Şu heyyyt ruhu

11 Mayıs 2014

Belki de hafızam beni yanıltıyor. O kadar eski bir anı işte. En son lise 2’de ‘heyyt’ edasını kuşanarak cetveliyle sınıfa dalan bir müdür muavini hatırlıyorum. Beyaza yakın saçlarına çakmak çakmak gözlerindeki sinir bulutlarının rengi yansıyordu. Adam muavinlikten çıkmış kelimenin tam anlamıyla bir öfke yumağına dönüşmüştü. O hâldeki bir öfke yumağının konuşabildiğine de o zaman tanık olmuştum:‘Sıra dayağına çekeceğim sizi!’Böyle söyleyerek kürsüye kadar ilerlemişti. Sahibimiz, öğretmenimiz, patronumuz, babamız, yaradanımız vb. şeklinde bir hâldeydi. Ona göre her daim suçluyduk. Bu yüzden, onun suçla kurduğu denklemin bize düşen bölümüyle uğraşmanın hiçbir önemi yoktu. Yine ne yapmıştık kim bilir! Doğrusu bunu merak bile etmiyorduk artık.Yine de sıra dayağı işini başlangıçta tam olarak anlayamamıştık.‘Ne dedi, ne?’ diye sorduk birbirimize bakışlarımızla. Biraz ürkmüş, çokça şaşkın, hayli endişeli olmalıydık.Sonrası mı?Arada ne olduğuna dair pek bir şey hatırlamıyorum. Ama hemen hepimizin koridorda toplandığı dün gibi aklımda.‘Yahu nedir bu başımıza gelenler!’ edasıyla sınıfı terk etmiştik.Şimdi düşünüyorum da ya kaybedeceğimiz hiçbir şey yoktu ya da ancak bu surette var olabileceğimizi hissetmiştik. İçimizdeki en korkağımız bile müdür muavinine yanaşmamıştı o sırada. Yıl sonunda müdür muavininin damgalı parlak teşekkür ya da takdir belgesini umanlarımız bile...Bugün Türkiye’yi kocaman bir liseye çeviren algıya alkış tutanlar belki işin bu cephesini de düşünme ihtiyacını duyar. Şimdi değilse de, belki bir gün. Ayağımızın altından kayıp giden zeminin nerelere varabileceğini görebilirlerse.Geride bıraktığımız cumartesi, böyle bir cumartesiydi de...Neyse.İç açıcı bir konuya geçelim şimdi.Köşe komşumYazılarını keyifle takip ettiğim ‘köşe komşum’ Mutlu Tönbekici, Küçük Oteller Kitabı’nın 17. Sayısını yayımladı. ‘Hepsi gezildi, görüldü,’ ibaresiyle karşımıza çıkan bu işlevsel kitap, 2014’ün yaz aylarında kendine molalar armağan edecekler için gerçek bir yol gösterici olabilir.Bu kitabı bir başka sevdim çünkü içinde Piti de var! Piti, Mutlu’nun Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan yaşamına kattığı küçük kızı, biliyorsunuz. ‘Küçük bir melek kanatlanıp evime geldi’ diyor Mutlu. ‘Artık bir kızım oldu. Bundan sonra Piti bebek ile yollarda olacağım. Bundan sonra otellerin çocuk dostu olma özelliklerine ister istemez daha çok dikkat edeceğim.’Üçünün de yolu açık olsun... Piti’nin, annesinin ve kitaplarının.

Devamını Oku

Anneler Günü’ne doğru

9 Mayıs 2014

Yarın Anneler Günü. Anneliğin kutsallığına dair bir sürü söz duyacağımız bir gün daha. Oysa bu kutsallık halesinin ardında, ülkenin kadınları için hâlâ çözüm bekleyen bir sürü sorun var.En başta ise kadına uygulanan şiddetin toplumda giderek arttığı gerçeği. Kadın cinayetlerinin tavan yaptığı bir ülkede evin kutsallığı yerine sığınma evlerinin sayısının artırılması gerçeği eşikte bekliyor örneğin.Hâl böyleyken kimi illerimizde sığınma evleri bile yok.2. sınıf vatandaşlıkBakmayın siz yaratılmaya çalışılan başı açık-başı kapalı kadın gerginliğine. Kimileri bunu çok seviyor. Toplumsal olarak savrulduğumuz kutuplar düşünüldüğünde çok rahat köpürtülecek bir konu. Ancak bu ülkenin temel sorunu, başı ister açık, ister kapalı olsun, kadının ikinci sınıf vatandaş yerine konulmasıdır. Dahası, başta biz kadınlar olmak üzere bunun ayrımında olamadığımız müddetçe, toplumda bir birey olarak değil, çoğunlukla birilerinin bacıları, kız kardeşleri, yengeleri, eşleri, sevgilileri ve anneleri olarak anılmaya devam edeceğiz. Üstelik bu “ulvi rütbeleri“ alırken kutsallığımıza diyecek de olmayacak. Fedakârlıklarımız, şefkatimiz, empati gücümüz ve gözyaşlarımızla erkek bir sistemin içinde duygusal pencere önü çiçekleri gibi algılanmaya devam edeceğiz.Fedakârlık, şefkat ve gözyaşları... Erkek bir sistemin kadınlar için tanımladığı özelliklerden birkaçı.Oysa insandan bahsediyorsak, bunlar herkeste mevcut olmalı zaten. Kanımca, bunlara asıl ihtiyacı olanlar, bu duyguları kadınlara atfederek paçayı, günü, ülkeyi, hatta dünyayı kurtardığını sananlardır.Kadınları ilk etapta damızlık gibi görüp, o kadınların evlatlarını savaşa gönderme konusunda gözlerini kırpmayanların ihtiyacı vardır bu duygulara örneğin. Şefkati, çifte standart bir duygu gibi görenlerin; vicdan kavramını sadece kendisine benzeyenler için harekete geçirilecek mekanik bir sayaç gibi algılayanların; sevgiyi sadece para ve iktidar için düşünenlerin... Asıl onların vardır bu duygulara ihtiyacı.Anneler kutsalsa, kutsallıkları yaşama getirdikleri çoğulluktandır. Ve bu şahane devinimin karşılığı erkek egemen dilin içinde ne yazık ki henüz mevcut değil. Doğum görkemli bir çoğulluktur ama kadınlar sadece çocuk değil, özgür bırakıldıklarında yaşamı da doğurur. İşte esas kutsallık budur.Yaşamın çoğulluğuna kadir olmak... Ne zaman savaşlar biter, ne zaman anneler evlatlarını devlet şiddetine kurban vermez, ne zaman kocaları, babaları, sevgilileri ve abileri tarafından öldürülmez, işte o zaman kutsallık kelimesinin anlamını en adaletli biçimde yeniden düşünebiliriz. Ve sağı solu kutsallaştırmak yerine sadece yaşama dikeriz gözlerimizi. Farklılıklarımızla güzel olduğumuzu görürüz.Yaşamı paylaşmanın yeterli olduğunu fark ederiz... Belki, bir gün.***Yaşamı çoğaltabilen tüm kadınlara, bir kez daha minnetle.

Devamını Oku

Pera’daki yeni ziyaretçiler

6 Mayıs 2014

İstanbul Pera Müzesi, 7 Mayıs - 20 Temmuz 2014 tarihleri arasında iki önemli sanatçının yapıtlarını ağırlayacak: Amerikan pop kültürünün isimlerinden Andy Warhol ile çağdaş İngiliz sanatçı Stephen Chambers.WarholÖzellikle 1960’lı yıllardan başlayarak hem ABD’nin hem de dünyanın sanatla kurduğu ilişkiyi bambaşka bir boyuta çekmeyi başarmış Slovak asıllı bir sanatçıydı Andy Warhol.Pera Müzesi’nde ‘Herkes için Pop Sanat’ sergisinde, Slovakya Modra’daki Zoya Müzesi koleksiyonundan derlenen 87 yapıtı başı çekiyor. Ama dahası da var.Sergide ünlü Campbell’s Çorbası, Tehlikedeki Türler, Franz Kafka, Sigmund Freud ve Mick Jagger gibi ünlülerin portreleri de mevcut. Her şeyin alınıp satılabildiği bir dünyada ‘çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlik’ Warhol’un yapıtlarında çok önemliydi. Bir alma ve satma pratiğinden ibaretti yaşam. Warhol’un sanatla keşfettiği de buydu. Pazar mekanizmasının nasıl işlediğini yansıtarak, tam da bu yüzden kimi eleştirmenlerin banal, duygudan yoksun ve sıradan bulduğu eserlerini ısrarla yapmaya devam etti. Oysa yapıtlarındaki temel sorgulayıcı yan, söz konusu pazar mekanizmasından ibaret olanı ve onun etrafında olup bitenlerin banalliğini ve sıradanlığını yansıtmaktı.ChambersStephen Chambers’ın son 20 yıla uzanan baskıresim ve yağlıboya yapıtlarının yer aldığı ‘Stephen Chambers: Büyük Ülke ve Diğer Hikâyeler’ sergisinde ise sanatçının evrensellik ve sonsuz insanlık fikriyle yapıtlarını nasıl buluşturduğunu gözlemleyebiliyorsunuz. Tüm bu eserlerin içerisinde ‘Büyük Ülke’ dünyadaki en büyük baskı kompozisyonu olma özelliğini taşıyor ve 78 ayrı resimden oluşuyor. Kısacası, gerçekle hayalin, geçmişle şimdinin özeti sayılabilecek insanlık durumuna dair dev bir eser var karşımızda.Serginin açılışından önceki basın toplantısında, bu olağanüstü yapıtı son derece alçakgönüllü bir dille bize tanıttı Chambers. Sanki ‘gidin ve siz kendiniz tanıklık edin’ der gibiydi. Onun eserlerine yansıttığı zengin iç dünyasını daha yakından keşfetmek istiyorsanız bugün saat 19.00’da sergi katındaki toplantısına katılabilir ve onunla tanışabilirsiniz. Toplantıda serginin küratörü Edith Devaney de olacak.Andy Warhol’un yeğeni James Warhola ise amcası hakkında 10 Mayıs Cumartesi günü saat 18.00‘de bir konferans verecek. 11 Mayıs Pazar günü saat 11.00’de ise çocuklara İngilizce olarak (ne yazık ki sadece İngilizce) ‘Andy Amca’nın Evi-Andy Warhol’e Müttthişş Bir Ziyaret’ adlı kitabını okuyacak ve çocuklarla sergiyi gezecek. Bu arada yine çocuklar için mayıs-haziran aylarında Andy Warhol ve Stephen Chambers başlığıyla bir dizi resim ve baskı ağırlıklı eğitim programının gerçekleşeceğini de duyuralım (detaylı bilgi için: egitim@peramuzesi.org.tr).Velhasıl, şu ara yaşamınıza bir parantez açın ve bu iki güzel sergiyi kaçırmayın.Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü Özalp Birol ve ekibine İstanbul’a sundukları bu güzel fırsat için teşekkürler.Bu arada, müzeye gittiğinizde Osman Hamdi sergisini de gezmeyi ihmal etmeyin derim.

Devamını Oku

Yananlar

4 Mayıs 2014

Basın ve ifade özgürlüğü demokrasinin en temel kavramları arasında yer almakta olup, bu ilkeleri esas alarak çalışmalarımızı yürütmekteyiz vs. vs. vs. (Anonim)***Geride bıraktığımız İstanbul Film Festivali, unutulmaz filmleriyle zihnimize kazındı. Bunlardan biri de İranlı yönetmen Muhammed Resulof‘un son filmi El Yazmaları Yanmaz’dı. 1980’li ve 90’lı yıllarda muhalif gazeteci ve yazarlara yönelik sindirme, psikolojik savaş ve baskı politikaları, 125 dakikalık bu filmin temel konusuydu ve senaryo tamamen gerçek bir olaydan esinlenmişti. Bir otobüs dolusu muhalif yazara yönelik bir suikast girişimiydi bu. Resulof’un başarısı ise bu gerçek suikast girişimini, neredeyse Hüsrev adlı suikastçının gözünden anlatması ve biz seyircilere ilk etapta Hüsrev’i ve arkadaşı Murtaza’yı günlük hayat mücadelesinde kendi hallerinde iki insan olarak göstermesiydi.Sözcüklerin anlamıFilm ilerledikçe iki gariban konumundaki polis memurları Hüsrev ve Murtaza’nın acımasız birer işkenceci ve katil olduklarına tanıklık ediyorduk; dahası, nasıl sistemin birer parçası olduklarına ve sisteme nasıl eklemlendiklerine. Onlara içerlesek de aslında en çok bozguna uğradığımız nokta, Hüsrev ve Murtaza gibilere emirler yağdıran kıl bir zattı. Bu zat, zamanında muhalif konumundaki yazarların kankası bir entelektüelken değişen rüzgârlarla yönünü değiştirmiş ve bu sayede önü süratle açılmış birisiydi. Sansürcübaşı, baş yalaka olmuş ve kaçınılmaz olarak iktidarın en gözde insanlarından biri hâline dönüşmüştü. En büyük görevlerinden biriyse söz konusu suikasta tanıklık eden yazarlara gözdağı vermekti. Sistemin kendini feci hâlde ele verdiği şu gerçekleşememiş cinayetin izlerini tek tek silmek namus, onur ve şeref borcuydu. Zira o gerçek bir vatanseverdi. (Artık namus, onur, şeref ve vatanseverlikten ne anlıyorsa; zira böylesi derin çatlaklarda en çabuk sözcüklerin hakiki anlamı ölüyor.)Tek tek silmek, söz konusu yazarları tek tek öldürmek anlamına geliyordu. Özellikle de bu konuda yazılmış el yazmalarını ele geçirmek istiyordu Bay Şerefli Yalaka. Çünkü biliyordu ki Bay Sansürcübaşı, gerçeğin hükmü ağırdır. Bunun için de tek deva gerçeğin yok edilmesiydi. Öylesine vatanseverdi ki Bay Namus, gözünü kırpmadan tek tek gerekenin yapılmasını sağladı. İnanmayacağı sözlere inandı. Kimsenin inanmayacağı sözleri inanılası kıldı. Öylesine güçlüydü ki Bay Onurlu İktidar’ın başvurduğu psikolojik şiddet, gerçek sahiden de buharlaştı, yok oldu. Yerine kala kala insanlıktan çıkmış Hüsrev ve Murtaza kaldı. Neredeyse, yedikleri yaşam kazıkları yüzünden empati duyabileceğimiz Hüsrev ve Murtaza.Bir de Hüsrev’in öldürdüğü yazarın oturma odasında açtığı televizyonun sesi; o sesle birlikte büyüyen İran milli futbol takımının o gün oynayacağı maçta milyonlarca İranlının tek yürek olmuş hâlleri.

Devamını Oku

İyiyiz iyi

2 Mayıs 2014

Emine Uşaklıgil, bu ilkbaharda Can Yayınları’ndan çıkan “Bir Şehri Yok Etmek” adlı kitabında, kitabın ana fikrine ışık tutan Behiç Ak‘ın bir karikatürüne yer verir. İki adam konuşmaktadır. “Vay be” der biri diğerine “Buraları nasıl gelişmiş! Çok fakir bir bölgeydi burası.” Gerçekten de her yerde trilyonluk gösterişli binalar göz kamaştırmaktadır. “Türkiye gün geçtikçe zenginleşiyor” der ötekisi. “Yoksulluktan kurtuluyoruz.” Derken akıllarına bir soru daha düşer: “Sahi ya buradaki yoksullara ne oldu?” Cevap basittir: “Onları şehirden attık!”Yeni kentleşme projeleri bu hızla devam ederken, şehirlerin sahibi insan değildir artık. Şehirlerin sahipleri, olsa olsa sahibinin sesi inşaatlardır. Sahibin sesi de tek bir cümleye odaklanmıştır: “Parayı veren düdüğü çalar.” Kentsel dönüşüm politikasının “derin felsefi” anlamı da burada saklıdır zaten. Merkezileştirilmiş bir rant fikridir bu. Bakmayın siz o reklamlara, içinde insan filan yoktur. Ama dışarıdan, çıplak gözle görülmez bu. Sanırsınız ki gelişiyor ve zenginleşiyoruz. Ve her şey insan için. Dersiniz ki “Ne var bunda?” Oysa olup biten çok şey vardır. Belki netlik ayarları için biraz daha yakından bakmak gerekecektir birtakım hususlara.Uşaklıgil, daha sonraki sayfalarda, bu kez Süleyman Demirel‘in bir sözünü hatırlatır bize: “Bana Türkiye’nin durumunu bir kelimeyle anlatın derseniz, ‘iyidir’ derim. İki kelimeyle anlatın derseniz ‘iyi değildir’ derim.”Ama ekonomimiz iyi!Uşaklıgil, tüm bu olup bitenleri ekonominin düzgünleştiğine dair fikirlerle yok saymaya çalışanlara da cevap vermekten geri kalmaz. Örneğin toplam milli gelirimizin 10 yıldır çok hızlı arttığı yönündeki “masala” geliştirdiği argüman şudur: “Son 10 yılın ortalama büyüme oranı yüzde 5. Bu da 80 yıllık ortalama büyüme hızına denk düşüyor.”Kısaca sözünü ettiği, şu gerçektir: Türkiye’nin büyüme hızında değişen bir şey yok. Dolayısıyla kişi başına milli gelirin üç kat arttığı da söz konusu masalın bir başka boyutudur. Türkiye ekonomisinin büyüklükte dünya 17’ncisi olmasına ise “olmadı” der Uşaklıgil. “Zaten öyleydi. 1993 yılından beri orada zaten.”AvunmakGeride bıraktığımız 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nın bomboş hâlini sindirmeye çalışırken birçoğumuz gibi ben de “hiç değilse can kaybı olmadı” diye avunanlardandım. Ama iş kendi vatandaşından korktuğu için ilk etapta demokratik hak ve özgürlükleri feda etmeyi, gözden çıkarmayı düşünen bir zihniyeti algılamaya geldiğinde Demirel’in Türkiye’yi tanımlayan iki kelimesine bir kelime daha eklemek ihtiyacını duydum: “Hiç iyi değil.”

Devamını Oku

1 Mayıs

29 Nisan 2014

Bugün artık kullanılmayan sözcükler gibiydi bakışları. Öyle aklımda kalmışlar. 2012’nin 1 Mayıs’ında Taksim’e doğru hızlı hızlı yürüdüğüm yolda karşıma çıktığını sanmıştım o bakışların. Yanılmışım. Ben onun olduğunu sandığım sırada, o anın içinde yokmuş o meğerse. O yılın Mart’ında vefat etmiş. Sonradan öğrendim bunu, kızıyla başka bir tesadüf anının içinde karşılaşınca. Geç kalmış gözyaşları döktüm ama bu ayrı bir konu.HayallerNedense onun hayalini görmekten -öyle ya, hayalmiş demek ki- hiç şaşırmamıştım. Benim zihnimde Taksim’de 1 Mayıs, herkes için bir buluşma kavşağı demekti. Belki o yüzden.Ona anlattığım çocuksu hayallerimi, geniş kalçalarıyla bir oraya bir buraya taşır, yıllardır kulaklarından eksik etmediği altın küpelerinin ağırlığıyla (olsa gerek) yere eğimli başıyla durup dinlerdi beni.2012 senesinin 1 Mayıs’ında o coşkunun içerisinde, bir anlığına, o bakışları görür gibi olduğumda, yabani bahçesindeki dut ağaçlarının altına serdiği beyazımsı çarşaflar ve onun bir kedi gibi ağaçların tepelerine tırmanışı canlanıvermişti.Ta tepeden seslenişi ve dutlu dalları hınzırca sallayışı.Dutlar patır patır başımızdan aşağı, yer yer çarşafın dışına taşarken kızıyla ve etrafımızdaki diğer çocuklarla yaşadığımız o coşku gelip konmuştu aklıma.Sağcı mı solcu mu?Yalnızlıktan korkardı zaman zaman, hepimiz gibi. Yaşama tutunuşu daha belirgin ve özlem doluydu. Belki bu yüzden, birçoğumuzda olmayan anı yaşama fikri o kadar esaslıydı ki onda, dediğim gibi onu Taksim’de, o coşku ve rengin göbeğinde görmüş olabileceğime hiç şaşırmamıştım. Sağcı mıydı, solcu muydu; bunu bile bilmiyorum. Bilebildiğim kadarıyla böyle bir merakı da yoktu. Onun merakı insana, geldiği topraklara, karnının doyduğu diyara ve geleceğin keyfine yönelik makullük üzerine kurulu, insanı ve yaşamı seven sağlıklı bir perhizden ibaretti sanırım. Bu yüzden onun için saklı anılarım, gülerken altın dişlerini gördüğüm, ağlarken yine altın dişlerini gördüğüm, arkasından koşup sarıldığımda bile, yüzünün ve arada tekleyen kalbinin bana dönük olduğunu bildiğim o sıcak kadın hayaliyle fistolanmış.Belki bu yüzden yarına dair sorum da bu fistonun eşiğinde sırlanıyor:1 Mayıs’tan neden korkuyorsunuz ki?İnsanların 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmasından neden korkuyorsunuz?Neden bu kadar korkuyorsunuz insanlardan?Bırakın istediğiyle, istediği biçimde buluşsun insanlar orada. Geçmişin hayalleri ve hayaletleri, şimdiki zamanın arkadaşları ve dostları, geleceğin umudu ve beklentisiyle buluşsunlar.Tek bir gün.Ne var bunda! Ne var?

Devamını Oku

Yeni insan

27 Nisan 2014

Geleceğin anlaşılması kolay, hazmetmesi güç, ‘yeni insan’ tipine dün akşam İzmir’den dönerken rastladım yine.Alüminyum çantası, bahar dalı rengi eşofmanı, gıcır gıcır spor ayakkabıları ve sarı fönlü saçlarıyla önüme kurulup oturduğunu, onun o gürleştikçe çatlayan sesini duyuncaya kadar fark edememiştim.Ama an o andı.Sevdiğim bir dostumla İzmir Fuarı’ndan dönüyorduk ve laflamaya başladık. Daha uçak motorunu bile çalıştırmamıştı.Çocuk azarlar gibiDerken yeni insanın çakmak çakmak, çocuk azarlayan ve başparmak sallayan sesi duyuldu:‘Yeter artık be. Kesin şu gürültüyü. Nedir bu!’Biz dostumla birbirimize baktık. Daha bismillah, 3 ya da 4 cümle sarf etmiş, fuarın coşkusuna bile gelememiştik.Herhâlde bizde bir hata var deyip susmaya çalışırken o esnada gürlemeye başlayan uçak motoru zaten her şeyi bambaşka boyuta taşımaya yetti.Bu boyutta konuşmaya devam ettik. Buna karşın o sırada yeni insanın karşı koridorunda oturan bir adam bizi göz hapsine almıştı bile.Şaka gibi falan derken, yolculuk devam etti. Bereket yol kısacıktı. Uçak motorunu stop ettirdiğinde, tam uçaktan inerken yeni insan, boynundaki şık yastığı, gözündeki afili siyah maskeyi çantasına tıkıştırmaya başlamıştı bile. O sırada gül kurumsu şalı yere düştü.Mağrur mağduriyet‘Şalınız’ dedim, ‘yere düştü.’ Sonrasında da kendisini rahatsız ettiğimizi söyledim, şaka yollu. Böylesi bir durum ancak zaman aşımına uğratılarak şakayla geçiştirilebilirdi. Ama yeni insan söylediklerimi çok ciddiye almışa benziyordu.‘Ha, evet’ dedi bir uyku mahmurluğunda ve neden olduğunu bilemediğim bir mağrurlukla. ‘Başlangıçta gürültü yaptınız ama sonra kendinize geldiniz ve sustunuz!’Vay! Cevap müthişti. Bu kibir bana öykülerde gezinen tuhaf kahramanları çağrıştırdı o anda. Dayanamadım, aynı öykülerde gezinen başka tuhaf biri gibi bir cümle sarf ettim idam sehpama yürüdüğümü bilerek:‘Madem uyku sorununuz vardı, keşke geceyi bir otel odasında geçirseydiniz.’Ve karşı taraftan beklenen söz, bir balkon ruhu edasıyla şarabi bir akşamın fırtınaya tutulmuş sesiyle çıkıverdi o zaman:‘Şıllık!’Tam da böylesi bir hakaret beklemeliydim! İşin rengi böyle olunca karşı tarafın mağduriyet cümlesini de beklemeye başladım.Ve elbette o da hemen geldi:‘Hem şıllıksın hem de saygısız. İnsan yaptığı terbiyesizliği düşünür, utanır ve susar.’Sonrasında mı? Sonrasında elbette yandaşlar geldi. Şu koridorda oturan gardiyan adam.‘Takmayın siz bunları’ diyebilecek mizaçtaki o adamı bir silüet gibi seçtim körükte, bir başka bahar dalı gibi.Ve bu yeni insan tipine şimdilik veda ettim. Yani, kısa bir süreliğine.

Devamını Oku

Taşın uykusu

25 Nisan 2014

“Düşüncelerin mahmur kalbime ırmak, toprağın uykusuna taşın belleğine köprü atman şart.”Lal Laleş’in satırlarıyla başlamak istedim bugünkü yazıma. Mürekkebi kurumamış “Kürtçe Bilmeyenime“ diye bir kitap yazdı Laleş. Satırlarında şiirin sesi güçlü, yaşamın sesine kulak vermek isteyen insanın sesini de gürleştiren cinsten. Sadece Kürtçe bilmeyene değil, hakikatin sesini de duymak isteyene yazılmış, güçlü satırlar bunlar. Aynı oranda neredeyse olanaksız bir adımı da işaret ediyorlar.OlanaksızNeden mi olanaksız? Bu topraklardaki uykuya, taşın belleğine köprü atmak zaman zaman deveye hendek atlatmaktan zor da o yüzden. Bunu bertaraf edebilmenin koşuluysa belli: Devekuşu ruhundan vazgeçebilmek. Kısaca, kafayı kuma gömüp hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmeyi bırakmak. Hakikati görebilmek ve onu anlamaktan vazgeçmemek.Bu hafta 23 Nisan’ı ve 24 Nisan’ı geride bıraktık.Birisi çocukların sapır sapır öldürüldüğü bir ülkedeki resmi ‘Çocuk Bayramı’ydı.Diğeri ise bir asır önce yaşanmış ve hâlâ oldu mu olmadı mı diye çekişip durduğumuz bir insanlık ayıbının yıldönümüydü.Perşembe günkü Agos’un manşeti arşivlik bir derlemeydi. “Diyaspora’dan Mektubun Var Türkiye“, Diaspora’daki Ermeni sanatçı ve kültür insanlarının Türkiye’ye, geçmişlerindeki bugüne seslenişleriydi. 1968 yılında Amerikalı bir baba ve Lübnanlı Ermeni bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar Micheline Aharonian Marcom şöyle diyordu: “Yalanlar bizi nasıl bağlıyor ve körleştiriyorsa, gerçek de hakikaten özgür kılıyor.” Bu bildik cümleyi, hissetmeye çalışarak defalarca okudum. Bir tür zikir yapar gibi. O mahmurluk esnasında asıl sorunun tam da burada odaklandığını yeniden fark ettim. Bu topraklardaki asıl sorunun tam da bu olduğunu, hayatlarımızın bu olduğunu, bunların üzerine inşa edilmişliğini.YalanlarBenzer yalanlar, beyaz yalanlar, gri yalanlar, gerçekmiş gibi şartlandırıldığımız yalanlardı hepsi. Yalanın günlük hayattaki karşılıkları, an içerisindeki kurtarıcılığı, ardından asırlara düşen koyu gölgesi. O gölgenin ruhumuza bıraktığı asabi tortu ve o tortunun anlaşılacağı korkusu, o korkunun cesaret olduğuna dair yeniden geliştirilen yeni esaret yalanları, o yalanlara hiçbir şey olmamış gibi yeniden inananlar, o inancın üzerine yatıp uyuyanlar, o uykunun koşulsuzca toprağa, umutsuzca taşa sinmesi, umarsız yeni yalanlara teşne olması ve nihayetinde köprüsüz kalan hakikat ve bir daha asla yakalanamayacak olanlar.Yalanlar. Her şey bununla başlamış olsa, bununla devam ediyor olsa da, bu hikâyenin sonu böyle bitmesin istedim.Şartımsa, çocuklarını ve gençlerini heba etmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir sistemin araya sıkıştırılmış 24 Nisan taziyesine sığınmakla geçiştirilecek gibi değildi.Başka bir şarttı bu, insanlıkla ilgili bir köprüydü belki de. Yalanları, hem de tüm yalanları, resmi olanları ve olmayanları, alaşağı etmesini umduğum ve besbelli daha çok zaman alacak, gölgelenemeyecek, sağa sola çekiştirilemeyecek bir insanlık, bir hakikat şartı:‘Düşüncelerin mahmur kalbime ırmak, toprağın uykusuna taşın belleğine köprü atman şart.’

Devamını Oku