Rahip Brunson’un serbest bırakılmasına az bir zaman kala bana güzel gözlerindeki nefti ışıkla sordu:
‘Hangisi daha kolaydı sizce; ütopyayı yaratmak mı yoksa distopyayı mı?’
Benzer bir soruyu daha önce de diğerlerine sormuştu. Aldığı cevap benim cevabımla özdeşti.
İnsanlar distopya yaratmayı ütopya yaratmaktan daha çok öne çıkarıyorlardı. Ve çoğunlukla kötülük üzerine bir sürü hususu ardı ardına sıralayabiliyorlardı. Arzuladıkları kötü bir dünya değildi elbette. Ancak iyilik konusunda kafalar karışıktı.
Her ne kadar Thomas More’un Ütopya kitabının bende bu refleksi uyandırdığını dile getirmeye çalışsam da ifade ettiği noktaya çakılıp kaldığımı biliyordum. Zamanında birçok meraklı gibi More’un kitabına büyük bir hevesle başlamış fakat zihnimdeki ütopya kavramıyla buluşturamamıştım. More bize, çok gerçek, çok olası; çok genç bir dostumun ifade ettiği tarzda ‘zoru başarırız, imkansız zaman alır’ şeklinde bir dünya sunuyordu. O kadar gerçek ki, geleneğe habis biçimde yapışmış ancak buna karşın modernizmin girdabı içerisinde kıvranan beyinlere (bizlere) soluk aldırmayacak cinsten bir ‘gerçekçilikten’ bahsediyordu orada. Ve açıkçası bu yeterince ‘gerçeküstüydü’. Zira o dönemdeki birçok insan gibi gerçek, benim algım dahilinde ayaklarımın altından kayıp gitmekteydi. More’un kitabındaki net reçetenin ise düşüncelerimde bir karşılığı yoktu. Varsa bile heyecan uyandırmıyordu. İfade özgürlüğünün hiçbir zaman yeşeremediği, sansür dolu topraklarda yaşıyorsanız çok da farklı bir yere varamıyordunuz...
More, kitabında hukuk, adalet, eğitim vb. hususlardan bahsediyordu. Daha iyi bir toplum olmaktan vb. Bunları yaratabilmenin şartlarından... Dediğim gibi umduğum bu değildi. Sanırım gafil avlandığımı düşünmüştüm. Hayal ettiğim dünyanın böylesi somut adımlarla çevrili olması beni bunaltmıştı.
‘İşte’ dedi karşımdaki nefti gözlü. ‘Biz bunu beceremedik... Neredeyse ütopya yerine, bilerek ya da bilmeyerek distopya yaratmak istediğimiz için yarattık bugünü.’ Sanki şunu demek ister gibiydi: Bu yüzden dünyamız da bir distopya cehennemi haline dönüştü...
O an üzerinde fazla düşünemedim bu sözlerin. Telefonuma yığılan Rahip Brunson haberleriyle başka bir diyarın içine çekildim. Yaratılan algının ve bu algıya peşinen takılan nicesinin, tezi ve antiteziyle birlikte ne kadar distopik olduğunu ise bu yazıyı yazarken fark ettim. Masaya her sefer koyduğunuzda farklı bir argümanla ayağa kalkabileceğiniz beter bir 21. yüzyıl dosyası haline dönüştürülen Rahip Brunson davası, tez mahkeme sonrasında geliştirilen argümanlarla birleşince ‘hiçbir yerdeki adamın hiçbir yerdeki öyküsü’ haline dönüşüyordu. Ya da tam tersi: ‘Her yerdeki adamın her yerdeki öyküsü.’ Alternatifler mevcuttu elbette: Her yerdeki adamın hiçbir yerdeki öyküsü, hiçbir yerdeki adamın her yerdeki öyküsü...
Ancak bu dava, hiç kuşku yok, hemen hepimizin her an başına gelebilecek distopik bir felaketin (kurgunun, kitabın, gerçeğin vb.) de altını çizmesi anlamında çok ama çok önemliydi. Kurtarıcımızın Başkan Trump olması ise, nereden bakarsanız bakın, başka bir kurgunun, kitabın, gerçeğin, felaketin (evet üstelik distopik bir felaketin) konusu olmaya adaydı.