Leyla Erbil konuşuldu iki gün boyunca İstanbul’da Kadir Has Üniversitesi’nde. Arındık.Şu aralar onu hatırlayıp duruyorum.Bir hastane odasından telefonuma gelen, oradan bana seslenen sesini duyuyorum onun. Telefonumda hâlâ kayıtlı numarasını bekletiyorum. En azından buralardan göçünceye kadar.Yazdığı kitap ‘Cadı’yla (Sel Yayınevi) gözlerimizi kamaştıran Oylum Yılmaz, Erbil’in Kalan’ıyla (İş Bankası Yayınları) ilgili çok anlamlı bir yazı yazmıştı. Erbil’in kahramanı Lahzen’in hemen hepimizin gizli öyküsü oluşuna değinmiş ve ondaki deliliği, zamanla ve hakikatle bir türlü buluşamama aksaklığını şöyle aktarmıştı bizlere:“Hakikatin özü nerede? Kaynağı belirsiz düşlerimizde, bilinçaltımızın bilinçsizliğinde mi; kaderi şahsi bir trajediye dönüştüren mekânlarda mı, binlerce yılın kalıntılarını emen, sokaklarına, evlerinin temellerine karan şehirde mi; yoksa çocukluğumuzda, çocukluğun da gerisinde ötesinde diplerinde mi? Hakikatin bulunduğu yerde mi durur peki zaman? Orada mıdır hep? İçinde tüm geçmişi barındıran bir şimdinin içindeki insan geçmişsiz bir şimdiyi yaşayabilir mi? Yaşarmış gibi yapanların yanında, mış gibi- yapamayana hep deli derler.”Hangi bilinçteyiz ki...Sorun da burada değil mi zaten?Bazılarımız mış gibi yapamıyor. Bütün bu yaşananlara, üzerimizde birikmiş bu tortulara, artık taşı taşı daraldığımız bu yüklere karşı hâlâ bir yanıt bulmaya çalışmıyor mu?Şunu diyor bazılarımız: Şu ülke ülke olsun artık. Şu ülkede bu ağır yüklerden kurtulalım artık. Yalandan, talandan, çarpık siyasetten, vasatlıktan kurtulalım artık...Yok, olmuyor.Geçmişten bize kalan miras neyse öyle devam ediyor. Üstelik alabildiğine normalleştirilerek, sıradanlaştırılarak. Göz yummamız beklenerek. Engellenerek, susturularak, hatta öldürülerek...Gel de Lahzen gibi delirme o zaman!Zaman, hakikat ve belleğin soğuk duş etkisi yaptığı Kalan’da, Leyla Erbil’in dehlizlerinde, o tedirgin edici sayılabilecek o tekinsiz dilde gel de kendi yitik sesini arama o zaman.Gel de bulma kendini orada!Gel de çıldırma... Bilincin ne olduğunu tekrar tekrar düşün. Hakikatin ne olduğunu ve sor, usanmadan sor, ortalıkta uçuşanlara, kendi tutunamayışını da katarak sor, hakikati SOR ona:‘Sen hangi bilinçtesin Lahzen?Hangi göklerin bulutlarından yağdın bu çorağa söyle!’Roma’dan, Bizans’tan, Osmanlı’dan ve Cumhuriyetin ilk yıllarından kalan o acıya sor.‘Sen hangi bilinçtesin Lahzen?’Ki bir türlü iflah olmuyorsun.Dahası kimilerimizin de gönül rahatlığıyla yitip gitmesine izin vermiyorsun.Bu nasıl da keskin, nasıl da göz kamaştıran bir hakikate tutunma çabası Lahzen... Lahzen.
Ömer Seyfettin edebiyatımızın önemli kalemlerinden biridir. Onun edebiyat potansiyelinin tam olarak sergilenmediğine inananlardan biriyim ama bunun konumuzla pek bir ilgisi yok. O yüzden hemen bir öyküsüne geçmek istiyorum. Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler öyküsünü bilir misiniz? Biraz özetleyeyim size:Hatice Hanım, gençken dul kalmış zengin bir kadındı. On üç yaşındayken altmış yaşında bir kocaya varmış ve evlilik denilen kurumdan nefret etmişti. Merakları arasında temizlik ve namus başı çekerdi.Köşkünü, çalışanlarıyla parlatır, temizlerdi Hatice Hanım. Hizmetçisi Eleni, evlatlığı Gülter ve aşçısı Bolulu Mehmet’ten çok memnundu. Son derece namusluydu çalışanları. Bu yüzden kileri kilitlemezdi, paraları meydanda dururdu Hatice Hanım’ın. Çalışanlarıyla gurur duyardı.Bu durum bir baş dönmesi vakasıyla Hatice Hanım yataklara düşünceye kadar devam etti... İşin aslı şuydu: Hatice Hanım’ın temizlik ve namus merakından başka bir de yüksek ökçe merakı vardı. Boyunun kısalığını kapatmak için köşkün içinde de bir karışa yakın ökçeli ayakkabılar giyerdi. Onlarla merdivenleri takır takır iner, ayağı burkulmadan bir aşağı, bir yukarı koşar dururdu. Hasıl olan baş dönmesinin nedeni de buydu. Doktoru ona şu önerilerde bulundu:‘Bütün rahatsızlığınıza sebep bu ökçelerdir hanımefendi, onları çıkarın. Rahat, yünden, yumuşak bir terlik giyin. Hiçbir şeyiniz kalmaz.’Hatice Hanım, tavsiyeye uydu ve yüksek ökçeler yerine yün terlikler giymeye başladı. Tombul bedeni nihayet huzura ermişti! Fakat o da ne? Tam vücudu rahat edecekti ki başka bir şeyler oldu. Dokuz senelik çalışanlarının iki gün içinde birdenbire ahlakları bozuluvermişti! Eleni’yi kendi diş fırçasıyla dişini fırçalarken, Gülter’i kilerde reçel kavanozunu boşaltırken görmüş, Mehmet’i bir sahan külbastıyı yerken yakalamıştı. Başladı kendi kendine konuşmaya:‘Ne oldu bunlara Yarabbim?’İşi bozan neymiş meğerBir hafta içinde çalışanlarının tonlarca hırsızlığına, yolsuzluğuna tanık oldu. Sonunda her tarafı kilitlemeye karar verdi. Bir yandan da kendi kendine konuşmaya devam ediyordu:‘Bakalım şimdi ne çalacaklar?’Hakikaten çalınacak hiçbir şey kalmamıştı, içi rahattı. Bu yüzden ertesi gün biraz geç kalktı. Aşağıya mutfağa indi. Gözleri aralık kapıya ilişince, az daha nefesi duracaktı. Mehmet, ocağın başındaki kısa iskemleye çökmüş, bir dizine Eleni’yi, bir dizine Gülter’i oturtmuş, kalın kollarını ikisinin bellerine dolamıştı. Hatice Hanım, bu rezaleti görmemek için hemen gözlerini kapattı. Fakat konuşulanları duymazlıktan gelemedi. Neler neler duydu, duymaması gereken. Ne diyordu Gülter böyle?‘Ah o terlikler! Her işimizi bozdu. Hanımın geldiği hiç duyulmuyor. Ne yapsak yakalanıyoruz. Eskiden ne iyiydi.’Konuşma uzadıkça, kendi göremediği başka rezaletlerin hikâyelerini işitiyordu Hatice Hanım. Dayanamadı ve üçünü de o anda işten kovdu!‘Sizi alçak, hırsız, namussuzlar! Defolun şimdi evimden!’Ancak gelin görün ki iş burada bitmedi. Bu üçünden sonra eve kimi aldıysa hepsinde aynı şeylere tanık oldu; hemen hepsine sinmişti bu sahtekârlık hâli!Üzüntüsünden zayıflıyor, sararıp soluyordu Hatice Hanım. Baktı olmayacak! Yine yüksek ökçeli ayakkabılarını giydi.Oh! Hayat böyle çok güzeldi. Gerçi yine başı dönmeye başlamıştı. Ama işler yolundaydı. Bu yüzden doktora da gitmedi.‘Hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya’ deyip duruyordu.***Bugüne dair soru ise şudur: Hatice Hanım 30 Mart’ta oyunu sizce kime verirdi?
YouTube’a resmi vedamı, bir ikindi çayının eşliğinde, özellikle Şafak Pavey’in ‘Anne’ belgeseli ile yaptım. Pavey’in Gezi’de hayatlarını kaybeden gençlerin anneleriyle gerçekleştirdiği bir belgesel bu. Unutmayalım ki bu ülkenin çocukları, bizim çocuklarımızdı onlar, bir ‘savaş’ ortamında katledilmediler! Beter bir zihniyetin fişeklemesiyle, o zihniyetin hırsı, kibri ve öfkesiyle yok edildiler.Bir kez daha tekrarlamakta fayda görüyorum: ‘Yazıklar olsun!’Çocuklar ve kadınlarSuriye’deki ‘çocuklar, kadınlar’ diye otomatiğe bağlanan ekran güzellerinden de bu belgeseli seyretmiş olmalarını diledim. Seyretmelerini ve bir kez daha düşünmelerini... ‘Suriye’deki çocuklar, kadınlar’ diye hükümetin ne olduğu belli olmayan tutarsız dış politika kararlarını desteklerken, kendi ülkelerinde hangi acıların üzerinde züccaciye dükkânındaki fil gibi gezindiklerini fark etmelerini. Ya da sadece hatırlamalarını. İşlerine gelmese bile. Sonradan yiyecekleri fırçaları göze alarak, vicdanlarıyla hatırlamalarını istedim o günleri.Yanlış anlaşılmasın, Suriye’deki çocuklar ve kadınlar elbette çok önemli. Yaşam ve yaşatmak önemli. Savaşın dili, yeryüzünün neresinde olursa olsun elbette beter bir dil. Ama durduk yere kafa karışıklığına (ve kafaları karıştırmaya) da hiç gerek yok. Aylardır ait olmadığımız bir savaşın içine çekilmek zorunda kaldık ve son tanık olduklarımızla orada dönen hesapları da bir biçimde öğrendik... Ne yazık ki öğrendik. Üstelik öğrenmememiz gereken bir şekilde. Nereden tutmaya çalışırsanız çalışın elinizde kalacak bir biçimde.***Perşembe gecesi ekranlarda yaşanan tartışmaları, getirilen yasaklar eşliğinde izlemişsinizdir. İçler acısıydı. Böyle bir ülkede yaşıyor olmanın ağırlığı, eğer gerçekten vicdan sahibiysek, hemen hepimizin üzerine çökmeli. Geçiştirilmemeli. Sözün tükenip gittiği yerin altı kalın kalın çizilmeli.Lime lime olmuş bir ‘devlet’ yapısına hâlâ ‘vatan millet’ kılıflarıyla yapışmak isteyenlere ise, yok yok, Nâzım’ın destanını azıcık çıtlatmakta fayda var:‘Ya insanda yürek dediğin taştan olacak, yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin.’(Resmi açıklamalara göre bu yaşanan son kriz Kuvayı Milliye ruhunu ateşleyecekmiş ya... Oldu. Madem bu kadar ısrarlılar, bu ruhun gerçekte ne olduğunu da hatırlasınlar bir zahmet. En azından Nâzım’ın o eşsiz destanını okuyarak.)***Bu hâlde seçime gidiyoruz. Gidelim bakalım.Onun için de söylenecek bir türkümüz var elbette:Yangın olur biz yangına gideriz!
Geçtiğimiz akşam CHP Kadıköy Belediye Başkan adayı Aykurt Nuhoğlu, neredeyse bir ilke imza atarak, gelecekte yapmayı planladıklarını Kadıköylü sanatçı ve kültür insanlarıyla paylaştı. Kadıköy’le ilgili kültür-sanat projelerini aktararak görüş ve öneriler aldı.Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde gerçekleşen bu buluşmada Nuhoğlu’yla sohbet etme şansını da yakaladım. Nuhoğlu sanata, kültüre ve yaşama yakın bir insan. Dahası halkın katılımını esas alan sosyal belediyecilik anlayışını da kendine şiar edinmiş bir başkan adayı. Alçakgönüllülükle kendisinin sanat konularından pek anlamadığını, sonuçta bir inşaat mühendisi olduğunu ifade ediyor. Ancak özgeçmişine baktığınızda, ilk gençliğinden itibaren yaşamının sanat, edebiyat ve felsefeyle iç içe geçmiş olduğunu görüyorsunuz.Zaten belediye olarak ortaya konacakların başında da sanatın harelediği bir söylem başı çekiyor, çünkü yaşamın yolunun kültür ve sanattan geçtiğine inanıyor Nuhoğlu. Kadıköy’ün yeni başkan adayı, toplumun 7’den 70’e, hiçbir ayrım gözetmeksizin, sanatla buluşturulmasına önem veriyor. Belki de bu yüzden bir sanatçılar meclisinin oluşturulması da ilk planlananlar arasında. Kadıköy’e özgü uluslararası bir sanat festivalinin hayata geçirileceğini de müjdeliyor bizlere. Gezici yazlık sinemaların kurulmasından, heykel sempozyumlarına, alternatif tiyatrolardan kültür ve sanat pazarlarına gerçekleşmesi hedeflenen birçok proje var.Kent hakkıHemen herkesin artık farkına varması gereken o husus, Nuhoğlu ve ekibinin izleyeceği politikada esas: Kent hakkı. Yani, insan haklarının en önemli parçalarından biri olan insanların soluk alıp verdiği mekânlarında yapılacak değişiklikler konusunda söz sahibi olma hakları. Başka bir deyişle kentsel dönüşümün ranta dayalı dönüşüm olmadığının ispatı. Kısaca bugüne kadar pek de alışık olmadığımız bir yerden sesleniyor bize Nuhoğlu.Sokağınız, mahalleniz sizindir ve bu konuda ilk söz size aittir diyor. En küçük birim olan mahalleden başlayarak genişleyen katılımcı bir kent parlamentosu fikri tam da burada söz konusu oluyor. Dahası, iş hayatına atılmayı isteyen kadınlar için mikro kredilerin sunulması, kadın-çocuk rehabilitasyon merkezlerinin açılması, kreş ve etüt evlerinin yoğun bir biçimde hizmete girmesi, engellilerin önündeki engellerin kaldırılması, yaşlılara 24 saat hizmet sunulacak birimlerin oluşturulması, sokak hayvanlarının bakımı ve yaşam hakları vb. birçok konu da gündemde.Dilerim, Nuhoğlu’nun verdiği bu sözlerin doğru insanlar ve doğru zamanlamayla hayata geçmesi mümkün olur. Elbette belediyecilik anlayışının siyaset üstü olması ve bu anlayışın hangi görüşten ve sınıftan olursa olsun insanı, yaşamı, kültürü, doğayı ve doğal mirasları baz alma gerçeğinin Türkiye’ye yayılması da...
Türkiye olarak soluğumuzu tutup beklediğimiz bir seçimin arifesindeyiz. Bu seçimlerde de kadın adayların sayısı yine bir elin parmaklarını geçmiyor. HDP ve BDP’nin dışında kadın adaylara göreceli de olsa bu olanağı sağlayan parti neredeyse yok. Şırnak, Diyarbakır ve Bitlis gibi illerde kadın belediye başkanı adaylarının varlığı umut veriyor. HDP, ‘eş başkan adayı’ kategorisinde İstanbul’da birinci parti. Gelin görün ki diğer partilerde böyle bir hareketlilik yok!İş yüzdeye vurulduğunda, Türkiye genelinde karşımıza çıkan tablo insanı resmen hüzünlendiriyor. Kadın belediye başkanı adaylarının tüm adaylara göre oranı yaklaşık yüzde 10’u bile bulmuyor. Bu oranın içinde kadın eş başkan adayları da var.Diyelim başardınız...Diyelim ki bu oranın içinden sıyrılıp seçilmeyi başardınız. İş onunla bitmiyor. Hâlihazırdaki siyaset arenası, kadınların varlığını hissettirebilmesi için uygun bir zemin değil. Çoğu kadının siyasete atıldıktan sonra ‘bile’ bu ortamın pürüzlerine şu ya da bu şekilde takıldığını biliyoruz. Dahası, takıldıkları noktalarda bir daha ön plana çıkıp seslerini duyurma şansları da olmuyor. Ses varsa da çok cılız. Kimi ise susmayı tercih edip geleneksel rollerle karşımızda durmaya devam ediyor. Temsil ettikleri kitlenin onların varlığına ne kadar gereksinim duyduğunu unutmuş hâldeler ne yazık ki. Bereket, az da olsa, bunun farklı örneklerini sergileyenler de var. Özellikle BDP’nin varlığını burada anmak isterim.Eşit temsil neden önemli?Belki de tam da bunun için bu konuda ısrarcı olmaya devam etmek şart. İlk koşul olarak şunu düşünebiliriz: Bir erkek arenası hâline getirilmiş siyasetin dilinin yumuşaması için kadınların siyasette erkeklerle eşit olarak var olması elzem. O dilin ne kadar yakıcı, seviyesiz ve küstah bir dil olduğunu hemen hepimiz biliyoruz. Ne kadar otoriter ve baskıcı bir dil olduğunu da. Bu noktada o dilin öncelikle yerel yönetimlerde, sonrasındaysa Meclis’te yumuşaması ülkenin derin bir soluk alması anlamına gelebilir. Bunun için de bazı adımların atılması ve hayata geçirilmesi şart: Kadın adayların desteklenmesinden tutun da kota, fermuar, eş başkanlık sistemi gibi olumlu ne varsa işlevselleştirilmeli.En azından bundan sonrasında!Hiç kuşku yok ki işin en sahici boyutu toplumdaki birçok kadının bu kadınları kendilerine rol model alması ile gerçekleşecek. Özellikle yerel yönetimlerde söz sahibi olacak kadınlar, kadınların toplumsal yaşama eşit ve özgür katılımlarına bir eşik sunabilir. Bu yönetimlerdeki kadının varlığını gören diğer kadınların hak arama yolunda önlerine çıkacak engebeler hafifleyebilir. Dahası, onlar da söz hakkına sahip olabileceklerini görebilir; sükûtun, özellikle bu coğrafyadaki kadınlar için hiç de ‘altın’ olmadığını keşfedebilirler.
Mahkeme kararıyla kapatılan Twitter hesaplarımızı, lisedeki kimi kıl yöneticilerin inadına geliştirdiğimiz eski öğrenci refleksleriyle bir çırpıda yeniden açtık. Benzer teknik yöntemlerle, yine aynı mecrada açılmış ‘Twitter Türkiye’den daha büyük değildir’ biçimindeki hükümet yanlısı kampanyaya da hafif hafif gülümsedik.Bu cümleye verilecek cevaplarBu cümleye verilecek o kadar çok cevap var ki! Hem de ne kadar çok! Örneğin ayakkabı kutularının Türkiye’den daha büyük ve önemli olup olmadığı bu listede başı çekiyor. Sokakta yaşananlardan Meclis’te tartışılamayan fezlekelere kadar akıllara durgunluk veren bir söylemle karşı karşıyayız. Bu ülkeyi bugüne kadar olmadığı biçimde bir rüşvet ve yolsuzluklar ülkesi hâline getirip, ardından ülke sevme yarışlarına çıkmak ise, en azından şu cümleyi akla getiriyor: Baylar cepleriniz ve egolarınız Türkiye’den daha büyük ve önemli değildir.Şunun da farkına varmak durumundayız: Twitter’a getirilen yasak, ‘tivitır mivitır’ ile özetlenebilecek, hafifletilecek bir iş değildir. Burada çok ciddi bir ihlal söz konusudur. Resmen ifade özgürlüğüne getirilen bir kısıtlamadır bu. İfade özgürlüğü denilense, merkezde yer aldığını farz eden bir grubun ve bu grubu, kraldan çok kralcı olmak adına destekleyenlerin, merkezde yer almadığı farz edilenlere düşünce ve fikirlerini, motora bağlanmış biçimde sözlü ya da fiziksel şiddetle dayatma hâli değildir. Tam tersine, herkesin düşüncesini özgürce ifade etme, bilgi edinme ve öğrenme hakkıdır ifade özgürlüğü. Bu anlayışa varamadığımız müddetçe, tam da bu biçimde, ifade özgürlüğü bağlamında nal toplamaya devam edeceğiz. Bu içler acısı bir tablodur. Ancak inanıyorum ki bu tabloya bile ‘devletimizin güvenliği şusu busu’ diye benzer ezberlerle sahip çıkanlar olacaktır. Unutmuş olabiliriz, hatırlayalım: Bu ülkede herkesin fikir ve bilgileri dilediği medya ortamından alma, verme, yayma hakkı vardır. Dahası fikrini yayma özgürlüğü vardır. En azından prensipte! Bu noktada ise cümlemiz bellidir: Baylar ve bayanlar, devlet, Türkiye’nin insanlarından daha büyük ve önemli değildir. Zira devlet, insanlar için vardır.***Bu hengâmede Saint Benoit Lisesi’nin ilginç bir etkinliğini takip etme şansım oldu. Frankofoni Festivali bağlamında bir sergi açıldı okulda. Kanuni’den başlayıp 19. yüzyılın sonuna kadar Osmanlılar ve Fransızlar arasındaki resmi yazışmaları içeren bir sergi bu. ‘Zambak ve Lalenin Dostluğu’ adını taşıyan bu sergiye, yolunuz Karaköy’e düşerse uğramanızı öneririm. Görkemli, tarih kokan bir binayı görme keyfi de cabası! Aynı festival kapsamında 25 Mart tarihinde önemli caz piyanistlerimizden Kerem Görsev’in de bir konseri var okulda. Görsev’e kontrbasta Kağan Yıldız, davulda ise Ferit Odman eşlik edecek. Festivale edebiyat ve fotoğraf alanında katkı sağlayanlarsa Mario Levi ve Timurtaş Onan.
Tanıyorsunuz onu değil mi? Teoman Bey... Kahramanımız.Rüşvet almadığı için sürülmüştü, o değerli insan.Malum, edebiyatçıyız ya işe biraz renk katalım istedim (Teoman Bey’in affına sığınarak). Bu yüzden ona yazı boyunca ben de Teoman Abi diyeceğim.***Her kahraman gibi Teoman Abi’nin de bir savı olduğunu hayal ettim. Ne midir bu? Elbette rüşvet kabul etmemek...Şimdi burada edebiyat meraklıları için şu soru hasıl olabilir: İyi de bu savın kökeninde ne var acaba?Belli ki helal süt emmişlik var... Buna hiç şüphe yok. Ama bunu kurguya nasıl yedirebiliriz diye sorarsanız aklıma bir öğretmen figürü geliyor. Geçmişe yönelik bir sahne, örneğin: Bir gün öğrenci Teoman’a, diyelim ki adı Nemika Öğretmen olan o şahsiyet, Hayat Bilgisi dersinde sorar: ‘Söyle bakalım evladım hayatta insanı insan yapan en temel şey nedir?’ Öğrenci Teoman hâliyle biraz savrulur, hazırlıksız yakalanmıştır. Sınıfın gri duvarlarına bakar. Hemen ilerideki sırada oturan Bıçkın Remzi, bütün bıçkınlığıyla yüzünü gözünü oynatmakta ve onunla dalga geçmektedir. Çaresizce yutkunur ama bir şey söyleyemez. Bu arada Nemika Öğretmen, sanki bir şeylere alınmış gibi pencereden dışarıya bakmaktadır. Neyi düşündüğü ise hiç belli değildir. Öğrenci Teoman, Nemika Öğretmen’in baktığı pencerelere bakar bir cevap ararcasına. Ne yazık ki pek bulamaz. Sonra oradan pervazlara kayar gözü. Oradan da plastik kapların içerisinde çimlenmiş fasulyelere. Oh. Bulmuştur ve cevabı hemen yapıştırır:‘Büyümek!’Nemika Öğretmen, bu cevabın üzerine dışarıdaki ağaçların tepelerinde efkârla gezinen bakışlarını zar zor toparlar ve sınıfa döner. Bir şeylere ya da birilerine kızdığı ortadadır ama kızgınlığını saklama konusunda da gerçek bir uzmandır Nemika Öğretmen. Öğrencisinin masum cevabı karşısında usulca neşelendiği bile söylenebilir.‘Büyümek mi?’Sonra tekrar pencerelere, oradan da pervazlara diker gözünü. Ve işin aslını anlar. Derken gülmeye başlar.Kafasında evirip çevirdiği konuyla (ki gerçekten bunu asla bilemeyiz), o anki konumu itibariyle oluşturduğu pratik bilgiler arasında (sorumluluk sahibi bir öğretmendir ne de olsa) o tok sesiyle ‘Evlatçım’ der. ‘Bu doğru elbette. Koşullar sağlandığında büyürsün. Ama insan olarak büyümek için sadece bu yetmez. Bir insanın gerçekten büyümesini bir fasulyenin büyümesinden ayıran özellikler vardır. Mesela dürüstlük diye bir şey vardır. Ki bu fasulyelerde pek bulunmaz. İrade diye de bir şey vardır. Ki bu da fasulyelerde mevcut değildir. Haysiyet desen, e o da zor. Bir de elbette en önemlisi fasulyelerde vicdan diye bir şeyin olmadığıdır. Fasulye fasulyedir. İnsansa kendini aradığı ve zayıflıklarıyla yüzleştiği müddetçe insan olur. Gerçi... İnsan olmak baştan sona kocaman bir soru işaretidir. Tam da burada insanı insan...’Galiba orada zil çalar ve Nemika Öğretmen de sözünü tamamlayamaz... Zaten bu söylediklerinin çocuklar için ağır kaçtığının da farkındadır. Gidip yüzünü yıkamalı ve açılmalıdır.Peki bu noktadan rüşvet almama savına nasıl varmıştır Teoman Abi sizce?Sanırım Nemika Öğretmen’in o gri güne ait sözlerinin devamını tamamlama cesaretini göstererek:‘İnsanı insan kılansa... İnsanın ruhunda, güç, kudret ve iktidar adına kol gezen zaaflara yenik düşmemektir.’***Teoman Abi’ye şükranla...
Yuvarlandı gitti çocuk misket toprağa. Yorgun dünya da peşinden. Aklınıza kim gelirse işte:Bildik karabatak, geveze martı, heyecanlı yelkovan kuşu, ıssız gece kuşu da.Derken gece ve gündüz. Dopdolu ikindiler, ışıklı öğleler, gölgeli akşam üzerleri, esintili seherler, sessiz şafak vakti, güneş.Sonra güneş tutulması oldu. Titrek ayın yüzü güneşe düştü, vay!Ay eksik mi kalacak? O da düştü bunların peşine. Sonra bütün aylar:Dost ocak, yaren şubat, mahrem mart, ahretlik nisan...Derken nisan yağmurları.Yağmur bir de ya.Yağmur, rüzgâr, sis, anlayın işte Allah ne verdiyse, sisteki aşina vapur düdüğü bile.O zaman kornalar, bildik arabalar ve hiç bilinmeyenleri, gökyüzündeki şişman ve zayıf uçaklar, vızvız helikopterler, bilmiş uydular, balık etli balonlar ve hatta uçarı uçurtmalar.Uçurtmalara benzer keyfi kaçık balıklar, keyfi tam yunuslar, keyifsiz balinalar ve foşurdattıkları sular.O sular bile.Dereler, göller, akarsular, ve Terkos, Terkos’tan taa borulara akan sular, bardaktaki sular.Ve can dostu bardaklar.Bardaklar, çanaklar, tencereler, tavalar.Mutfaklar, koridorlar, salonlar, salonlardaki hükümdar televizyonlar.Televizyonlardaki kadınlar, erkekler, reklamlar, haberler.Haberlerdeki aynı yüzler, aynı yüzlerdeki ezber cümleler, ezber cümlelerdeki yalanlar bile...Yalanlar bile.Hopp, dökülüverdiler misketin peşinden yeniden doğmaya, toprağa.Dosdoğru arınmaya.Yaşama.Böylece çoğalmaya.Dünyayı yeniden, bir kez daha umutla kurmaya.