenin insanlarına, savaş, öfke, yolsuzluk, talan, rant ve iktidar kavgası değil yaşama sevinci ve mutluluk getirir.