‘Hangi koruyucu önlemlerin alınmamış olduğunu, maden ocağında kuyu çöktükten ve yüzlerce kişi toprağın altında kaldıktan sonra sorarlar.’
Stefan Zweig
Zweig’ın bu sözleri takip eden ‘Yavaşlığa Başkaldırı’ denemesi ‘önce tiyatro binası yanar ardından ilgililer yangın önlemleri alır; bir savaş başladıktan sonra da barış zamanında ne gibi çabaların ihmal edilmiş olduğu üzerine kafa yorulur’ diye, göreceli anlamda ‘iyimser’ biçimde devam eder. En azından ‘konunun’ gerçek boyutuyla ilgilenen ya da ilgilenmeye çalışan birileri vardır.
Bu sözlerle bağlantılı olarak, Türkiye gündemini en son meşgul etmesi gereken, ancak hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde çok ilgi gören olaylardan birine temas etmek istiyorum. Bir futbolcunun yaşadıkları, yaşattıkları ve bu gidişle daha yaşatacakları üzerine birkaç husus... İstiyorum istemesine de yazdığım her sözcük karşısında kendi kendime irkiliyor ve söylemek istediklerimi erteleyerek bir yazı kaleme almaya çalıştığımı fark ediyorum. Makinenin karşısındaki kilitlenmemin sebebi ise bu konuda söyleyecek sözümün olmayışı değil (öyle ya, herkes bu konuda bir şey söyledi, söylüyor ve söyleyecek), yaşadığımız bu olayın içimizdeki çürüme ve çöküşle kurduğu organik bağı hissetmemle ilgili oluşu. Tıpkı bir meslektaşımızın son yaşadığımız futbol menşeli olay hakkında şu cümleyi söylemesi gibi: ‘Bu olayda herkes kaybetti’. Evet işin sırrı bu sanırım.
Esasen onun kastettiği, olayda yer alan üç kişi. Doğrusu, olayda yer alan kadının bu gruba dahil edilmesinden yana değilim. Kısacası faturayı ona kesmenin bir alemi olmadığını düşünüyorum. Üstelik genel bir kaybediş varsa bu kaybediş, sadece olayın içerisinde yer alanlar değil, hemen hepimizin o kaybediş noktasındaki salınımı. İşte kalemimi durduran ya da klavyedeki duraksamama neden olan nokta da bu. Açıkçası, yaşanan bu olaya kamuoyunun duyduğu ilgi, sadece olaydaki çöküşü ve çürümeyi değil, hemen hepimizin o çürüme noktasındaki halimizi, hatta bu çöküş halini benimsediğimizi de ortaya koyuyor. Bu konuyu şehvetle konuşmak ve sürekli üretmek (bu yazı da dahil olmak üzere) aslında kendi kokuşmuşluğumuzu, üstelik bu kokuşmuşluğun nasıl meşru hale geldiğini de ele veren bir yan.
Bununla bağlantılı olarak derleyip topladığım birkaç hususu sizlerle madde madde paylaşmak istiyorum:
1-Böylesi bir vasatlıkla toplum olarak muhatap olmamızın ardında neler var? Kısaca, bu olayda gerçekten de ‘sadece olaydaki kişilerin değil hemen herkesin kaybetmesinin’ arka planında neler yatıyor?
2-Bu düzenin, farklı yöntemler kullanarak böylesi bir vasatlığı sürekli olarak yaratmasının ve kışkırtarak beslemesinin nedenleri nelerdir?
3-Bir toplum olarak bu tür konulara, o kadar büyük olaylar, gözümüzün önünde eriyip giden değerler söz konusuyken, onları hiç tınmayarak bodoslamadan atlama kabiliyetimiz ve bu kabiliyetin arka planında yatan nedenler nelerdir? Kısacası, düzenin kışkırtması bir yana, bu ve benzeri konulara gösterdiğimiz derin ilginin temel nedenleri nelerdir?
4-Bir futbolcuya, kendisinin taşıyabileceğinden çok fazla miktarda değer yüklemek, onu idolleştirmek, ondan bir kahraman yaratmak, onu o kahramanlık halesi içerisinde inatla tasvir etmeye çabalamak ne demektir?
5-Bu konuyla direkt bağlantısı olmasa da söz konusu kişinin ‘Sütlüce’de yaşanan o felaketi bertaraf etme hallerini neden hatırlayamaz haldeyiz? Nasıl oluyor da bir futbolcu, siyasilere yakınlığı sayesinde han hamam sahibi olabiliyor sorusunu sormayı niçin akıl edemiyoruz? Oradaki ihlali atlayıp buradaki noktada yaşadığımız hassasiyetin temel nedeni ne?
6- Futbolculara, popçulara vb. tanınan alanın-toplum olarak da onlara gani gani sunduğumuz bu alanın- neredeyse içimizde hep özlemini duyduğumuz ‘özgürlük’ fikrine (hatta ifade özgürlüğü fikrine!) dair bir alana denk düşmesinin yanılgısını nelere, kimlere, hangi yıllara, hangi iktidarlara borçluyuz?
7- Son madde biraz genel. Çökerken diye başlamak istiyorum... Devamını getiremesem de şunu söylemek farz oluyor: Bu hızlı çöküşün nedenleri neler?