İnsan dediğin başlangıçta iki kollu ve iki bacaklı bir çalıyı andıran, diri yapraklı olabileceğine inanılan, zamanla çiçeklenen, uygun ortam sağlanırsa yaz kış çiçeklerini ve yapraklarını dökmemesi umulan, makul sıcağa dayanıklı, gece serinliğine yatkın, neme alışabilen, esintileri seven, evlerde yetişti mi pek verimli olmayan, dışarıya, sokağa, caddeye, bayıra, yaşama açıldı mı büyüyebilen;İnsan dediğin menevişli olgun ortamlara salındığında, sonrasında katmerli çiçekler açabilen, verimli mekânlarda soluklanabildiğinde, aşırı sıcağa bile katlanabilen, kuzey rüzgârının hışmına, güney rüzgârının yakıcılığına göğüs gerebilen, verimi bol bir cepheye baktığında her yerin ışığını en sağlıklı biçimde alabilen, belki de bu yüzden hem Akdeniz iklimine, hem eski toprakların kadimine erebilen, hatta suni, tuzlu, fazla asitli topraklara bile uyum sağlayabilen ama doğanın bir parçası olduğunu asla unutmayan;İnsan dediğin, seçim yapma şansı ona verilebilirse süs bitkisi olmamayı tercih eden, pencere önünde hayali kışları ve yazları beklemeyen, bunun yerine yaşamın bir parçası olmayı seçen, gözleyen, soru soran, cevaplar bulan, bulduğu cevapları beğenmediğinde yeniden soru soran, soru sormaktan tükenmeyen, bıkmayan, bıktığı zaman soru soranlara yerini bırakabilen, yine de ne hava almaktan ne ışıktan vazgeçen, örneğin günde 4 saat direkt güneşi seven;İnsan dediğin ne olursa olsun ömrü bir saksıya sığıştırılamayacak olan.İnsan dediğin saksı olmayan. Ancak bu koşulda serpilebilen, büyüyebilen, yaşayabilen.Yaşayabilen.***Çocuklarını büyütemeyen (daha doğrusu yaşatamayan) bir ülkenin 23 Nisan’ı geçiyor önümüzden. Haydi tempo tutalım şimdi hep birlikte. Gürül gürül aksın HES’li dereler. Güneş ufuktan şimdi doğsun. Balonlar havaya, marşlar rüzgâra karışsın, vatan şiirleri meltemlerle bir oraya bir buraya salınsın, masallar masalları uyutsun. 23 Nisan kutlu olsun.(Bianet’te ‘Devletin Öldürdüğü Çocuklar’ diye güzel bir yazı çıktı. Meraklıları için: http://www.bianet.org/bianet/cocuk/154114-devletin-oldurdugu-cocuklar )***Hayatımdaki en bilge kadınlardan biri olan Bilge Doruk’u yitirmenin hüznü içersindeyim. Güle güle Bilge’ciğim.
Enver Ercan bu seneki Behçet Necatigil ödülünü ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’ adlı şiir kitabıyla kazandı. ‘Yıllar Sonra Yeniden Şiirle’ diye imzalayıp göndermiş kitabını, eksik olmasın. ‘Her Şey Güzelecek’ kitaptaki şiirlerden biri. Dünya batsa bile hınzır bir şair umudu var o şiirin satırlarında. Kısaca hemen hepimizin ihtiyacı olan bir nefes.Yine de ben en çok ‘rüyalarını’ sevdim onun. Dağlarca’nın, Oktay Rifat’ın, Sabahattin Kudret’in, Metin Eloğlu’nun, Can Yücel’in evindeki rüyalarını. ‘Rüya bu ya!’ diyerek gerçeklere atfettiğimiz önemin zerresi yok o satırlarda, belki o yüzden.Oldu olacak Can Yücel’le olan rüyasının bir bölümünü paylaşayım sizlerle:rüyanın içinden geçipsokağa çıkıyoruzyukarda bulutları yanık bir gökyüzüben çakırkeyif, o tepeden tırnağa keyifyuvarlanıyoruz lapa lapa yağan karın üstündeta iskeleye kadarbaşını kaldırıyor‘yoksa biz öldük mü enver?’ diyorgöz göze gelince.Sonra doğrulup oturuyorCebini yoklayıp‘şükürler olsun’ diyor‘allahtan şişe sağlam duruyor.’Rüyalar gerçeklerin önüne geçmiş bu şiirlerde. Yakışmış. Zira hepimizin ihtiyacı olan gerçekten de ‘hâlâ bu’. Velhasıl siyah beyaz, şiirin de şiiri bir filmdeymiş gibi okudum o satırları.***Geçen hafta seyrettiğim, şair bir kadının yaşamöyküsünü anlatan ve yirminci yüzyılın en çetrefil yıllarının fon oluşturduğu Papusza (Taş Bebek), bir film değil, baştan sona görkemli, siyah beyaz bir şiirdi. Lehçeye çevrilen ilk Roman şairin şiirlerini anlatan, JoannaKos-Krauze ve KrzysztofKrauze’ın yönettiği ‘Taş Bebek’ bu seneki Altın Lale Uluslararası Yarışma Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Bir fırsatını bulup seyredin mutlaka.Film ve kitap. Bir yerlerde denk düştüler birbirlerine işte; ‘Senin burnun aşka sürtüldü benimki yirminci yüzyıla!’ derken Enver. Aşk ve yirminci yüzyıl. Al birini vur ötekine!Velhasıl, şiirin zaman, sınır, konu komşu tanımaz diline öylece bakakaldım.
“Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım” diyordu Gabriel Garcia Marquez.Dünyanın tanıdığı en büyük yazarlardan biriydi. Kolombiyalıydı ve yaşamın bir mucize olduğu kadar, kimlerin elinde ne şekilde ve nasıl sıradanlaştırıldığını anlattı bizlere hep. “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, “Kötü Saatte”, “Başkan Babamızın Sonbaharı”, “Kırmızı Pazartesi”, “Kolera Günlerinde Aşk” ve elbette “Yüzyıllık Yalnızlık” gibi insanı derinden sarsan, her okuduğunuzda yeniden keşfedeceğiniz, farklı anlamlar çıkarabileceğiniz kitaplar yazdı. O kitaplar eşliğinde insanlığın karanlık ve aydınlık yüzünü, basit çıkarlar uğruna insanların kendini nasıl maskaraya çevirdiğini anlattı bizlere. Dahası insanların grilerini de sundu önümüze. Her iyinin içindeki şerrin ne olabileceğini, her kötünün içinde iyi bir yanın bulunabileceğini fısıldadı.Bir çocuğun pırıltısıNe zaman onu okusam, bir çocuğun pırıltılı düşgücü dünyasına davet edildiğimi hissederdim. Sanırım bu, biz okurları için büyük bir nimetti. Edebiyatın asık suratlılık ve ahkâm kesmek olmadığını, yaşam olduğunu anlatan o eşsiz satırlarda, edebiyatı biraz daha sevip yaşama biraz daha hoşgörülü olma şansını yakalardık. O bizim arkadaşımızdı. Üstelik dünyanın en zor arkadaşlığını üstlenmiş olandı; yol arkadaşımızdı o bizim.Nasıl desem; yol uzun, coğrafya tanımaz ve zaman zaman pek çetrefildi. Faşizmin, egoizmin, vasatlığın, kıskançlığın, görgüsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün mirasının istemeye istemeye göbeğinden geçiyordu. Herkesin kendine ait küçük krallıklar kurarak kendini meşru saydığı bir masalın kenarının kenarıydı. Herkesin kendine göre zaman zaman düşmanlar, yandaşlar, tuhaf garip takıntılar yaratarak yaşamını idame ettirdiği bir çölün serabıydı yol. Evet, olsa olsa bir seraptı. Ama yine de bir yoldu işte. Ufku daha net seçebildiğinize inandığınız kaygan sayılabilecek bir zemindi. Öylesi bir zemindeki esaslı yol arkadaşlarımızdan biriydi o bizim.Güzel adamdı vesselam.Öykücü, romancı, gazeteci, senarist. Hepsiydi. Ama daha çok bir bahar zamanı dünyaya katılan, yine bir bahar zamanı aramızdan ayrılan iyi bir insandı. Yola öyle ipuçları koymuştu ki, bunu bilirdiniz; bundan adınız kadar emindiniz.Ne diyebilirim ki? Dünyanın başı sağ olsun.
Daha çok lise futbol maçlarında falan olur. Diyelim ki A takımı penaltı atacak. A takımını destekleyenler hurra B takımının kalesinin arkasına geçer, olur olmaz tezahürat yapar, tempo tutar ve beter gövde gösterileriyle kalecinin dikkatini çekmeye, moralini sıfırlamaya çalışır. Çığlık çığlığadırlar.Ülkemizdeki kimi sesleri bazen bu karambolün içinden duyuyorum. Tamam, abarttım. Bazen değil, her zaman. Üstelik ergenlik coşkusuyla ortaya saçılan ve bu hâliyle sevimli olarak algılanabilecek o heyecan, yetişkin konumundakilerin üzerinde, mantık ve üslubun yittiği bir yerde, sırıttıkça sırıtan bir kuraklığa, feci bir vasatlığa dönüşüyor.En son sarin gazı konusunda yaşadıklarımıza bakalım. Bu konuda yazılan bir sürü yazıda ve ekranlarda konuşulanlarda haberin altında imzası bulunan Amerikalı gazeteci Seymour Hersh’ün ne meczupluğu kaldı ne de ajanlığı. Kalenin arkasındaki kalabalık her zamanki linç-ruhu-görev-anlayışıyla arşa ererken en nihayet şu çıkarımları duyacağımızı hisseder gibiyim: ‘Söyle bakalım Hersh Efendi, söyle! Bal gibi de sarin gazını sen kullandın. Yağma yok, biz kaçın kurasıyız. Pışşık. Sana bu işi ödeteceğiz. Bize lolo yok’ vb.Ne yazık ki Türkiye’deki ‘derin analiz’ hâli ne zamandır böyle işliyor.***Sarin deyince gel de savaşı anma.Evet, savaş. İnsanlık bilincinin bir türlü ders alamadığı, alsa da iki yılda bir unuttuğu savaş hâllerinin en tavan yapmış olanlarından birisidir Birinci Dünya Savaşı.Üzerinden tam yüz yıl geçmesine rağmen insanlığın savaşa duyduğu eğilim bitmedi, bitemiyor.En son Bilgi Üniversitesi’nde bu konuda çok kapsamlı bir konferans gerçekleşti: ‘Osmanlı Cephesinde Yeni Bir Şey Var’. Yaklaşık bir hafta süren konferanstaki 20 oturumda Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı tecrübesini içeren yeni araştırmalar gündeme geldi.Tarabya’daki etkinlik: ‘Anıların Muharebe Meydanı’Birçok üniversite ve kuruluş tarafından desteklenen konferans kapsamında çok sayıda yan etkinlik de gerçekleşti. Bunlardan biri de Almanya Büyükelçiliği’nin tarihi Tarabya Yazlık Rezidansı’ndaki bir performanstı.Rezidanstaki askeri mezarlığın fon oluşturduğu bu performansta yönetmen Hans-Werner Kroesinger ve ekibi bizleri tarihsel bir keşfe çıkardı. Bu keşifte, performans sanatçıları eşliğinde farklı bakış açılarının, farklı hayatların kesiştiği noktalar kadar birbiriyle çatışan hikâyeleri de yakalama şansımız oldu. Hâl böyleyken savaşın o gri yüzünün değişmezliği ve aslında savaş denilen o cehennemde insan hayatının hiçbir öneminin olmadığını da yeniden keşfettik.‘Keşfettiniz de ne oldu?’ diye sorabilirsiniz.En azından, bizler, yani o gün o sessiz mezarların arasında gezinen bizler, bu dünyada savaş isteyenlere karşı ‘hayır’ deme gerekliliğinin önemini bir kez daha kavramış olduk.
Bir ülke varmış. Karşılıklı eşitliğin, böylesi bir eşitliğin yaşamda ne anlama gelebileceği unutulalı çok uzun zaman olmuşmuş.Hâl böyleyken, belleğin varabileceği derinliklerden de yoksun kalmış bu ülke. İkna dilini yitirmek, herkesin kendine göre tek dille konuşması anlamına geliyormuş çünkü. Herkesin işine geleni hatırladığı bir geçmişle bugün kurulamazmış ama bunu da artık kimsenin umursadığı yokmuş. Hemen herkesin kendi çıkarlarına uygun yarattığı bir geçmiş dilimiyle oluşturulduğuna inanılan belleğe de ‘bellek’ denemezmiş elbette. Ama bunu da artık kimsenin umursadığı yokmuş. Bu yüzden ne ‘bugün’ garantideymiş ne de dün. Hatırlamanın tanımı buymuş, hâlâ hatırlayabilenler için.Ya unutmak?O da en az hatırlamak kadar tehdit altındaymış elbette. Doğru dürüst hatırlamayınca doğru dürüst unutmak da mümkün olmuyormuş zira. Herkesin kendine göre hatırladığı bir geçmiş yavan bir şimdiye gebeymiş ya, herkesin kendine göre unuttuğu o geçmişin şimdiye yansıması da o kadar eksik ve güdükmüş.Ne hatırlayışın ne de unutuşun sağlıklı bir biçimde yaşandığı o ülkede, hemen herkes kendince bir gelecek teğeline tutunmuş o zaman. Ancak ne hazindir ki geleceğin sağlıklı bir biçimde yaratılması için sağlıklı bir şimdiki zamanın elzem olduğunu düşünmek bile istemiyorlarmış.Bilinen bir şey varmış: Dünyanın ve yaşamın güvenilirliğini yitirmiş olması. Tamam; bu, dünyanın kaçınılmaz yazgısıymış. Ancak şunun da farkına varamıyormuş o ülkedeki insanlar bir türlü: Hayatta kalmalarını sağlayacak olan, sadece kendileriyle tanımlanabilecek kıytırık bir yaşam senaryosu olamaz. Diyelim ki şimdiki zamanın kurgusu bu; ama bununla geleceğe taşınılmaz, böyle bir yalpalamayla, salvoyla gelecek inşa edilemez.Bilinen ama görmezden gelinen bir şey daha varmış: İnsanlık ‘ya bizden sonrakiler?’ sorusunu içtenlikle, vicdanla ve empatiyle soramadığı, kimi ortak kavramların ihtiva ettiği anlamların artık hiçbir şey ifade edemez hâle getirildiği noktada tıkanır.O ülke tam da burada tıkanmış.Sonrası mı?Ama her şeye karşın burada tıkanıp kalmış olmak, o ülkede yaşayan kimileri için, hâlâ şu soruyu sormaya engel olmuyormuş:‘Diyelim ki hâl böyle... Yaşamı devam ettirebileceğimiz bir dünyayı bilgelikle, ikna diliyle yeniden yaratmak ve o dünyaya şefkat göstermek, onu geleceğe tam da bu yeni hâliyle bırakmayı hayal etmek o kadar zor mu?’(Vallahi değilmiş. Masal böyle söylüyor, ben masalın yalancısıyım.)
Önündeki zemini yitireli üç beş saniye oldu. Sepetti en son bildiğin. Kendini topla, ağırlıklarını at. Bırak.Tuhaf bir sesle irkildin. Bu ses sendin. Korku dolu bir çığlık oluvermiştin. Umulmadık bir kayıptı bu. Düşlerdeki kayıp gidişin korkusuyla kendine geldin ve o anda aklını yitirdin. Gerçek şu ki zeminin yok artık. Hiçbir halata tutunduramayacağın bir yitiş. Yerçekimi kuvvetine anlam yükleyemediğin bir savruluş var. Bir yaprak gibi kalbin. Keşke bulutlara tutunabilseydin. Çocukluğunun bir anına.Bırak. Ağırlıkları at, düşünme artık, yükselmeye bak.Önün, arkan, sağın, solun boşluk. Seni ve açmazlarını sobeleyen bir boşluğun içinde ivmesini hesaplayamadığın bir hızla aşağıya inmektesin. Katları tüketerek bitiriyorsun bu günlük, kuş kadarki yevmiyeni. Yaşamını hızlandırarak bitiriyorsun.Düşünme artık, ağırlıkları at, bırak.19 yılına sığan ve sığmamış olan bütün rüyaları bırak. Sandalyenin arkasına asılmış bir hırka gibi duran geçmişini, bırak. Kentin bütün uğultusu şimdiki zamanına teğet geçiyor, bırak. Hiç umulmadık bir şeydi bu, bırak, sepeti bırak, şantiyeyi bırak, üniversiteyi bırak, nedenleri bırak. Rüzgâra bırak, o halletsin. Yaşamın sırrını ona bırak. Şiddetlenen zamanı, kimsesizliği ona bırak.Düşünme artık. Ağırlıkları at. Bedenini hiçliğe, yitirmekte olduğun ufku yukarıdaki rüzgâra bırak. Renkleri bırak. Umudu bırak. Soruları b-ı-r-a-k.Dilindeki fısıltıyı bir anlığına dinle. İnsanın bir hiç uğruna kayboluşunun hikâyelerini. Yoksulluğun dar zamanlara sığan hikâyelerini de. Sonra onları da bırak. Bütün ağırlıklarını bırak ve sadece yükselmeye bak.***‘Hikâyeyi herkes anlamışsa, o hikâye iyi anlatılmamış demektir’ diyor çarpık kahramanlardan biri Fassbinder’in başrol oyunculuğunu üstlendiği Baal filminde.Şimdi elimizdeki hikâyeye bakalım. Bir genç Van’dan geliyor. 19 yaşında. Dershane parasını biriktirmek ve üniversite okumak için Ali Sami Yen Rezidansları’nda çalışmaya başlıyor. Sonra 15. kattan düşüyor ve hayatını yitiriyor. Burada bitiyor hikâye. En fazla bir öğleden sonrasında öylesine, en fazla yirmi dakikalığına zihinlerde kalmak üzere, eskimeye bırakılıyor. Hikâye bu, hepi topu. Anladık ve unutalım der demez orada bitiveriyor.İlerde çıkacak reklâmları görür duyar gibiyim şimdiden:‘Tam konforlu rezidanslarımızda ışıl ışıl yaşayın; hayatı bir de buralardan görün’ diye kıyak elbiseli mankenlerin yalan hayatları anlatıp durduğu o reklâmların içine bir çırpıda sığın diye dökülüverecek cümleleri duyuyorum; hem de ne kadar çok. Metalik ama kadifemsi bir erkek sesi, yumuşak ama cezbedici bir kadın sesi eşliğinde. Çok baştan çıkarıcı, çok.Bu durumun arkasında yatan gerçeği yazmayı çalıştığınızda etik düşkünü olduğunu savlayan avukatlardan gelebilecek okkalı mektupların dilini hayal ediyorum sonrasında. O işini bilen, tekzip dayatan mektup dilini.Ama bir şeyi daha biliyorum: O rezidansların asansör müzikli, tazecik kokan koridorlarında gezinen para dilini bölecek olanı.O hayalet fısıltıyı: Bırakbırakbırak.
Bu hafta İstanbul Film Festivali’nde ilk olarak Sıfır Teorisi adlı filmi izledim. Yönetmen Terry Gilliam gelecekte dünyanın ne hâle geleceğini perdeye aktardığını söylüyor. Bir bilgisayar dâhisinin kendi yalnızlığında varoluşsal sorulara aradığı yanıtlar üzerine kurgulanmış bu ilginç filmde geleceğin Londra’sı karşımızda duruyor. Ve insana, bu hâliyle, ‘yok kalsın!’ dedirtiyor. Aslında bu gidişle varacağımız yer üç aşağı beş yukarı orası. Galiba temel sorun o boşluğa nasıl varacağımız ya da oraya nasıl alışacağımız değil, o boşluktan nasıl kurtulacağımız, nasıl kendimiz olacağımız sorunu.‘Dünyanın gelecekte nasıl çarpıklaşacağını aktardım’ diyor Gilliam. Aslında dünyanın nasıl da çarpık bir hâlde seyrettiğini ve bundan sonra varabileceği yerleri fark etmek için geleceğe bakmaya da gerek yok. Şimdiki zamanımız bunun ipuçlarıyla dolu. Seçimsizliklerimiz bunda başrolü oynuyor. Seçimsiz kaldığımız müddetçe yokuz.Olmayan seçimlerTesadüf mü bilmem. Filmi izlediğim esnada elimde gezdirdiğim bir kitap vardı. Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı. Okuduysanız, bir defada okunup bitirilecek bir kitap olmadığını da biliyorsunuzdur.Kitaba yaptığım bu seferki yolculukta yine birçok bölüme takılıp kaldım. Seçim bölümü de onlardan biriydi. Özetlemek gerekirse; bir köyde muhafazakârlar ve liberaller çekişmektedir. Muhafazakârları destekleyenler mavi oy pusulalarını, liberalleri destekleyenler kırmızı oy pusulalarını kullanacaklardır.Seçim son derece olgun bir havada geçer. Kitabın bir sürü karakterinden biri olan Aureliano, kayınpederi Yargıç Don Apolinar Moscote’nin bu konudaki çabalarına bizzat tanık olur. Kimsenin bir defadan fazla oy kullanmaması için sandık başından bir dakika bile ayrılmamıştır kayınpederi. Akşamüstü oy verme işlemi bitince kayınpeder sandığı mühürler, etiketler ve imzasını da basar. Buraya kadar her şey çok adaletlidir. Sonrası ise biraz, ne derler, karışıktır. O gece damadıyla domino oynarlarken bir çavuşa sandığın mührünü kırıp oyları saymasını söyler kayınpeder. Sandıktan hemen eş sayıda çıkmıştır oylar. Gelin görün ki çavuş sandıkta yalnızca on kırmızı oy pusulası bırakır ve farkı mavi oylarla tamamlar. Sonra sandık yeniden mühürlenir ve başkente böyle gönderilir. Ve bu çekişme sonunda muhazakârlar kazanır.Kazanan kim?Aureliano’ya göre bu durum karşısında liberaller savaş açacaktır! O esnada kayınpederi olanca dikkatini domino taşlarına vermiştir. ‘Oyları değiştirdik diye bunu söylüyorsan, hiç meraklanma, savaş açmazlar’ der. Ve ekler: ‘Kimsenin bir diyeceği olmasın diye birkaç kırmızı pusula bıraktık.’O zaman damat muhalefette olmanın zararlarını kavramaya başlar. ‘Ben olsaydım’ der, ‘Bu oylar yüzünden savaşa giderdim.’Kayınpederi gözlüklerinin üzerinden onu süzer:‘Daha neler!’ der. ‘Liberal olsaydın oy pusulalarının değiştirildiğini bilemezdin ki.’Sorun ne liberaller ne muhafazakârlardır aslında. Sorun insanların gidişat konusunda benzer biçimlerde hiçsizleştirilmeleridir. Buna çalışan sistemdir, bu sistemden beslenen insanlardır. Yüzyıllık Yalnızlık’tan Sıfır Teorisi’ne uzanan yoldaki insanın değişmez kaderidir bu. İnsanın hiçsizleştirilmesidir karşımızda duran.***Sayın Kılıçdaroğlu’na geçmiş olsun dileklerimle...
Nisan yağmurunun altında bekleşiyorlar: Anne, baba ve üç çocuk. Kadın ör ör bitiremediği saçlarını ılık yağmurun nefesine açmış. Ne kocasının yüzüne ne de genç irisi kızlarının yüzüne bakıyor.‘Demek İstanbul bu!‘Saçlarını kayıran bir nisan yağmuru olmuş İstanbul. Saçların diplerine yürüyen bitlerinse bundan pek haberi yok. Onlar vur patlasın çal oynasın hâldeler. Nerede peydahlandıklarıysa belli bile değil.Onu bilmediği bir diyarda dilendiren kocasını, babalarına bu uğurda eşlik eden kızlarını, Suriye’yi zihninde bitirdiğinden beri, varsa yoksa oğlu kadının. Nedense bir tek ona inanıyor. Bir tek onun gözlerine baktığı zaman utanmıyor. O gözlerde hâlâ özgür olan bir şeyler var sanki. Oğlu bu bahar beş yaşına girdi mi? Sefaleti öğrenecek yaşa geldi mi? Ona yeni bir cennet sunabilir mi?Oysa oğlu deyince bir gıcırtı sarıyor beynini kadının. Kesik uykularının düşmanı bir ses bu. Bir sürü düşmana eklenmiş en beter ses. Nicedir, bu yüzden uyuyamıyor kadın. Sığıntı hâliyle ürkek uykusuna tümden hükmeder halde, uykusuz, bekliyor. Geçmişi, zihnindeki düşmanları, oğlunu ve elbette oğlundan yükselen o gıcırtıyı bekliyor. Gürültü dayanılmaz olunca kollarından sarsıyor onu. Uyandırıyor. Oğlan yarı baygın, bütün çocukların uykudaki masumiyetiyle gülümsüyor annesine. Ve sonra tekrar uyku ülkesine dalıveriyor hesapsızca. Ve gıcırtı yeniden başlıyor. Kadın tekrar sarsıyor onu. Korkunun ruhuna işlemesini istemiyor oğlunun. Biliyor ki bu yaşta bir çocuk düşlerinde dişlerini gıcırdatmaya başladı mı ondan ürkeceksin.Ondan ve geleceğe kalacaklardan ürkeceksin.Böylesi çocukların korkularını dinleyeceksin. Bu korkunun nefrete dönüşebileceğini bileceksin.Böylesi bir yoksunluğa temkinli yaklaşacaksın..Bu yoksulluğun çocuk kalbine yürüyeninden korkacaksın. Toplardan, mermilerden değil, asıl bundan korkacaksın. Bu korkunun nelere, hem de nelere alet edilebileceğinden, nelere mal olabileceğinden.Kadının yaşadıklarından bildiği bu. Geçmişte bıraktığı ülkesinden, millet ve sınır tanımaz savaş sevicilerden, bu sevicilerin insan zaaflarından ve insan çaresizliklerden beslenen cep doldurma heveslerinden. Silah tüccarlarının bitip tükenmez açlığından biliyor tüm bunları kadın. Savaşı nasıl insan kanına dönüştürdüklerini bu kan tüccarlarının.Bilmediği ise yorgun kalbi. İki tıklayıp, bir tıklamayan kalbi. Neye ne kadar tanıklık edeceğini hem bilmesi hem de hiç bilmemesi.‘Demek İstanbul bu!’Onlara kucak açan ülkenin bolluk, bereket şehri. Bir mendile düşen bozuk paralar toplamı bir umut İstanbul. O paralarla alınan bir somun ekmek.Nisan yağmuru altındaki sefaletine bakıyor kadın. İçinde bir ses boğazını sıkmaya devam ediyor: ‘Buna da şükür yaşıyorsun ya!’Yaşıyorsun... Yaşıyorsun...Oysa acınmak değil gerçekten yaşamak istiyor kadın. Bu dünyada bir insan için yaşamak ne anlama geliyorsa onu istiyor.Avurtları çökmüş yüzünü elliyor. Kemikli yüzünde gezinen yağmuru bekletiyor bir süre. Yağmur yüzünde tuza karışıyor, çoğalıyor da çoğalıyor.