Zor günler bekliyor bu toplumu. 12 Mart’taki büyük buluşmadan sonra, zor günler. O buluşmanın bize göstereceği yönü takip edemezsek, sıkıntılı, çok daha sıkıntılı anlar. O buluşmadaki varoluşu, sessiz direnci, temkinli, vakur, özenli duruşu zora koşacak sancılı zamanlar.Niye mi?Derdim şiddet. Derdim fiziksel şiddet. Ancak bundan çok daha beteri, dile abanılarak, insanların içlerine düştüğü açmazı daha da derinleştirecek o kaba saba dilin yarattığı şiddet. Hiç kuşku yok ki egemenler diye tabir edeceğim o dili üretenlerin toplum üzerindeki baskısı devam ediyor. Edecek. Bir müddet daha edecek. Benimse tam da burada daha büyük bir endişem var: Bu uygulanan maço ve sürekli belden aşağı vuran küstah dile aynı şiddetle, neredeyse aynı frekansta cevap yetiştirme çabası.Aşikâr ki o dili ürettiğiniz zaman, iktidar dilini de yeniden üretmiş oluyorsunuz. Özellikle kanaat önderi konumundaki kişilerin, ekranlardan, köşelerinden bu dili sürekli üretmek adına topluma verdikleri ‘gaz’, bu toplumun kolluk güçlerinin aldıkları o haşin emir gereği masum insanların tepesine boşalttığı orantısız biber gazından çok da farklılık göstermiyor. Uzun vadede derin, onarılmaz yaralar açıyor. Oysa şu çok net olarak bilinmeli: Bu dil olsa olsa tahakküm edenin dilidir. Bu dil neredeyse ‘yasal’ hâle getirilmiş faşist bir dildir. Tüm bunlardan özgürleşebilmenin esası ise, bu dili tümden bertaraf etme çabası ve cesaretidir.Yaşadığımız, tecrübe ettiğimiz hep bu olmadı mı? Bu dilin sertliğiyle başladı hemen her şey. Sonra kayıplar geldi. Gençlerin birbirine düşmesi ve ardından kıyımlar, yıkım, ateş...Egemenin diliyle egemen olanı bertaraf edemez, sadece yeni egemenler yaratırsınız. Zira, bu öyle bir denklemdir ki, bir süre sonra karşı olduğunuz ne varsa onun reflekslerini üretmeye başlarsınız. Mağdur olmakla muktedir olmak arasındaki farkı, bizzat ellerinizle yok edersiniz. Geriye ise kala kala ne mi kalır? Üretilecek yeni iktidarlar ve bu iktidarların yeni mağdurları. Ve elbette yeni intikamlar.Öyleyse ne yapacağız?Bu şiddet sarmalını kırmanın yolu, öncelikle şiddet dilinin aramızda yaşamasına engel olabilmekten geçiyor. Aranılan özgürlük, eşit haklarsa gerçekten özgürlüğün dili aranmalı. Muktedir olanın dilini aynen üretiyor; küfre, hakarete, şiddete yaslanıyorsanız özgürlüğünüzü de tümden feda etmeyi göze alıyorsunuz demektir. Sonra gelsin kayıplar... Maalesef denklem bu kadar basit.Bu noktada evladımız Berkin Elvan’ın cenazesinin hemen ardından yitirdiğimiz gencimiz Burak Can Karamanoğlu’nun ailesinin gösterdiği olgunluğa teşekkürü bir borç biliyorum. Başları sağolsun. Sanal âlemde klavye oynatanların onlardan öğrenmesi gereken çok şey var. Hangi görüşe sahip olursa olsun bu ülkenin gençleri hepimizin gençleridir ve yaşam herkes için kutsaldır. Bu yalın gerçeği hâlâ anlayamıyorsak tümden çaresiz kaldık demektir.Kısaca, yaşamı işaret eden, çocuklarını, gençlerini buluşturabilen, kutuplaşmayı engelleyen bir dilden söz ediyorum. Yani gerçekten cesur bir dilden bahsediyorum. Öfkeden ve nefretten beslenmeyen bir dil bu. Cesaretin barışı istemek olduğunu bilen, dikkatli, özenli, özgüvenini hoşgörüsünden alan, karşıdakini duyabilen bir dil. Bu dilden korkmamalıyız. Zira küfürleşmek, silaha sarılmak, kürsülerden ya da ekranlardan sert nutuklar atmak en kolayı ve en vasatı; zor olanı ise birlikte yaşamayı anlatan, yaraları sarmayı aklına koymuş bu dili öğrenmek... Ve elbette egemenin istediği, arşa değen ayrımcılıklarla oluşabilecek o ‘iç savaş’ dili oyununa gelmemek.Ne dersiniz? Gerçekten zor olana, uzun soluklu, cesaret, sabır ve özveri gerektirene var mısınız?
Sözlerime -bugün için sözlerimi yitirmek üzere olduğum sözlerime- Berkin‘in annesi Gülsüm Elvan’ın bu cümlesiyle başlamak istedim. Cemevindeki yası, o nemli binanın içine dolan hüznü aktarmak için sözcüklere değil gözyaşlarına ihtiyacım var bugün. Bir annenin evladını yitirmesine tanıklık etmenin sessizliğine sığınmaya. Orada, dışarıdaki yağmurla birlikte elimizden çalınanları bir kez daha idrak etmeye, islenen geleceğimizle, hepimizin içinden geçeni dinlemeye. Bilebildiğim tek gerçek şu: Polisinin destan yazdığı savlanan bir ülkede ekmek almak için sokağa çıktığında canına kıyılan bir çocuğun bize bıraktığı bir emanet var. Bu emanetin adı Türkiye‘dir. Türkiye bizimdir, hepimizindir ve bu ülkenin devleti bu ülkenin insanı için vardır. Ülkesindeki bütün insanlara eşit davranabildiği ölçüde vardır. Yurttaşlarını bitirmek, yok etmek adına değil, onlara hizmet sunmak için vardır... Berkin’in bize bıraktığı emanete çok iyi sahip çıkmamız gerekiyor. Affediniz. Bunlar yazabildiğim en serinkanlı cümlelerim. İşin gerçeğini soracak olursanız tek bir cümle geçiyor içimden: “Ah oğul ah!..”
Her ortaya çıkan kayıtla özgürleştiğimizi düşünenlerdenseniz bu yazı büyük bir olasılıkla sizlere bir şey ifade etmeyecek. Zira bu kayıtların bizleri özgürleştirmek yerine her geçen gün daha fazla tutsak kıldığına inancım giderek artıyor.Öyle böyle değil, kayıt bağımlısı olduk! O kadar ki bir süre sonra gerçekle hayalin iflası noktasına gelebileceğimiz endişesini taşıyorum. Birisi çıkacak ve 8 haberlerinde, fonda çalan dramatik bir müzikle ‘evet itiraf ediyorum ben çaldım çırptım’ diyecek ama bu gidişle öyle bir kıvama gelmiş olacağız ki, omuzlarımızı kaldırıp indirerek ‘dalga mı geçiyorsun, ben YouTube’a düşmemiş, montaj şüphesi uyandırmayan itirafa itiraf demem kardeşim’ deyivereceğiz .Endişeli olmakTahmin edeceğiniz üzere bizlerden yana endişeliyim. Hükümete yönelik yolsuzluk iddialarının doğru ya da yanlış çıkma olasılıklarından ötürü değil. Zira demokrasinin net bir biçimde yerleştiği bir toplumda bu iş asla bu kadar salınmaz, soru işaretleri, ünlemler ve üç noktalarla uğraşılmaz, ne gerekiyorsa o yapılırdı. Anlayacağınız konuşlanılan yer o kadar sorunlu ki, o hususa hiç girmemeyi tercih ediyorum.Gelelim bize. Evet, en büyük kaygım ne mi? Siyaset aracılığıyla var olabilecek bir kamusal alan fikrinin bizler açısından günbegün sisler içerisinde bırakılıyor oluşu. Bu da anbean kişisel özgürlüklerimizi, bu özgürlüklerin dallanıp budaklanmasını ve her yere sirayet etmesini biraz daha daraltıyor. Diyeceksiniz ki özgürlük dediğin insanın zihninde ve gönlündedir. Teorik olarak doğru olduğunu kabul etsek de, böylesi bir özgürlük algısının siyasal anlamda sağlanamayan bir özgürlükle çok da fazla ileri gidebileceğine inanmıyorum. Siz istediğiniz kadar özgürlüğü kafanızda yeşertin, bunu açığa vurabilecek bir pratik alanınız yoksa, bu alan sizden sürekli olarak çalınıyorsa (her çalınan parayla ölçülecek diye bir şey yok, en büyük hırsızlık özgürlük hırsızlığıdır) böylesi bir özgürlüğün tanımı da nihayetinde solmaya mahkûmdur.O hâlde ne yapmalı? Kanaatim odur ki kirli bir savaşın ürünü olan kayıtlara bel bağlamak yerine, kamusal alanda siyasetin açabileceği özgürlük fikrinin mücadelesini vermenin tam zamanıdır. Özgürlük bu kayıtlarla değil, gelse gelse bizim özgürlüğe olan inancımız ve bu inancın eşlik edeceği bir direniş ruhuyla gelip bizimle buluşabilir. Varsın hemen olmasın. Bırakalım olgunlaşsın. Ya da şimdilik varsın hayal olsun. Hayali bile güzel.
Kadına uygulanan şiddetin tavan yaptığı bir 8 Mart’ı daha geride bırakıyoruz. Bu ülkenin kadın yazarlarından biri olarak bu sorunun tek bir günde değil 365 gün gündemde tutulmasının gerekliliğine inanıyorum. Özellikle son on yılda giderek artan şiddeti işaret eden rakamlar, ülkemizdeki kadın sorununun neredeyse hemen her şeyin önüne geçecek bir olgu olduğunu söylüyor bize. “Söylüyor da kimin umurunda?“ diyebilirsiniz. Hâlâ kadın cinayetlerinin gün ışığına çıkartılmasının toplumumuzdaki kadın-erkek ilişkilerini çatırdattığını düşünen bir zihniyetle iç içeyiz. Bu toplumun artık kadınlardan korkma ve onları kafalardaki kalıpların içine tıkıştırma suretiyle yok sayma yerine kadınların varlığını birey olarak kabul etmesinin zamanı gelmiştir (gelmiştir de geçiyor bile). Defalarca tekrarladığımız üzere birey olmak, insanların kendi seçimlerini yapabilmesi özgürlüğüdür. Ve bu gerçek, bu toplumdaki muhafazakârları ilgilendirdiği kadar kendisini liberal, sosyal demokrat vb. konumda gören bütün erkeklerin gerçeği olmak durumundadır. Türkiye’nin kadınlarının ayakları üzerinde durması demekse, Türkiye’nin uçması demektir.Hemen belirtelim; ayakları üzerinde duran insandan kastım, özgüveni ve özsaygısı olan, seçimlerini içselleştirmiş ve iradesini yaşamın dinamiğine oturtabilmiş kişi demek. Bağırıp çağıran ve sürekli karşısındakini suçlayan, korku dolu bir insan değil, yani. Böyleleri çıksa çıksa baskı toplumlarından çıkar. Türkiye’ninse artık baskı toplumundan çıkıp demokratik bir topluma ulaşması gerekiyor. Çünkü... Çok yorulduk.EtkinliklerÖzellikle 9 Mart tarihinde İstanbul Kadıköy’de önemli bir yürüyüş var. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 9 Mart Pazar günü Numune Hastanesi’nin önünde başlatacağı bir yürüyüş olacak. Türkiye’nin kadın haklarının ihlali anlamında en önemli noktasına parmak basmak, bu ülkenin demokratikleşmesi yolunda da en kıymetli adımlardan biri olsa gerek. Ülkemizde kadınlar ölüyor. Buna ‘dur’ demekse boynumuzun borcudur.İşin edebiyat cephesiBir diğer ilginç etkinlikse ‘Osmanlı’dan Günümüze Kadınların Edebiyatı’. Bugün gerçekleşecek ve bütün gün sürecek (10-17 arası) bir seminer bu. Besbelli Osmanlı’dan günümüze kadın kaleminin izlediği o çetrefil yola da ışık tutacak. Fatmagül Berktay, Yaprak Zihnioğlu ve Hazal Halavut ilk oturumda bu mirası değerlendirecekler. İkinci oturumda ise Murat Cankara, Mehmet Fatih Uslu ve Duygu Köksal bu edebiyatın içinde yer alan ya da yer alamamış ‘öteki kadın sesini’ tartışacak. Öğleden sonraki oturumlarda ise Didem Havlioğlu, Feryal Saylıgil ve Hülya Adak kadın edebiyatının, genel edebiyat anlayışının dışında durabilme özelliği ve direnişine dikkat çekecekler. Son oturumda ise yazar arkadaşlarım Şebnem İşigüzel ve Hatice Meryem’le birlikte günümüzde kadın yazarlığın durduğu yeri konuşacağız. Bu oturumun moderatörlüğünü Senem Timuroğlu ve Enver Aysever yapacak. Özyeğin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin Çekmeköy’deki yerleşkesinde (Reşat Aytaç Oditoryumu) gerçekleşecek olan bu ilginç buluşmayı kaçırmamanız dileğiyle.Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
‘Sonra aşkın alanına ölümün girdiği anı yaşamakta olduğunu düşündü ya da hissetti. Bunlar hayatın çıplak gerçekleri değil, köklü ve görünmez fırtınalarıydı ve onu akıntıya kapılmışçasına sürüklemekteydi.’Yüzücü, Ey Yıkılmış Hayaller Şehri, Boşanma Mevsimi gibi kitaplardan sonra, bu kez Elmalar Diyarı (Everest Yayınları) ile karşımıza çıktı John Cheever. Roza Hakmen’in güzel çevirisiyle de aldı götürdü bizleri! Hemen belirtelim ‘Ey Yıkılmış Hayaller Şehri’ ve Boşanma Mevsimi’nin çevirisi de Hakmen’e ait. Yüzücü’yü ise öykücülüğü kadar çevirmenliğiyle de zihinlerimize kazınmış olan Tomris Uyar çevirmişti.Tekinsiz anlarCheever, 1979 yılında Pulitzer Ödülü’nü kazanmış. 1982 yılında kaybettiğimiz yazar, Amerikan edebiyatının çok güçlü seslerinden biri. Asıl gücünü, gündelik hayatın içinde kendi yağıyla kavrulan insanların dramlarını aktarabilmesinden alıyor. Küçük dünyaların insanları var karşımızda. Dertleri ve sıkıntılarıyla, kentin merkezinden uzaktaki banliyölerde yaşayan bu insanların dikkatlice bakıldığında fark edilen yalnızlıkları ve mutsuzlukları, bu mutsuzlukları erteleme biçimleri insanı şaşırtacak, bocalatacak cinsten. Kanımca Cheever’ın başarısının en temel özelliklerinden biri de bu zaten. Yazdıklarında, mutluluğun ve mutsuzluğun tanımını belirlenmiş ve sabitlenmiş büyük vahalar ya da yaralarda değil, üstü örtülmüş ve tekinsiz kâğıt kesiği anlarda keşfetmiş olması. Bu ‘tekinsiz’ anlar olur olmaz bir yerde ortalığa saçılmaya başladığında ne olur? Kitaptaki öyküler, bu tanımsız ama hissedilebilir anın etkisiyle kahramanların olur olmaz yerlere savrulmasını anlatıyor. Zaman zaman trajik zaman zaman komik bir biçimde. Evet, onlar savruluyor ve kalakalıyorlar; biz okurlarsa neye uğradığımızı şaşırıyoruz.Gerçek nedir?Hemen hiçbir şeye güvenmiyor Cheever. Haksız da sayılmaz. Bir kere gerçeğin kendisine karşı temkinli. Olur olmaz bir yerde ‘gerçek nedir?’ sorusunu sordurtabiliyor size. Cevabı kendinizce bulmaya kalktığınızda öykü de bitmiş oluyor! Ancak hemen belirtelim, onun sağduyuya ya da ahlak kurallarına karşı geliştirdiği soru işaretleri de çok güçlü. Kısaca söylemek gerekirse, ezberlenmiş reflekslerle, gerçeğin tanımına yaslanarak okunabilecek bir yazar değil. Onu okurken değişmeyi ve dönüşmeyi göze almanız gerekebilir; hatta kendi dehlizlerinizle karşılaşmanız bile söz konusu olabilir.Dedik ya ‘kâğıt kesiği’ diye... İçinizdeki bu anların gününüzü kaşımasına da hazırlıklı olun derim. ‘Ben deli miyim, niye kendimi oralara savurayım’ diyenlere sözüm yok elbette. Nasılsa onlar kendilerini hep haklı görmeye alışmış durumdalar. Benim sözüm daha çok yaşamı açık uçlu bir denklem olarak görenler, merak edenler ve şaşırabilenler için geçerli. Cheever’ın ikilikler (örneğin iyilik ve kötülük, gerçek ve hayal vb.) konusunda karşımıza serdikleri ancak bu bakış açısıyla net biçimde görülebilir.Cheever’ı okurken, tıpkı diğer büyük yazarları okur gibi, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, durmadığı, kalmadığı fikri kuşatıyor bizi. Böyle yola çıktığımızda ise, edebiyatın o büyülü dünyasına geçiyoruz kaçınılmaz olarak. Bu da bize yaşamı (ve elbette ölümü) yeniden düşünme şansını ve fırsatını veriyor. Yeniden ve bir kez daha. Ve elbette gülümseyerek.Amerika’nın Çehov’u Cheever’ın bizlere gönderdiği bu çok kıymetli mesajı ‘değerlendirmeniz’ dileğiyle.
1 Mart Cumartesi günü Günışığı Kitaplığı Yayınevi’nin eğitimcilere yönelik gelenekselleşmiş “Eğitimde Edebiyat Semineri“ni Özel Şişli Terakki Ortaokulu’nda izledim. Birçok yazar ve uzmanın eğitim, edebiyat ve kütüphaneler üzerine konuştukları seminerin son konuğu Fransız yazar Brigitte Labbé’ydi.Labbé’yi ne kadar tanıyorsunuz emin değilim. Kendisi Saatchi&Saatchi, Colgate-Palmolive gibi uluslararası şirketlerde üst düzey yöneticilik yaptıktan sonra, kariyerinin zirvesinde iş hayatını bırakmış ve üniversitede felsefe eğitimi almaya başlamış. Kariyerini bırakma gerekçesi olarak o ortamda kendine dair bir anlam bulamadığını gösteriyor yazar. Sonrası ise çok ilginç gelişiyor. Sorbonne Üniversitesi’nde felsefe eğitimine devam ederken çocuklar için dünyaca ünlü bir felsefe dizisi yaratıyor! Alanında bir numara olan ve dünyada yaklaşık 2.5 milyon okura ulaşan bu dizi dilimize Günışığı Kitaplığı tarafından “Çıtır Çıtır Felsefe” olarak aktarıldı. Bugüne kadarsa 41 kitaplık dizinin 25 kitabı, Azade Aslan’ın yetkin çevirisiyle dilimize kazandırılmış durumda.Yasaklar doğruları göstermez“İnanmak ve Bilmek” başlığıyla yayımlanan 25. kitabı vesilesiyle Türkiye’ye gelen Labbé, okurlar ve eğitimcilerle deneyimlerini paylaşırken çok ilginç noktalara temas etti. Öncelikle Türkiye’de yaşanan açmazların farkında olduğunu ve demokrasiye sahip çıkmanın değerini vurgulayan yazar, bugün demokrasinin dünyanın hemen her yerinde tehdit altında olduğunu söyledi. O yüzden hemen her vatandaşın devasa bir sorumluluğu bulunduğunu, olup bitenlere göz yummak yerine dikkat kesilmek gerektiğine değindi. Buna karşın umutlu olduğunu belirten yazar dünyadaki büyük değişimlerin tepeden inmediğini, insanlardan geldiğinin altını çizdi ve dedi ki: “Uyumamak gerekiyor.”Çocuklarla kurduğu ‘felsefi’ iletişimin temelinde onlara dayatılan, dikte edilen iyi ve kötülerin onların gerçeği olmadığını, o gerçeği olsa olsa ve belki de yalnızca, kendilerinin sorgulayarak bulabileceklerine inanıyordu Labbé. Emir-komuta zincirinde oluşturulan güdümlü, ak ve karalardan ibaret bir dünyada değil, merak ve ilgiyle sarmallanan bir ortamda ilerlenebileceğini düşünüyordu yazar. Bu açıdan bakıldığında yasaların doğru ve yanlışları, iyi ve kötüleri değil, sadece ‘yapılmaması gerekenleri’ aktardıklarını onlara keşfettirmenin önemine dikkat çekiyordu. Elbette bu noktada da onlardan ‘yapılmaması gerekenleri’ isteyenlerin kimler olduklarını, nerede durduklarını, bunu neden istediklerini keşfetmeleri gerçeği devreye giriyordu. Ezberlerden değil eleştirel aklın varlığından söz ediyordu bize yazar. Neredeyse unutmak üzere olduğumuz bir şeyden!‘Söz ve Sessizlik’, ‘Yaşam ve Ölüm’, ‘Adalet ve Haksızlık’, ‘Diktatörlük ve Demokrasi’, ‘Şiddet ve Şiddetsizlik’, ‘Oğlanlar ve Kızlar’, ‘Küçükler ve Büyükler’ gibi öğretmen ve ebeveynlerin çocuklara anlatmakta zorlandıkları felsefi kavramları, yaşamdan ilgi çekici örneklerle çok ama çok yalın anlatan bu diziden henüz habersizseniz, tam zamanıdır. İlginç olan bir diğer husussa şu: Dizi pek çok okulda öğretmenler, kütüphaneciler ve psikolojik danışmanlar tarafından ebeveynlere de öneriliyor. Bazı şirketlerin insan kaynakları bölümleri de çalışan eğitimlerinde bu diziden yararlanıyor.‘İsabetli bir karar’ diyelim ve son çevrilen kitaptan (İnanmak ve Bilmek) bir alıntıyla bitirelim:“İnsanları bilmek istemeye iten şey, şaşkınlıktır. Şaşırabildiğimiz için bilim var ve bilgi ilerliyor. Bilim insanları hiçbir şeyin kendiliğinden olmadığını düşünen, her şeyi çözülmesi gereken bir problem olarak gören, şaşkınlık duyan insanlardır.”(Bu alıntıyı yazarken neden şaşıran değil, bitkin, kaderci ve öfkeli bir toplum olduğumuzu düşünüp durdum.)
Özellikle son altı aydır olup bitenleri yeniden düşünmek için ABD’de yayınlanan son insan hakları raporuna bakmakta fayda var. Gerçi şunu da adımız gibi biliyoruz. Her nasılsa ezbere bağlanmış bir karşıt görüş devreye girecek ve hemen yapıştıracaktır: Yalan!Hemen denilecektir ki ‘paralel devletin işleri bunlar, faiz lobisi bu işlerin içinde var, gül gibi ülkemizi bölmek istiyorlar, bizi kıskanıyorlar,’ şu bu...Gezi’de ve 17 Aralık sonrası yaşananlarİnsana saç baş yoldurtan bu açıklamaları kanıksamış bir hâlde raporda geçenleri genel hatlarıyla düşünelim:Ülkemizde Gezi protestoları sırasında yaşananları, 17 Aralık sonrasında ortaya çıkanları insan hakları ihlali olarak görüyor rapor. Böyle olduğunu görmek için aslında bu tür raporlara ihtiyacımız bile yok. Zaten böyle. Görünen köy kılavuz istemiyor. Bu ülkede elini vicdanına koyabilen herkes bunun böyle olduğunu biliyor.Gezi Parkı direnişi esnasında ülkenin insanlarına yaşatılanlar insanlık ayıbıdır. Hak ve özgürlüklerimize yönelik uygulanan o şiddetin farklı dalgaları hâlâ üzerimizdedir. Sokaklarda gencecik çocuklar kıstırılmış ve döve döve öldürülmüşlerdir. Bu yaşanan felakete ‘milyonları evde tutamıyorum’ diye geliştirilen söylem, ülkenin insanlarını ‘sen ve ben’ kargaşasının içine sokmaktan öte hiçbir yere gidememiştir. Ülkemizde, öyle böyle değil; iyileşmesi yıllar alacak derin bir kutuplaşma yaratılmıştır.Beraber yürüdük biz bu yollardaÖte yandan 17 Aralık sonrasında, şimdilik 4 bakanın istifasıyla sonuçlanan yolsuzluk ve rüşvet dalgası, yine bu ülke insanlarının maruz kaldığı çok ciddi hak ihlalleri anlamına gelmektedir. Sokaktaki insanların çoğu kendilerini ‘soyulmuş’ hissetmektedir. Bu yaratılmış olan güvensizlik ortamı ise, yine iyileşmesi yıllar alacak toplumsal bir travma anlamına gelmektedir. Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum! ‘Beraber yürünen yol’un 2014’te vardığı yer budur işte.Toplumsal olarak yaşadığımız sansür ve otosansüre gelecek olursak: Söz konusu raporda gazetecilerini içeride tutan, ifade özgürlüğünü sürekli darboğaza sokan, basını ve interneti yasaklayan bir devlet anlayışından söz edilmekte. Bunun için ‘paralel devletin işleri’ diye sürekli teoriler üreten zihniyete şunu sormak isterim: Tüm bunlar yalan mı? Gazetecilerin cezaevinde olduğu yalan mı? Basına sansür getirildiği yalan mı? Sustalı maymunlara dönüştürüldüğümüz yalan mı? Hangi demokrasiden bahsediyorsunuz?Yıl 2014. Türkiye, sen buralarda olmamalıydın.***Neyse. Soluk alabilmek adına güzel bir haber verelim: Dün Kadir Has Üniversitesi’nde Nükhet Eren Yazarlık Atölyesi işbirliğiyle Mahmut Yesari Sempozyumu düzenlendi. Bu tür buluşmalar hepimizin ufkunu genişletiyor. Üniversite son iki yıldır Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları başlığı altında Tezer Özlü ve Yusuf Atılgan sempozyumlarını da gerçekleştirdi. Edebiyatseverler büyük ilgi gösterdiler. Bu sene de nisan ayında aynı başlık altında Leyla Erbil Sempozyumu düzenlenecek. Düzenleme Kurulu’nda yer alan isimlerden biri de Özge Ercan. Özge’yi Varlık, Sıcak Nal ve Yasakmeyve’den tanıyorum; edebiyatla olan ilişkisi ve çalışkanlığı sempozyumların ruhuna da geçmiş durumda.
Gündemimize son düşenleri gün yüzüyle düşünmeye başladığımda o şarkı kulaklarımda çınlıyor: ‘Nedir bu gördüğüm rüya olsa!’Rüyaların piri Freud, bu yaşadıklarımızın bilinçaltımızdan gündelik yaşama nasıl yansıdığı konusunda ne derdi bilemiyorum. Ancak ‘Ben ne siyasetçiyim ne de hukukçuyum. Her baba-oğula karışamam kardeşim ama ne olursunuz erkek egemen bir toplum olarak artık şu Oidipus kompleksi ile net bir biçimde yüzleşin’ dediğini duyar gibi oluyorum.Kısaca hatırlayalım: Freud’un Oidipus Kompleksi’nde çocuk babasını rakip görür, babasına düşmanlık besler ve onu öldürmek ister. Başka bir deyişle çocuğun büyüyebilmesi için babasının gölgesini o ya da bu şekilde aşması gerekir. Gerekir de bu hiç de kolay bir adım değildir. Çocuğun bu uğurda yenilip gitmesi, savrulması ve muhtemelen ilk etapta kaybetmesi söz konusudur. Babasının gölgesini aşarak kendini bulmaya çalışan oğlanın hikâyesi zaman zaman büyük bir trajediyle sonlanır. Ancak şunu biliriz: Er ya da geç kahraman kendi özbenliğiyle buluşacaktır. Büyük edebiyat yapıtları bu döngüyü bol bol kullanmıştır.Roman örnekleriKonuyla ilgili olarak Karamazov Kardeşler’e bakmak elbette önemlidir, ancak bu durum sadece Dostoyevski’nin o ölümsüz yapıtıyla sınırlı değildir. Sophokles’in Kral Oidipus’u tamamen bu açmazı anlatır bize. Shakespeare’in Hamlet’i de bu imgenin etrafında dolaşır. Babasının hayaletiyle kafası karmakarışık olmuş Hamlet sonunda kafayı iyiden iyiye sıyırır. Müthiş bir mücadele, gerilim ve var olma hâlidir bu. Ve esasen bu çaba, Hamlet’i Hamlet yapandır.Bizim o dönemlerdeki edebiyatımıza baktığımızda ise babalar ve oğullar arasındaki ilişki tamamen muğlak bir ilişkidir. Özellikle ilk roman örneklerimize tanık olduğumuz Tanzimat döneminde, değil babayı öldürmeyi istemek, babayla çekişen bir figüre rastlamakta bile zorlanırız. Bunun nedeni elbette babaya atfedilen o kutsal roldür. O kadar kutsaldır ki el sürülemez ona. (Esasen burada çok ciddi bir babasızlık söz konusudur ama onu şimdilik hiç karıştırmayalım; meraklıları için Jale Parla’nın ‘Babalar ve Oğullar’ kitabını önermekle yetinelim.) Böyle olduğu için de metinlerdeki kahramanın serüveni hep eksik kalmıştır.Ya toplum?O metinlerden bir biçimde topluma yansıyan ve gelenekselleşen de üç aşağı beş yukarı budur. Devlet yapısını, önünde boyun eğeceği, söz dinleyeceği, ne olursa olsun buyruklarını yerine getireceği bir ‘baba evi’ gibi gören bir toplum kendi benliğiyle buluşmayı, kendi iradesiyle yaşamına yön vermeyi hep ertelemek durumundadır. Sürekli erteler, görmezden gelir, bizzat kendi benliğini yok sayar. Böyle olunca ne mi olur? Evladındaki bu açmazı son derece iyi keşfetmiş baba figürlerinin biri gider diğeri gelir. Yıllar yılları kovalar. Hiçbir şey değişmez. Babalar gelir ve giderler. Onlar için toplum olsa olsa bir oyuncaktır. Nasıl olsa her dediklerini o ya da bu şekilde yerine getirecek bir oyuncak, olsa olsa bir sıçrama tahtasıdır toplum. O kadar ki aynı toplumu karşılarında bir çocuk gibi görür, onu yok sayarlar. En büyük servetlerinin nedeni de budur.