Geride bıraktığımız hafta “Düşünce Özgürlüğü için 9. İstanbul Buluşması” gerçekleşti. İstanbul Buluşmaları 1997 yılından beri yapılıyor ve bu alanda çalışan Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme, Freedom House, Uluslararası PEN vb. birçok kurumun sürekli katılımıyla gerçekleşiyor. Bu seferki buluşmada şeffaflık ve ifade özgürlüğü, medya ve sosyal medyanın rolü gibi konular başı çekiyordu. Bir de elbette devletin hayatımızda nerede durduğunun ve bizlerden neler alıp götürdüğünün en yakın örneği olan Soma ve Soma’daki uygulamalar... Kısaca, çok sayıda güncel konu, ulusal ve uluslararası kurumların temsilcilerinin katılımıyla tartışıldı.Ancak tüm bunların ötesinde bu buluşma çok ilginç bir müzenin açılışına tanıklık etti: Düşünce Suçları Müzesi. Dahası, Noam Chomsky internetten bağlanarak müzenin açılışını yaptı.Peki neyin nesiydi bu müze?Öncelikle belirtelim ki burası sanal bir müze. Müzenin yapısı bitmiş durumda ama içi dolmuş değil. Bu müze herkesin katkılarıyla geliştirilmeye açık bırakılmış. Yani elinizde müzelik belge, bilgi ve malzeme varsa artık yok olup gitmeyecek, bu müzede sergilenebilecek. Kısaca yapılan hiçbir zulüm, yaşanan hiçbir utanç saklı kalmayacak; bu tür örnekler hemen herkesin bir tıkla ulaşabileceği bir arşivde sergileniyor olacak.Bir tık dedik ya, müzenin kurdelesini sanal bir makasla kesip, herhangi bir ücret ödemeksizin hemen içeri girme şansınız var. Müzenin hemen kenarındaki panoda güncel ifade ve düşünce özgürlüğü vakalarını da izleyebiliyorsunuz. Bu da bu müzenin ‘müzelik’ olmadığını, çok aktif bir oluşum olduğunu kanıtlıyor.Tam içeriye girecekken müzenin bulunduğu caddede özgürlük talep eden bir grup karşınıza çıkıyor ve hemen arkasındansa malum; ekipler ve taş gibi bir TOMA ekranda beliriyor. Burada da, evet! İfadesiz ve düşüncesiz bir toplum olmamızın adeta tazyikli simgesi hâline gelmiş olan şu meşum TOMA, her zamanki gibi. Yani ‘depresif bir enerji’ yüküyle kuşanmış durumda!TOMA’yı kendi hâline bırakıp şekillerin ve fotoğrafların üzerine tıklıyarak müzeyi gezmeye başladığınızdaysa 3 kat karşınıza çıkıyor. Bu arada sanal bir rehber de size yol gösterebilir. Elbette seçim tamamen size kalmış! Ana koridorlardan kavşaklara, kavşaklardan sağa ve sola açılan yan koridorlara, koridorlardan odalara doğru kendi seçimlerinizle de ilerleyebilirsiniz. Her ne olursa olsun, durum vahim! Savcının önünde biriken insanları mı ararsınız, mahkemelere sevk edilmiş olanlarını mı; kısaca yok yok. Üstelik bu insanların üzerine tıkladığınızda neyle suçlandıkları, ne kadar ceza alabilecekleri vb. konularını da hemen öğrenebilirsiniz.Yok yok dedik ya, kıtalararası bir mezarlık bile var bu müzede. İskilipli Atıf Hoca, Hrant Dink, Sabahattin Ali, Adnan Menderes, Nâzım Hikmet, Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın mezarları yan yana! Dahası, aşağıya; merdivenlerle bodrum katına inmeye cesaretiniz varsa DAL ile karşılaşmanız da mümkün. DAL, yani derin araştırma laboratuvarı, 1971 ve 1980 askeri rejimlerinde insanların hücrelere tıkıldığı ve işkence edildiği tezgâhın adı. Artık orada nelerle karşılaşabileceğinizi tahmin edin...Ve daha neler nelerMüzede ilginç koridorlardan biri de politikacılara ayrılmış. Büstlerle dolu burası. Belli ki daha da dolacak. Bir politikacı düşünce ve ifade özgürlüğünden hiçbir şey anlamadığını gösteren bir laf ettiğinde büstü bu koridora yerleşecek ve bir daha hiç çıkmayacak.Müzenin mimarı, Düşünce Suçu(!?)na Karşı Girişim’nden Şanar Yurdatapan’ın sözlerine kulak kesilmeli burada: ‘Dikkat dikkat! Politikacılar bundan böyle ağzınızdan çıkan sözlere lütfen dikkat edin, bunlar aleyhinize delil olarak kullanılabilir ve kendinizi anında bu müzede bulabilirsiniz.’2. kat ise mevzuat katı. Burada yasalar, kararnameler, yönetmelikler ve elbette bunların düşünce ve ifade özgürlüğü adına nasıl ihlal edildiklerine dair bilgi ve örnekler yer alıyor.3. kat ise özgürlükler galerisi. Bu galerideki kapılarda kocaman kilitler var. Kapıların üzerinde ‘örgütlenme ve gösteri’ yazıyor. Yurdatapan ‘Bu kapıları açacak anahtara sahip değilseniz tüm kapılar kilitli kalır’ diyor. Elbette haklı. Bu kapıları açacak anahtarsa belli: İfade özgürlüğü.Said Nursi, Bülent Ersoy, Füsun Erdoğan, Musa Anter, Behice Boran... Bu müzede yer alan isimlerden bazıları. En temel konuların başında ise Twitter ve YouTube yasakları geliyor. Ve mesaj Voltaire’in sözüyle belirginleşmiş durumda: ‘Söylediklerini kabul etmeyebilirim ama söyleme hakkını ölünceye kadar desteklerim.’Bu müzeyi gezmeyi unutmayın, olur mu?http://www.dusuncesuclarimuzesi.net/
67. Cannes Film Festivali’ni daha farklı anımsayacağız. Ülkemizin kıymetli yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan “Kış Uykusu” filmiyle büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazandı. Gerçekten de büyük bir başarı!Ödül törenini izlerken farklı duygulara kapıldım. Zaman zaman gözlerim doldu. Belki de bu yüzden bu ödülü ve verdiği mesajı daha duygusal bir biçimde okudum. Tam da ortak bir dünya yaratma fikrinin karşıtı olacak yerlere, üstelik bir daha dönmemek üzere savrulmak üzereyken bizler... Dünyeviliğin kendinden başka hiçbir kimseye ve hiçbir farklı duyguya bakmamak olduğu sürekli olarak pompalanırken; yaşamın, suni bir yarıkla ayrılabilirmiş olduğuna inanmamız beklenirken ve bu yarığın sahici olduğuna dair vasat tanımlara doğru sürekli olarak itilirken.Başka renklerÖdül, sadece felaketlerin bir araya getirebildiği (o da şüphe götürür ya) bir ülkenin, yaşamla yepyeni bir ilişki geliştirebileceğinin ipuçlarını verdi bana. Bunun mümkün olabileceğinin işaretlerini gösterdi! En azından bizim gibi toplumlarda çoğulluğu özleyenler için yüreklere su serpen bir yanı vardı. Bu hâliyle sanatın dünyeviliğine işaret ediyordu, dünyeviliğine!Hemen hiç kimsenin, kendisine benzemeyenlerle kurmadığı, kuramadığı, kurmak istemediği ve bu yüzden de hem yaşamdan hem de dünyadan kendini soyutladığı, soyutlandığı ve kendi içinde iyice ıssızlaştığı bir dönemeçte bulmuştu bizleri ‘Kış Uykusu’. Hemen hepimizin kendi köşelerine itelendiği yerde çıkıvermişti karşımıza. Başkalarını görmek, duymak, hissetmek, dahası başkaları tarafından görülmek, duyulmak ve hissedilmek şansının en aza indirgendiği, adına kum fırtınası diyebileceğimiz ve aynı zamanda nereden ve nasıl geldiğini pek de tanımlayamayacağımız bir olanaksızlıklar diyarında bize başka bir şeyler fısıldamıştı bu sanat olayı. Hemen herkesin kendi deneyimlerinden sorumlu bırakıldığı, yaşamda başka hiçbir deneyimin olmadığı ve olamayacağı noktasına savrulduğumuz bir anda, hemen her şeyin sadece kendini tekrarlayıp durduğu, bu tekrarların dünyanın en yeni icadıymış gibi servis edildiği, üstelik buna inanmaktan başka çaremizin kalmadığı fikrinin sürekli dayatıldığı bir hazan ilkyazında, başka, bambaşka bir anlamla karşımızda duruyordu sanki.Çoğul sesSadece tek bakış açısı, tek perspektif, tek renk, tek sesle, ne zamandır tekleyerek, sürüklenerek tıkandığımız o yolda bize sanatın ÇOĞUL sesini hatırlattı ‘Kış Uykusu’. O çoğul ses, kişinin kendisinin dışına çıkabildiği, kendi gibi olmayanların sesini duyabildiği, yaşamda sadece kendi deneyimlerinin ‘deneyim’ olduğunu kanıksamadığı, kendi imgesine dışarıdan bakabildiği müddetçe yaşamı ‘görebileceği’ anlamına geliyordu. Kısacası, umulanın ve dayatılanın tersine, ne hayal ne de uzaktı. Gerçekte en dünyevi olandı o. En sahici ve en kalıcı olan. Ve insana insan olduğunu hatırlatan. Düşünmemizi ve idrak etmemizi sağlayan.***Ödül için sahneye çıkan Nuri Bilge Ceylan konuşmasında ödülünü Türkiye’de geçen bir yıl boyunca hayatını kaybeden genç insanlara adadığını söyledi. Basın toplantısında ise bu genç insanların bizlere çok şey öğrettiğini, bazılarınınsa yaşamlarını bizler için feda ettiklerini ifade etti. Yarışma öncesinde de filmin kadrosu ellerinde Soma yazılarıyla karşımıza çıkmışlardı. İnsanı insana taşıyan bu sesi çok kıymetli buldum...Sonrasında ‘Bundan daha dünyevi ne olabilir!’ diye düşündüm. Çoğul bir dünya, hâlâ mümkündü evet. Bunun içinse kültür ve sanat, en anlamlı yolların başında geliyordu.Çok teşekkürler ‘Kış Uykusu’.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Soma’yla ilgili çarşamba günkü basın toplantısını izliyorum. Hiç kuşku yok ki Arınç’ın üslubu, insanı oturduğu koltukta durduk yere zıplatmıyor, ruhunu germiyor, sinirlerini bir anda tepesine çıkartmıyor. Bu açıdan kendisine minnettarım ancak aynı üslup Soma’da değil de uzak diyarlarda patlamış bir madenin konu edildiği izlenimini de verebiliyor insana. ‘Alınacak önlemler’ falan denirken olayın Türkiye’de değil de başka bir güneş sisteminde, henüz keşfedilmemiş bir gezegende geçtiği kanısına kapılıyorum.Aynı ülkeden mi bahsediyoruz sahi? Şu taşeronlaştırma ve özelleştirme konusunda rant ayarlı o ülke değil mi burası?İşçilik ve üretim maliyetlerinin azaltılması konusunda geliştirilen politikalara bilerek göz yumulan, dahası bunların meşrulaşmasına katkı sağlanan aynı Türkiye’den mi bahsediyoruz?Ne tuhaf! Aynı kanıya bazen Cumhurbaşkanımız konuşurken de kapılıyorum. Hatta bazı bakanlarımız, kimi valilerimiz... Bu bahsettikleri ülke güzel bir yer olmalı diyorum. Herhâlde orası özgür bir yerdir diye düşünüyorum. İnsanların özgürleşmesine olanak sağlayan bir ülke... Oraya turistik bir gezi düzenlemeli diye de içimden geçmiyor değil.Kimi resmi açıklamalar ve özgürlük hâllerimizÖzgürlük ve özgürleşmek deyince burada durmak istiyorum bir müddet. Resmi açıklamaları bir yana bıraktığımızda ne zamandır nefessiz kaldığımız bir yer burası çünkü.Ne kadar özgürsünüz, bilemiyorum. Belki evinizde özgürsünüzdür. Ancak beni ilgilendiren asıl soru şu: Siyasal olarak Türkiye’de özgür müsünüz?Kısacası, özgürlüğün izlediği yol nedir? Toplumsal olarak özgürlüğü hissedemediğimiz müddetçe kişisel özgürlüğümüzün gerçekliğinden bahsedebilir miyiz?Cenazeye gitmiş ve orada vurulmuş bir insanımızın cansız bedeninden bizlere özgürlük olarak yansıyan nedir?Kısacası, aynı mekânı (Türkiye) paylaştığımız başka insanların özgürlüğü kısıtlanıyor ve tehdit altındaysa topyekûn bir toplum olarak kısıtlanıyor ve özgürlüklerimiz tehdit altına alınıyor demek değil midir?Başka bir deyişle, Türkiye’deki kamusal alan insanların özgürlüklerini değil tutsaklıklarını ifade eder hâle geldiyse, o tutsaklık bütün topluma ve insanlara sirayet etmez mi?Türkiye’de hemen hiçbir zaman bir toplum olarak yaşayamadığımız o özgürlük hâlinden bahsediyorum sizlere. Yani, ‘siyaseten var edilecek ve hemen herkesi kapsayacak bir kamusal alan söz konusu değilse ne özgürlük vardır ne de özgürleşme’ demek istiyorum. Dahası, şunu ifade etmeye çalışıyorum: Özgürleşme dünyevi kılınamadığı müddetçe tutsaklık ve zorbalık bir toplumun hemen her yerine nüfuz eder. Özellikle şu günlerde dayatılmaya çalışılanın tersine, siyaset azaldıkça özgürlük artmaz; çünkü siyasi yaşamın temel prensibi özgürlüktür. Ve özgürlüğün temelde odaklanması gereken yer kamusal alanın ta kendisidir. Yani şimdilerde güvenlik güçlerinin vatandaş üzerinde ahkâm kestiği o yerler var ya, işte oralar... İşte tam da oralar hep birlikte tutsak düştüğümüz yerlerdir. Gençler, yaşlılar, madenciler, kadınlar, işçiler, öğrenciler, çocuklar, hatta çocuklar... Birbirimizi tanımamıza gerek bile yok. Birbirimize yakınlık duymamıza da. Nasılsa biz birbirimizin yedi göbek tutsaklık akrabası, aynı yolun ‘yerli’ yolcusuyuz.Bakmayın siz kendinizi birer turist gibi hissettiğiniz o resmi, güzel açıklamalara.
Can Yayınları’ndan yeni bir kitap çıktı. Çok sevdiğim bir yazar olan Stefan Zweig’ın vicdanlara seslenen bir yapıtı bu. Zehra Kurttekin’in çevirisiyle dilimize kazandırılmış. ‘Amok Koşucusu’ ve ‘Satranç’ adlı kitaplarıyla da tanıdığımız Zweig, bu kitabıyla okuru 16. yüzyıla götürüyor ve bizleri öncelikle Serveto, sonrasında ise Castellio’yla tanıştırıyor.Vicdan adınaİspanyol din insanı Miguel Serveto, resmî öğretiye ters düşen görüşlere sahip birisi. Bunun sonucunda da hem Protestanlar hem de Katolikler onu lanetliyorlar; çünkü Serveto’nun nihai hedefi din değil vicdan. Böyle olunca da işler karışıyor. Serveto’nun 1553’te Cenevre’de yakılmasına karar veriliyor!Ha bir de Calvin var elbette. Tüm bu olup bitenlerin arkasındaki güç. Tanrı’nın adını kılıftan kılıfa sokarak kendi egosunu her tarafa dayatmaya çalışan bir Calvin bu. Tüm yaşam alanlarına müdahale ediyor. Tam bir zorba. En ufak bir karşıt görüşe, farklı bakış açısına tahammülü yok. Bu yüzden de Serveto’ya yapmadığını bırakmıyor. Elbette çok da destekleyeni var bu Calvin’in. Malum, güç böyle bir şey. Temel varlığını, vicdanın sesine kulak verenlerden değil, güce tapanlardan alıyor.Castellioİşte tam da bu sırada karşımıza çıkıyor Sebastian Castellio, bir Fransız din insanı. O da Serveto gibi vicdana inanan biri. Bu yüzden de zorba Calvin’in din, insanlık ve vicdan konusundaki takıntılarına meydan okuyor. Hür vicdan adına karşısına dikiliyor Calvin’in. Dinin araçsallaştırılmasına karşı çıkıyor. Mutlak otoriteye de. Üstelik tek başına. Hiç kimseyi beklemeksizin. Sesinin, iradesinin yettiği yere kadar direniyor. Tüm insanlığın kaderini sonsuza kadar değiştiremiyor elbette. Zaten bu pek mümkün değil.Neden derseniz...Tam da burada Zweig’ın bize hatırlattıklarını akılda tutmak önemli: Tarih, med ve cezirlerden, bitimsiz iniş ve çıkışlardan oluşur. Zorbalık, sürekli olarak başka maskelerle karşımıza çıkar. Bu yüzden de elde edilmiş hiçbir hak bütün zamanlar için geçerli değildir. Tıpkı hiçbir özgürlüğün güvence altında olmadığı gibi.Sanırım bu noktada biz insanlara düşen, rahatımıza düşkün olmamak. Dahası, tarihin bu iniş çıkışları karşısında tedbirli ve dikkatli olmak. Ve şunu unutmamak: Tarihin kendine çizdiği yolda her zaman ama her zaman zorbacı yola o ya da bu şekilde sapan Calvin’ler olacak. Koşullar tiranlık cehennemine göz kırpabilecek, vicdanlarda yozlaşma yaşanacak. Kaba kuvvet devreye girecek. Farklı fikirler tek kalıba sokulmaya çalışılacak. Akla ve vicdana karşı savaş açılacak. Şiddet kaçınılmaz hâle gelecek. Ama buna karşın her zaman Serveto’lar ve Castellio’lar da olacak.Bu noktada sözü tamamen Zweig’a bırakmak istiyorum:‘Çünkü her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden tutuşması gerektiğini hatırlar.’***Almanya’daki nasyonal sosyalizm döneminde yayımlanmıştı ‘Vicdan Zorbalığa Karşı‘. Hiç kuşku yok ki Zweig’ın diktatörlük rejimine yönelttiği bir eleştiri olarak da okunabilir. Bunun insan ve insanlık üzerindeki ‘evrensel’ yaralarının ne olduğunu keşfedebilmeniz, belki de hatırlayabilmeniz için okumanızı öneririm.
Öyle fazla siyasi şeyler yazmamaya kararlıydım. Aslında, ‘küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım’ temelli bir yazı yazmak istiyordum ama tam o sırada bir haber geldi.Soma’nın izleri toplum olarak hemen hepimizin içinde dolanırken, bu izleri kanırtan bir haberdi bu ve ben tam da orada koptum...***Hem bu izler hem de gündelik hayatımızın gelgiti arasında atlamış olabiliriz ama 17 Aralık sürecinde tutuklanan, adı inanılmaz işlere bulaşmış (ve bunu duymak için tapelerin de gerekmediği) zatı şahanemiz, bir ay önce serbest bırakılması yetmezmiş gibi, sütten çıkmış ak kaşıklığına yeni bir aklık ekleyerek yurt dışına çıkma hakkını da kazandı. Kısaca ‘Reza-let’! Dayanamadım, ‘Bu vatan sana kurban olmasın da ne olsun!’ dedim...Bir an önce kendime gelmeli ve ‘küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım’ temama geri dönmeliydim. Kendimi terbiye etmeliydim, terbiye. Ve başladım yazmaya: ‘Küçüktüm...’Ancak iş bu rezaletle bitecek gibi değildi. Soma’nın izleri henüz kül bile olmamıştı. Yazıya biraz daha ara verip düşünmeye başladım.Halkın, avukatların üzerine yürüyen yürüyeneydi Soma’da. Müşaviri desen orada, jandarması desen orada, korumaları desen oradaydı. Tekme tokat gırla giderken ekranlardan, olayın teknik atlamalarını ve vahametini örtecek duygusal sözler dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Ekranlardan sorumlu olan arkadaşlarımız, hükümete toz kondurmayacak, olayı doğaya ve kaçınılmaz olarak kadere bağlayacak sözlerin insanlarını (yani şimdi ya da yakın gelecekte hükümet destekli planlarda aktif rol oynamaya aday yüzlerin sahiplerini) tek tek çıkarmıştılar ekrana. Bu resmigeçit sürerken, örneğin maden konusunda hiçbir bilgisi olmayan ama hükümete sonsuz destek verme konusunda uzmanlaşmış gazete sorumluları, gazeteci gibi değil de daha çok hükümet yetkilisi gibi bizlere akıl vermeye devam edip duruyordu: ‘Olayın siyasileştirilmemesi lazım.’Tekrar oturdum klavyemin karşısına. Biraz zorlayınca cümlem yeniden karşıma çıktı: Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım.Derken Soma’nın külleri üzerime yağmaya başladı. Yazı ve tekerleme sorulara karıştı. Ne yapacağımı bilemez hâldeydim. İnatla yazmaya devam ettim. Edebildiğim kadarıyla... Ve sonuçta ortaya böyle bir şey çıktı:Küçüktüm.Soru: ‘Siyaset büyüklerin mi hakkıdır ? Kimdir o büyükler? Yüzde kırk beş oy almış ve o oyla her şeyi meşru kılabileceklerine inanlar mı?Ufacıktım.Soru: ‘ Kimdir iriler? O ya da bu şekilde palazlanmış olanlar mı? Ülkeyi ülkelere satanlar mı? Kara para aklayanlar mı?’Top oynadım.Soru: ‘Madenden sorumlu olduğu izlenimi veren ve sürekli olarak işe siyaseti karıştırmayın diyen gazeteci kardeşim bu sorum özellikle size: Sizin, Soma’dan bizlere bu akılları vermeniz bile siyaset değil de nedir? Topu neden taca atıyorsunuz sürekli? Kısa zamanda sonsuz ve sorunsuz yükselişinizin arkasındaki manevralar çarpık siyasi frikikler değildir de nedir?’ Acıktım.Soru: ‘Haydi bir iş adamını anladım. Diyelim ki bakanı da anladım. Ama bir gazetecinin, bir bilim insanının, bir rektörün, bir belediye başkanının hükümetin dilinden konuşması ne türde bir açlık hissine denk düşer? Bu iktidar özlemi ve açlığı nasıl biter? Sahi biter mi? Bitsin, n’olur... Bitince haber verir misiniz? Hüzünlü bir tweet filan atın bitince. Konuyla alakası olmayan bir şiir okuyun mesela. Bir türkü çığırın. İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri fena olmaz. Ki hiçbir şey olmamış gibi ilerde sizleri de minnetle analım!’
“Benim için, şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir, akar, erir. Geçip gittiğinde artık ölmüştür” diyor Sylvia Plath ‘Günlükler’inde (çev: Merve Sevtap Ilgın, Kırmızıkedi Yayınevi)Böyle derken kocaman bir çağın insanların dünyasından çekip aldığı ‘anlamı’ yeniden düşünmemizi istiyor sanki. Aslında her şey son derece net. Maksat insana şimdiki zamanın içindeki gerçek gücünü, yetisini unutturmak, olup bitenlere karşı onu aciz, çaresiz hissettirmek. Öyle ki şimdiki zamana dair gerçekte hiçbir şey kalmıyor elimizde. Çağın insanı en tutsak kıldığı yer tam da burası oluyor zaten.İnsanı şimdiki zamanına ait kıldırmamak; onu, sürekli borçlandığı bir dünyada (örneğin kredi borçları!) geleceğin hedefleriyle oyalamak esas. Ama bu arada şimdiki zamanı varmış gibi hissettirmek de oyunun bir parçası. Sanıyorsunuz ki çok zamanınız var. Sonsuz bir eylemlilik gücünüz var. Oysa geleceğe kilitlenmekten başka hiçbir şey yapmadığınız o şimdiki zaman dilimi bir çırpıda bitiyor. Ve sonra bakıyorsunuz ki hiçbir eylemi hayata geçiremediğiniz o şimdiki zaman ölmüş, gitmiş, bitmiş. Dahası bütün amaçlar bir araç hâline gelmiş, getirilmiş.Peki bu ne demek?Vadeli hesap...Diyelim ki bir madencisiniz ve iyi bir hayatınız olsun istiyorsunuz. Bunun için size sunulan çerçeve köle gibi çalıştırılma esasına dayalı bir hayat. Sürekli borçlanıyorsunuz, borçlandırılıyorsunuz. Çünkü gelecekteki hayaliniz, çocuklarınızı okutmak, bir ev satın almak, emekliliğinizde rahat etmek... Böyle bir anlamı olduğunu düşünüyorsunuz hayatınızın. Bu yüzden size ne deseler yapmak zorunda kalıyorsunuz. Şimdiki zamanın içerisinde yaratmak istediğiniz ‘insan gibi yaşamayı’ hep geleceğe havale ediyorsunuz.Hayalleriniz gelecek için, umutlarınız da. O yüzden sonsuz gibi gözüken şimdiki zamanınızı sürekli olarak geleceğe yatırım yaparak erteliyorsunuz. Erteleme, kendinize dair hemen hiçbir anın olmayacağı anlamına geliyor. Ama siz buna bir türlü inanmak istemiyorsunuz. Tutsaklık günlerinizi çentik atarak sayıyorsunuz. Yeryüzünde de yeraltında da bir tutsaksınız aslında. Sanıyorsunuz ki gelecekte, diyelim ki o kredi borçlarınız bittiğinde özgür olacaksınız. Oysa özgürlük gelecek zamanın değil, şimdiki zamanın işidir. Umut da. O umuttan besleyebileceğiniz anlam da.Sanıyorsunuz ki, şimdiki zamanda patronun size dayattığı oy pusulalarını imzaladığınızda geleceğiniz teminat altına alınacak. Sanıyorsunuz ki gelecekteki evinizin (şu TOKİ evlerinden biri, örneğin) hayalinde bu da bir tuğla olacak; rüyalarınızdaki huzur, size dayatılanlar ve sizin hep evet demek zorunda kaldıklarınızla sağlanacak...İnanıyorsunuz ki mutluluğun anahtarı bu. Bir gün rahata ermek.Oysa o bir gün hep erteleniyor. Bakıyorsunuz ki siz de bu kurala uymuşsunuz. ‘Allah izin verirse 10 yıl sonra’ diyorsunuz, ‘ömrüm yeterse 15 yıl sonra’ diyorsunuz... Ömrünüz taksitlere bölünmüş vadeli bir hesap sanki. Ve ilginç olan, o ömrü siz çoktan başkasının hesabına devretmişsiniz.Yaşamınızdan o anda çalınanları, kendinizden çalınanlara bile bile verdiğiniz rızayı düşünmekse artık aklınıza bile gelmiyor.Ve geri kalan bizler de, yani hemen hemen hepimiz, sizler gibiyiz. Şimdiki zamanlarını sadece gelecek zamanın üzerine kurgulayan bizler. Buna razı olmuş kurbanlar.
Türkiye, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 176 sayılı Madenlerde İş Güvenliği ve İş Sağlığı Sözleşmesi’ni 19 yıldır imzalamıyor. Neden acaba?Sözleşme işverene ve hükümete canlar gittikten sonra ‘halkımızın yanındayız, onu sever, öperiz’ gibi havada uçuşan lafları söyleme hakkını değil ‘kazaların önlenmesi, madencilerin insan yerine konulması, sendikal haklarının sağlanması için zemin hazırlanması’ noktasında çok önemli somut ve kaçınılmaz sorumluluklar yüklüyor. Elbette sendikayı sarartmamak, o ya da bu şekilde kendine benzetmemek, sustalı maymuna çevirmemek, seçimlerde oy pusulaları konusunda baskı yapmamak da bunun içinde.Dahası, bu sorumluluk Soma örneğinde rastladığımız tarzdaki bir işvereni (bundan kısa bir süre önce, herhangi bir kazada işçilerin madende en az 20 gün dayanabileceklerine, bunun koşullarının sağlanmış olduğuna dair demeçler veren kişi), ne şiş yansın ne kebap ezberiyle korumak anlamına da gelmiyor. Bu konuda sorumsuz davranan hemen herkesin cezalandırılması gerekiyor. Bu da, 1000 lira aylıkla evini geçindirmek durumunda kalan insanın yanında GERÇEKTEN olabilmek demek. Üstelik bu bir lütuf da değil, normal şartlarda bir hükümetin atması gereken bir adım. Bunu yapamıyorsanız insanlar ölüp gittikten sonra inmek bilmediğiniz ekranlardan ‘benim emekçim, ey halkım, canım ciğerim’ laflarını ettiğinizde insanda empati uyandırmak yerine başka şeyler uyandırıyorsunuz.Bu sorumluluk: ‘Efendim madenlerde hep kazalar olur’ diyerek yüzyıl öncesine dayanan rakamlarla insanları oyalamaya çalışmak demek değil. Aksi takdirde, verilerin içinden konuşan değil, tarihin girdaplarındaki facialar üzerinden kendini aklamaya çalışan, yanlış sözlerin yanlış zamanlardaki insanı olmaya mahkûm olursunuz.Dahası, bu sorumluluk; bu duygusal milletin bitip tükenmeyen sabrıyla oynamamak anlamına da geliyor. Ocağına düşen ateşe, arkadaşının evine konan kadersizliğe, birlikte toprağın dibine inerek kazandıkları rızka düşen gölgeye isyan eden insana, dış mihrak dedirterek tali yollara sapamazsınız. Bu sorumlulukta, bu acıyı eğip bükenlere, bu acıyı tekmeleyenlere çanak tutmamak da var.Not: Türkiye sadece madenlerle ilgili sözleşmeyi imzalamamakla kalmamış. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun 1988 tarihli 167 sayılı İnşaat İşlerinde ve 184 sayılı Tarımda İş Güvenliği ve İş Sağlığı sözleşmesini de imzalamamış durumda. Bu da bu alanlardaki her iş kazasından sonra ‘ah vatandaşlarım, ah emekçilerim, ülkeniz size kurban olsun’ vb. ikiyüzlü seslerin çıkması anlamına geliyor.
“Kuzguncuk İskelesi’nde o kadına rastlıyorum. Kedileri besliyor. Siz ölmemiş miydiniz? Sabahlığının yakasıyla, buruşmaya yüz tutmuş gerdanını örtmeye çalıştı. Ben terziyim aslında diyor. Günlerin kenar çizgilerini teyelleyerek dünyadaki zamanımı uzatmaya çalışıyorum. Küçümseyen bir gülüşle yüzüme baktı. Biliyor musun, hepiniz aptalsınız. Şu kediler kadar bile yaşamayı beceremiyorsunuz.”Bu satırlar 2013 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Neslihan Önderoğlu‘nun “İçeri Girmez miydiniz?“ isimli öykü kitabından. Önderoğlu, Düşbozumu öyküsünde ‘acılardan, gerginlik ve mücadeleden arınmış bir toplum yaratacağız‘ diye boynu bükük bir cümleye yer veriyor. O cümleyi okurken sözcükler kadar o sözcüklerin tınısı da dudaklarımda buruk bir tebessüm bırakıyor. Besbelli Neslihan’ın da sözünü etmek istediği hemen hepimizin yaşadığı ‘aynı bozgunla‘ ilintili.Aynı bozgun deyince, okur mektuplarından da takip edebildiğim kadarıyla, sürekli olarak ‘siz geçmişi özleyen Türkler, siz Kemalistler, siz Beyaz Türkler, siz düzenbozucular, siz kaybedenler vb.’ diye şimdiki zamanın sert, otomatiğe bağlanmış cümlelerini duyar gibi oluyorum. Kabadayılanarak sarf edilen o imzasız cümlelerin sahiplerini, öfke bulutlarının içerisinde gözümde canlandırmaya çabalıyorum. Boş. Oysa ki bozgundan kastedilebilecek olanın insanlık adına yitirme tehdidi altında olduklarımız fikri, kendine ‘çoğunluk‘ sıfatını atfedenlerin aklına nedense hiç gelmiyor. Etiketleyerek kurtulmak, damgalayarak kendine mekân sağlamak, karşısındakini ezberlerin içerisinden tanımlamak en kolayı çünkü. İşin tuhafı, bu hep böyleydi. İktidarın temel varoluş nedeniydi bu ve şimdi de öyle. Dolayısıyla ‘aynı bozgun’, çok benzer bir ritimle, neredeyse aynı renk ve coşkuyla devam ediyor!Kendi gibi olmayanın sıfatlarıKayseri’deki bir arkadaşım anlattı. Ali İsmail Korkmaz ‘ın mahkemesinin olduğu gün... Bilet alırken gişedeki memur, “Güzelim Kayseri bugün terörist dolu“ demiş. Kızmadım. Daha doğrusu kızamadım. Sadece şunu düşündüm: Burası sözün bittiği yerdir işte. Ama insanlık adına sözün bittiği yerdir diye günlerin kenar çizgilerini yaşama eklemekten vazgeçecek falan değiliz. O çocuğun nasıl ve hangi koşullarda öldürüldüğünü bu ülkede bilen biliyor. En reddedenler bile.Neslihan Önderoğlu kitabını “Hayatın yazarak düzeleceğine beni inandırdığın için“ diye imzalayıp göndermişti. Ben de onun kitabını, aynı hayatın yazarak, okuyarak ve paylaşarak değişeceğine, hem de gerçekten değişeceğine inanarak okudum. Alakarga Yayınevi’nden çıkan bu kitabı okumanızı öneririm.Gişedeki Kayserili memur bey, sözüm en çok size. Aynı televizyon kanallarına, ezber cümlelerle beyin yıkayan gazetelere, korkulara, korkular yüzünden sarıldığınız fikirlere, çok değil, birazcık ara verin. Başka bir şeylere bakın. Kayseri böyle çok daha güzel olacaktır. Siz de.