Geride bir çift terlik kaldı. Çekilen fotoğrafta hayalet bir kadını uzaklara sürüklüyor gibiydiler. Kaldırımın ortasında ‘hiçbir’ yere doğru bir adım atıyorlardı sanki. İnsan için küçük, insanlık için utanç verici bir adımın işaretiydiler.
Aşk!
Haberi okumuşsunuzdur. Beş çocuk annesi bir kadın cezaevindeki kocasını ziyarete giderken kendisine ‘âşık’ evli bir adam tarafından kurşunlara boğulur. Aynı adam kadını daha önce kaçırmış, kadın bu ablukadan kurtulmuş ve adamı şikâyet etmiştir. Ama şikâyeti hayatını kurtarmaya yetmez. Cinayetin hemen ardından adam karısını ve çocuğunu alarak kaçar. Çetrefil bir kovalamacadan sonra yakalanır ve cinayeti itiraf eder: ‘Aşkım için öldürdüm.’
Bu arada cezaevinin önündeki, aşkı uğruna öldürdüğü kadının yanında 11 yaşındaki oğlu vardır. Oğlan annesinin kanlar içindeki cesedi başında, 11 yaşın masumiyeti ve bu masumiyetin çok kısa sonra dönüşeceği tanımsız bir savrulmayla için için ağlamaktadır. Çocuğun annesinin başında sarf ettiği hüzünlü cümleleri ise bu ülkenin kaderi değil olsa olsa yazılmış olduğu seçimsizliğidir. Yanlış yerlerden başlanan ve sonlanan hayatların seçimsizliğinin cümleleri. ‘Abi annemi kurtarın’ demektedir çocuk etrafındaki güvenlik güçlerine. ‘Ben babama ne diyeceğim’ demektedir. Sonrası ise hemen hepimizin tahmin edeceği ama düşünmekten kendini alıkoyacağı sahneler, kesitler, yaşamlardır.
Değişebilir mi(ydi)?
Belki bu yüzden zihnim anne ve oğulun bu hayattan tümden koparıldığı o trajik ana değil de, onun biraz öncesine, kadının bedeninin kurşunla henüz buluşmadığı o ana odaklandı. Kurşunun ‘aşktan gözü dönmüş’ adamın silahından henüz ateşlendiği ana. Dizilerde olur ya, kurşunun hızının yavaşlatıldığı sahneler vardır öylesi bir an canlandı gözümde. Ve yine zihnim, tam da o sırada, kadının bedeniyle ‘aşktan’ kudurmuş adamın kurşununun arasına yaşam DNA’sıyla örülü bir zırh yerleştirdi. Kadının hayatını geri sarmasına yardımcı olacak kurşun geçirmez bir zırhtı bu. Kadını 10-12 yaşlarında düşündüm. Kadının seçimsizliklerini değil, önüne sunulabilecek seçimlerini hayal ettim. Ona sunulabilecek yaşam fırsatlarını, o fırsatlarla kendini ve dünyayı kavrama gücünü, bu güçle yazgısını değiştirebilme yeteneğini elde etmiş olduğunu. Bir mesleği olduğunu düşledim. Muhtemelen aynı adamla evlenmeyeceğini, muhtemelen beş çocuk doğurmayacağını, bu kışın ortasında hiçbir yere gitmeyen terlikler giymeyeceğini. Aşkın öldürmek değil, yaşatmak olduğunu keşfetmiş bir topluma doğmuş olduğunu insanlara anlatabileceği geniş zamanları olduğunu. Evet, çok zamanı olduğunu farz ettim. Dar zamanlara sıkışmış olduğunu değil de, düşünmeye, sevmeye, yaşamaya, anlatmaya ve paylaşmaya dair çok zamanı olduğunu.
Bu seçimsizlik yenilebilir, kader diye insanlara sunulanın önüne geçilebilir(di) diye düşündüm. Zihnim oyunlar oynamaya devam etti, ben de izin verdim. Oğlunu ve cansız bedenini bir kaldırımın ucunda, yitik bir yaşamın kenarında değil de, yaşarken, bir sinema salonunda, sömestr tatiline yaraşır güzel bir filmin eşiğinde, birbirleriyle şakalaşırken bırakıverdim.