“Düşüncelerin mahmur kalbime ırmak, toprağın uykusuna taşın belleğine köprü atman şart.”
Lal Laleş’in satırlarıyla başlamak istedim bugünkü yazıma. Mürekkebi kurumamış “Kürtçe Bilmeyenime“ diye bir kitap yazdı Laleş. Satırlarında şiirin sesi güçlü, yaşamın sesine kulak vermek isteyen insanın sesini de gürleştiren cinsten. Sadece Kürtçe bilmeyene değil, hakikatin sesini de duymak isteyene yazılmış, güçlü satırlar bunlar. Aynı oranda neredeyse olanaksız bir adımı da işaret ediyorlar.
Olanaksız
Neden mi olanaksız? Bu topraklardaki uykuya, taşın belleğine köprü atmak zaman zaman deveye hendek atlatmaktan zor da o yüzden. Bunu bertaraf edebilmenin koşuluysa belli: Devekuşu ruhundan vazgeçebilmek. Kısaca, kafayı kuma gömüp hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmeyi bırakmak. Hakikati görebilmek ve onu anlamaktan vazgeçmemek.
Bu hafta 23 Nisan’ı ve 24 Nisan’ı geride bıraktık.
Birisi çocukların sapır sapır öldürüldüğü bir ülkedeki resmi ‘Çocuk Bayramı’ydı.
Diğeri ise bir asır önce yaşanmış ve hâlâ oldu mu olmadı mı diye çekişip durduğumuz bir insanlık ayıbının yıldönümüydü.
Perşembe günkü Agos’un manşeti arşivlik bir derlemeydi. “Diyaspora’dan Mektubun Var Türkiye“, Diaspora’daki Ermeni sanatçı ve kültür insanlarının Türkiye’ye, geçmişlerindeki bugüne seslenişleriydi. 1968 yılında Amerikalı bir baba ve Lübnanlı Ermeni bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazar Micheline Aharonian Marcom şöyle diyordu: “Yalanlar bizi nasıl bağlıyor ve körleştiriyorsa, gerçek de hakikaten özgür kılıyor.” Bu bildik cümleyi, hissetmeye çalışarak defalarca okudum. Bir tür zikir yapar gibi. O mahmurluk esnasında asıl sorunun tam da burada odaklandığını yeniden fark ettim. Bu topraklardaki asıl sorunun tam da bu olduğunu, hayatlarımızın bu olduğunu, bunların üzerine inşa edilmişliğini.
Yalanlar
Benzer yalanlar, beyaz yalanlar, gri yalanlar, gerçekmiş gibi şartlandırıldığımız yalanlardı hepsi. Yalanın günlük hayattaki karşılıkları, an içerisindeki kurtarıcılığı, ardından asırlara düşen koyu gölgesi. O gölgenin ruhumuza bıraktığı asabi tortu ve o tortunun anlaşılacağı korkusu, o korkunun cesaret olduğuna dair yeniden geliştirilen yeni esaret yalanları, o yalanlara hiçbir şey olmamış gibi yeniden inananlar, o inancın üzerine yatıp uyuyanlar, o uykunun koşulsuzca toprağa, umutsuzca taşa sinmesi, umarsız yeni yalanlara teşne olması ve nihayetinde köprüsüz kalan hakikat ve bir daha asla yakalanamayacak olanlar.
Yalanlar. Her şey bununla başlamış olsa, bununla devam ediyor olsa da, bu hikâyenin sonu böyle bitmesin istedim.
Şartımsa, çocuklarını ve gençlerini heba etmeyi alışkanlık hâline getirmiş bir sistemin araya sıkıştırılmış 24 Nisan taziyesine sığınmakla geçiştirilecek gibi değildi.
Başka bir şarttı bu, insanlıkla ilgili bir köprüydü belki de. Yalanları, hem de tüm yalanları, resmi olanları ve olmayanları, alaşağı etmesini umduğum ve besbelli daha çok zaman alacak, gölgelenemeyecek, sağa sola çekiştirilemeyecek bir insanlık, bir hakikat şartı:
‘Düşüncelerin mahmur kalbime ırmak, toprağın uykusuna taşın belleğine köprü atman şart.’
Taşın uykusu
Haberin Devamı