‘İnsanlar aldırmamaya çalışıyorlar, çok fazla aldırmamaya.’Susan Sontag’ın Kısa Konuşmalar adlı öyküsünden (Ben, Vesaire adlı kitabından)Öykünün kahramanıyla Julia’nın konuşmasıdır biz okurları karşılayan. Central Park’ta güz zamanıdır. İki kadın bisikletleri yan yana devirmiş, bir ağacın altına uzanmışlardır. Julia, son zamanlarda birtakım şeyleri yapamamaktan bahseder. Örneğin Japon güreşi kursuna gidememek bunlardan biridir! Deli midir nedir bu Julia... Daha neler neler. Düşünmek için dünyanın tüm zamanlarına sahipmiş gibi bir hali vardır. Tüm saatlere ve günlere. Sonra henüz yere düşmüş olan bir yaprağı işaret eder. Bu yaprakla, hemen yanındaki daha önce kopmuş çürümeye başlamış yaprağın ilişkisini düşünmek de bunun içindedir. Julia’ya göre iki yaprağın arasında mutlaka bir ilişki vardır ve bu üzerinde uzun uzun düşünmeye değecek olan bir ilişkidir...Türkiye’nin 2014’üTürkiye’nin 2014’ünden bu satırlara genel olarak nasıl bakarız diye içimden geçti. Ve böyle bir şeyler çıktı:‘Nihayetinde iki yaprak diye düşünürüz. Onları düşüneceğime hiç düşünmem daha iyi deriz. Kim ne yapsın iki yaprağı canım. İnsana deli derler deli... Örneğin Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi ciddi işlerimiz dururken kim ne yapsın iki yaprağın meczup ilişkisini...’Düşünmek, faaliyete geçtiği sanıldığında, nedense ‘büyük’ ve ‘somut’ işleri düşünmektir hayatı kavrayışımızda. Onları kavradığımızı hissettiğimizde ya da sandığımızda (sanar gibi olduğumuzda da diyebiliriz) kendimizi ciddi ve olaylara vakıf hissetmemiz de bu yüzdendir.Oysa iki yaprağın ilişkisi bazen es geçtiğimiz birçok noktayı çapaklarından arındırabilir. Ve hiç umulmadık biçimde küçükten büyüğe önümüze serilen birçok açmaza deva olabilir ve bizleri kader-irade ilişkisinin yeni tanımlarıyla buluşturabilir.Örnekler:1-Neden ilk yaprak ikinci düşen yaprağa göre daha erken kopmuştur? Bu kopuşta mevsimler, rüzgâr gibi dış etmenler kadar yaprağın genetik zayıflığı da söz konusu mudur? Eğer böylesi bir zaaf söz konusuysa bunun nedeni nedir? Zayıflık kalıtımsal mıdır yoksa aşama aşama öğrenilebilen bir özellik midir?2-Çürüme nedir? Hangi aşamada başlar? Çürüme, dış etkilerin varlığıyla hız kazanır mı? İlk yaprağın (farz ettiğimiz) zayıflığıyla çürüme işlemiyle teması daha mı erken gerçekleşir? Kimler ve neler, ilk önce çürür?3-Yere düşme ve dalından kopma aşamasında zaman kavramının etkisi nedir? Zaman nasıl bir aracıdır? Zaman yaşamsal döngüde bir amaç mı yoksa bir araç mıdır? Zamanın karşısında tek bir yaprağın yaşamsal geçerliliği neye denk düşer? Bir yaprağın zamana yenilmesi ölüm mü yoksa yaşam mı demektir? Bir şeyin doğması için bir şeylerin ölmesi mi gerekir?4-Gelelim iki yaprağın ilişkisine. Yan yana düşmeleri bir tesadüf müdür? Aralarındaki ilişkiye ‘aynı yolun yolcusu’ ilişkisi biçiminde mi bakmak gerekir? Yaşamda hiçbir şey tesadüf değil diyorsak bu yan yanalığı nasıl açıklayabiliriz? Neden-sonuç ilişkisi zihnimizi kurcalayanlardansak bu yan yanalığı nasıl değerlendirebiliriz?İki yaprağın ilişkisine, kısacası önemsemediğimiz, gözümüzden kaçan detaylara biraz zaman ayırabilirsek, yaşamdaki birçok ilişkiyi de anlamlandırmamız daha kolaylaşır gibi geliyor bana. Peki neden böyle bir yazı? Türkiye’nin yaşanan tüm gelişmeleri neredeyse ‘nedensiz’ düşünmesi bana bu yazıyı yazdırttı.
‘Sorunlar onları yaratanların mantığıyla çözülemez’ demiş Albert Einstein. Ancak biz bunu bilecek yaşta değildik o zamanlar. Bilebildiğimiz elimizde üç tane taş olduğuydu. Bir de onları oynatabileceğimiz eften püften bir kare. Üç taş dendi mi Arzu’dan iyisi bulunmazdı. Taşları arka arkaya, yan yana en hızlı sıralayarak hayatı en kestirmeden çözenimiz, baş oyuncumuz, Üç Taş Arzu’ydu o. Farklıydı. İp atlama, saklambaç, şu bu derken bir öğretmenin araladığı kapıdan geçip satranç da oynamaya başladı. Kısacası oyunun felsefeyle kurabileceği en direkt bağı aynı oyunculuk ruhuyla hayatına ilk katanlarımızdandı. Şah Mat Arzu, o zaman oldu. Derken araya mesafeler girdi, yollar çatallandı. Yılların haşarı rüzgârları hepimizin ruh ve bedenine yıpranmanın izlerini bıraktı. Ondan gerçek anlamda tekrar haberdar oluşum ise Einstein’inkine yakın sarf ettiği tuhaf sözlerle oldu. Nikahına davetliydim. Bir gelinin sarf edebileceği en son sözlerden birini o zaman etmiş, mat olmaktan bıkmış, yani aslında aynı yerlere takılıp kalmış bir arkadaşını (evet o bendim) en olmayacak bir zamanda ‘sürekli aynı hamleleri yaparsan sonuç hep aynı olur be kızım!’ diyerek kendine getirmeyi denemişti. Kırk yıllık Arzu olmuştu sana En Kuantum Gelin Arzu! Ancak o yaz gününde tüller içinde söylediklerini hayat içinde gerçekten keşfedebilmem için daha çok mat olmam gerekecekti. Malum, herkesin mat olma ve bundan ders çıkarma potansiyeli kendineydi ve bereket ki zaman devingenliğiyle sonsuzdu.***Einstein’ın sözünü ve bizim Arzu’yu hatırlamak farz oldu bu hafta. CHP’nin çatı adayını öğrendikten sonra düşünmeye başladım. Hemen belirteyim ki ne CHP’yi ne de çatı adayını yerden yere vurmaya niyetliyim. Zaten bunu yeterince yapan var ve besbelli daha da olacak.Benim burada asıl dile getirmek istediğim daha genelgeçer bir tavıra ilişkin. CHP’nin sosyal demokratlıktan ‘adeta’ ürken tavrına yönelik bir eleştiri olarak da kabul edilebilir. Uzaklara gitmeye gerek yok, son yaşadığımız seçimleri de işin içine katarak CHP’nin katetmeye çalıştığı yolu, kendine dair bir yol çizme pratiği değil, rakibine karşı sürekli olarak bir strateji belirleme olarak görenlerdenim. Zorlandıklarını, yaşadıkları gelgitleri az çok tahmin etsem de, onları risk alma yolunda destekleyebilecek insanların olduğunu unutmasınlar. Risk alınabildiği müddetçe de kendine ait bir yol çizmenin, dolayısıyla gerçekten var olma şansının olduğunu. Siyaset, kendi kuralları olan bir oyunsa, bunun felsefi boyutunu düşünmemek kısa vadede günü kurtarabilir, hatta rakibinizi de o anlığına paniğe sevk edebilir. Ancak sizi gerçek oyuncu yapan ve bir oyuncu olarak özgün hamlenin ne demek olduğunu keşfettiren bunlar mıdır? Peki ya kazanmak? Kazanmak için, ‘o, şu, bu ne der’ kaygılarını bir yana bırakıp öncelikle kendi yolunuzu çizmeye cüret etmelisiniz. Sonrası kendiliğinden gelir. Yenmekle yenilmenin arasındaki ince fark olsa olsa budur.
Karneler alındı, eğitime ara verildi.Ben, her şeye rağmen Cemal Süreya’nın o dediği iskelede martılara bakarak heyecanla bekliyor, bekliyorum: ‘Kuşlar pekiyi!’Derken beklediğim motor yanaşıyor bulunduğum durağa. Motora biniyorum. Kısa bir süre sonra o da! Pako. Sanki kırk yıllık tanıdığız. Bakıyorum da keyfi yerinde. Heybeliada aktarmalı Büyükada’ya giden bir motordayız. Tesadüfen karşılaştık. Sahipleriyle çok mutlu bir köpek Pako. Arada gözleri ‘pekiyi’ kuşlara takılıyor. Benimkiler de ona. Pako’nun hali ortada. Hal ve gidişten yıldızlı pekiyi.Motorda öğrenciler de var. Onların da gözü Pako’da. Yaşları büyük olanlar kadar küçük olanlar da. Tüllü elbiseleriyle bir müsamere dönüşü yorgunluğunda kimi. Kiminde bir süzgünlük. Daha büyük yaşta olanlarında bir hüzün. Esasen dalgaları biçen motorun içinde hepsi bir başka havada. O sırada çaycı geliyor. Taze çay diyor ama çaylar kendilerinden geçeli en az iki saat olmuş. Tostlar desen, onlarda da bir yorgunluk bir yorgunluk... Yine de çaysız Ada yolculuğu olmaz. Olduğu zamansa onun adı deniz yolculuğu olmaz. Elimiz mahkum: Yiyoruz, içiyoruz. Öyle. Arada düşünüyoruz da: Biz orta yaşlıları da içine kattığımızda, iki çay, bir tost hesabından belki bir ‘orta’ çıkar çıkarsa. Çıkar mı? Hep birlikte dışardan birileri bizi görse orta bile vermez ya o da ayrı konu. Keyfi kaçık bir toplumuz biz, keyfi kaçık... Velhasıl Pako’ya, gençliğe, Ada’ya rağmen, Hayat Bilgisi, orta...Heybeliada’dan Büyükada’ya doğru Motor Heybeliada’ya yanaşır yanaşmaz bir grup inse de yenileri hemen biniyor, boş yerler doluveriyor. Artarak sayısı büyüyen insanlarız. Çin gibi, Çin kadar kalabalığız motorda. Belki de çok daha fazlası. Sahi kaç insan taşıyoruz her birimiz kendi içimizde?Haydi hayal gücü devreye girsin bakalım (bunun notunu, okullarda hayal gücü, yaratıcılık, özgünlük gibi dersler olmadığına göre Beden Eğitimi’ne filan vereceğiz artık): Bu anlamda her insan bir ada, bir yarımada, bir ülke, hatta bir kıta olarak bile düşünülebilir. Sahi her insanda kaç bin hayal vardır, kaç bin özlem, tutku, nefret, hırs? Bir insan aslında kaç insan eder? Kimyamız, fiziğimiz, biyolojimiz, tarihimiz, coğrafyamız ve dilbilgimizle motorda kaç kişiyiz? Çarp, böl, topla, off, çok zor. Soru sabit, BEKLİYOR: Motorda kaç kişiyiz?(Ne bileyim! Ah, yerlerde sürünen matematiğimiz.)O sırada kahkahalar yükseliyor motorun ortalarına doğru. Şen kahkahaların kadınları bunlar. (Anacığım, Hayat Bilgisi notu verildiği sıralarda nerelerdeydiniz?) ‘Aman boşver’ diyor biri. Diğeri dalgalı saçlarını düzeltiyor, saçları yine karışıyor. Ötekisi onların fotoğrafını çekiyor. Rüzgar esiyor. Martılar. Kuşlar. Çaylar. Hadi, bayat tostlar da. O zaman sormak elzem oluyor. Peki ya Sağlık Bilgisi? Şüphesiz ki pekiyi!Tersi durumlarda, yani insanın sınırlı bir varlık olduğunun sürekli hatırlatıldığı, ondaki gizil gücü sürekli aşağı çekmeye hevesli yapıların hüküm sürdüğü durumlarda ise tam tersi oluyor. Şu sinirli sinirli kadınlara bakan yaşlı çifte ne demeli? İşte o zaman, insan canlı, sınırsız, bereketli, mucizelerle dolu kadim bir toprak olma vaadinden durgun bir bataklığa dönüşebiliyor böyle. Ve çoğunlukla kendi kaderini yaratamamanın biçareliğinde hep başkalarını suçluyor. Bereket kadınlar bu yaşlı çifte hiç aldırmayıp gülmeye devam ediyor.Önümüzden adalar geçerken böyle.***Eğitime ara verildiği yalan; her şey devam ediyor yaşam okulunda. Anlamlı olan da böylesi zaten .Ben mi ?Liseden arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Bugünlük ciddiyetten muafım!
‘Kanın sıcaklığı deniliyor ya, öyle. Canı canan’ı da erken gözden çıkarıyor insan o yaşlarda giderken dağlara. Zorlanmıyor mu? Çok pek çok zorlukla başbaşa kalıyor. Kimileyin geride bıraktıkları, kimileyin yeni mekân ve koşulların zorluğu. Ama bunları dillendirmiyorsun bile.’ Ruken Şahan’ın Bianet’e verdiği söyleşiden***Dillendirememek.Ben Şahan’ın küçücük bir çocukken dağları tercih etmesinde, tam da bu sessiz noktaya takılıp kaldım. Bir seferinde Batman’a gittiğimde Rüzgâr kod adıyla (kod adı da bu değil aslında) kendini bana tanıtan, ‘Abla, ölüm kolay, hayata geri dönmek ise zor’ diyen bir başka genç kadının, bu cümleyi söylerken bile sesinde, tavırlarında gölgelediklerini hatırladım. Bu insanların yaşam adına dillendiremediklerinin hemen hepimizin üzerinde gezinen bir gölge olduğunu varsaymıştım o zamanlar. Hâlâ öyle düşünüyorum. Bu çocuklara yaşama hakkını çok gören, yanlış yapmalarına, aşık olmalarına, genç kız ve genç kadınlar olmalarına izin vermeyen, onları yıllarca yok sayan, ezen, büzen, iten her ne varsa onun hepimize ait bir gölge olduğunu. Ve hepimizi gölgelediğini. Ya ölümsüzlük? O gölgede, bu insanların yaşamla kurmalarına izin verilmeyen bir bağın ölümle, daha doğrusu ölümsüzlükle iç içe olduğunu az çok biliyorduk. Bütün savaşların insanları davet ettiği bir noktaydı o. Ve sanırım o dillendirilemeyen yerde bir başka soru da ölümsüzlük için geçerliydi.Gerçekten ölümsüzlük mümkün müydü? Rüzgâr’ın dillendiremediklerinde bunun mümkün olmasa da inanılası bir şey olduğunu sezmiştim. En önemli ‘direnme’ sac ayaklarından biri buydu, hiç kuşkusuz.Peki gerçek miydi?Bu soruyu o zaman sormaya çekinmiştim.Adına, hatırlayabilmek ya da sonsuzluk diyebileceğimiz her ne varsa zamanın vasat ve sığ engebeleri arasında eriyip gidiyordu. Bu da, esasen biz insanların ölümsüzlük fikrini çoktan elimizden almıştı.O zaman imdadıma yine Rüzgâr yetişmişti. ‘İnsanın kalbinde ölümsüzlük mümkündür’ demişti ‘bir bardak su istiyorum’ der gibi. Ölümsüzlük fikrinin artık meskensiz, mekânsız, tekinsiz yersiz yurtsuzluğuna işaret ederek. İnsan elinin değdiği hemen her şeyin bozulabilir, yok olabilir olmasına dikkat çekerek. Sahi her şeyin satıldığı ve çalındığı (oyların, rollerin, cümlelerin, anlamın vb.) bir diyarda, ormanların yağmalandığı, derelerin yok edildiği, yalanın baş tacı edildiği, hırsızların sevildiği, katillerin kol gezdiği bir ülkede ölümsüzlük diye bir şeyden söz edebilir miydik? Sadece kalplerde... Olsa olsa kalbe dair bir romantizm olabilirdi bu.Rüzgâr’ın sessizliğinde ölümsüzlüğün olsa olsa insan kalbindeki boynu bükük bir sığıntı hayalden ibaret olduğunu işte o zaman düşünmüştüm. Kelimeler bu kadar azken, birkaç kez yazıştık onunla, öyle hatırlıyorum. Hayatta ortak bir şeyler bulmaya çalışarak. Belki bulduk da, ama fazla devam edemedi. Kalbindeki ölümsüzlük fikrinin yetemediği bir noktada, arkadaşlarının gencecik bedenlerinin bizzat ölüme yaslanışına tanık olma ‘gerçeği’ her şeye ağır bastı sanırım. Üniversite sınavları için dershaneye gitme hayali, okuma isteği, yaşamı yeniden döndürme arzusu... Tüm bunlar kalbindeki ölümsüzlüğün karşısında soluklaşmış olmalıydı. Besbelli, kalbindeki ölümsüz şeylerin bu talan dolu dünyada karşılığı yoktu.***Bu insanlara bu dünyayı nasıl sevdirebiliriz?Dillendiremediklerinin onların gerçek yaşamı olduğunu nasıl anlatabiliriz?Benim cephemden, bir edebiyatçının gözünden bakıldığında elzem sorularımız bunlardır. Ama itiraf edeyim ki bu dünyanın bu haliyle pek de sevilesi bir yanı yok. Çocuklarına, gençlerine sahip çıkamayan bir toplumdan ne beklenebilir? Ya onların hayallerine uzanamayan hantal bir devlet yapısından?’O zaman şunu yeniden düşünmeli: Bu dünyayı nasıl değiştirebiliriz? Yaşamlarımızı sığıntı yaşamlar olmaktan nasıl kurtarabiliriz? Dünyaya ölümsüzlüğü getirme şansımız var mı?
‘Şimdi dostlar, evrenin bir merkezi yoktur. Çünkü evrenin kenarı yoktur. Sonsuzluk böyledir. Biraz karışık ama hafifmeşrep de.Ama memleket idaresi her zaman basit ve köşeleri belliydi. Bir merkezimiz ve başkanımız vardı: Allah’a şükür. Elbette kenarlar da mevcuttu.’Ahmet Büke’nin Can Yayınları'ndan çıkan Yüklük adlı öykü kitabından satırlar bunlar. Her şeyin Teorisi ise bu seçkide yer alan güzel öykülerden biri. Bugünkü yazıma katık etmek istedim bu satırları çünkü ben de aynen Ahmet Büke gibi memleket idaresinin köşelerine ve vasatlığına sonuna kadar ikna olmuşlardan biriyim.Desenize durum vahim!Öyle.Hatta bu işi biraz daha ileri götürüp merkezin varlığını tam da etrafına oturttuğu kenarlardan aldığını varsayanlardanım. Kısaca şu: Merkezin gücü, aslında etrafına koyduğu duvarlar ve ötekileştirdikleriyle sağlanır. Ve çok daha ilginç olanı, merkezin gerçek tanımını bunlar üzerinden kurguluyor olmasıdır. Merkez, kendi yerini değil, ötekileştirdiklerinin yerini saptar ilk etapta. Ve ardından bunlar üzerinden kendi gücünü tanımlar.Burada, asıl fark edilmesi gereken nokta, merkezin gücüne güç katanın ötekileştirdiklerinin bizzat kendi rızalarında inşa edilir olduğudur. Öteki olduklarını kabul etmeleri sayesinde merkez merkezdedir. Ama asıl içler acısı olan da bu tanımı merkezin en başta kendisinin kurgulamış olduğudur. Yineleyelim, bunu kenarlar üzerinden yapar. Kenarların, köşelerin yerini saptayarak, onları tanımlayarak. Ardından bu tanımlar üzerinden kendi yerini gerçekleştirerek ve sağlamlaştırarak.SorularŞu sorular merkez-kenar ilişkisinde her zaman önemlidir ve sanırım hep önemli olacaktır:Kime göre azınlık?Neye göre azınlık?Hangi koşullarda azınlık?Kime göre çoğunluk?Neye göre çoğunluk?Hangi koşullarda çoğunluk?Bugün merkezde ve çoğunluk konumunda olduğunu savlayanların temel argümanlarına bakalım ve bu soruları, bir kez de bu gözle soralım. Örneğin ‘böyle gelmiş böyle gider’ sözünün nasıl yaşatıldığına da dikkat kesilelim bu arada. Merkezin değil, bizzat kenardakilerin verdiği onay sayesinde merkezileştirilmiş bu söze bir de böyle bakalım, evet. Bunun, o, şu, bu değil, dünyadaki hemen hemen bütün iktidarların en temel var oluş hesabı olduğunu bir biçimde keşfedelim.Ve hakiki sonsuzluğun bu tür ikiliklerden beslemenemeyeceğini yeniden hatırlayalım.Yani hatırlayabilsek! Ne güzel olurdu. Olurdu da...***Kaderin bile kader olmaktan çıktığı ülkemizde bugünkü yazımızı Ahmet Büke’yle bitirelim yine:‘Uzayda zaman varsa bizim memlekette kader vardı sonuçta.’Çıtlatmakta fayda var: Öykü bu genelgeçer kader algısıyla değil, her canlının kendi kaderini yaratabileceği ve kendince bir sonsuzluğa erebileceğine dair bir işaretle bitiyor!
Uzun bir zamandır taşınma vesvesesi içindeydim. Kadıköy Yeldeğirmeni İskele Sokak’taki ofisimden ayrılma zamanı gelmişti. Esnafının sıcaklığı ve renkliliği ile sarmallandığı, doğal ve eski binalarıyla Kadıköy Rıhtımı’na usulcacık ve alçakgönüllü bir edayla uzanan bu diyardan üzülerek ayrıldığım aşikâr. Kıymetli dostlar, tarihi yaşamla birlikte soluyan geniş avlulu eski binalar, denize açılan sokaklar ve cümbüşü andıran çiçekleriyle bambaşka bir beş yıl geçirdim İskele Sokak’ta. İskele sözcüğünün farklı anlamlarını keşfederek bir ilişkide insanın maksimum yaşayabileceği mutluluğa ulaşmış bir biçimde.Veda ederkenNicedir yan yana oturduğum asırlık Osmangazi İlkokulu’na da böylece veda etmek hasıl oldu. Ama ne veda! 1914 yılında Haydarpaşa Gar binasının yapımında çalışan Alman mühendis ve mimarların kendi çocuklarının eğitimi için yaptıkları bu bina, bu yıl yüzüncü yaşını kutluyor! Ancak üzülerek belirteyim ki okulun öğrenci azlığı nedeniyle kapatılması gündemde. Özellikle son dönemde bölgedeki “Haydarpaşa Projesi” ve kentsel dönüşüm hareketliliği düşünüldüğünde bu kapatılma işinde bazı nahoşlukların olduğu da ortaya çıkıyor. Kendisi de bir Yeldeğirmenli olan mimar Arif Atılgan’a göre okuldaki eğitimin kötü olduğu yolundaki söylentiler bilinçli olarak yaygınlaştırılıyor. Böylece mahalleli çocuklarını buraya göndermiyor. Bu da her yıl öğrenci sayısının azalması demek. Kanımca okulda sekteye uğrayan eğitim değil. Olsa olsa bu güzelim binanın, eğitime sağlayabileceği katkıların neler olabileceğini düşünmek sekteye uğramış durumda.Bir semte bir proje olarak bakmanın, bir semti yıkıp yeniden yapmak olarak anlaşıldığı günümüzde, dilerim Yeldeğirmeni o eski doku, renk ve güzelliğini koruyarak yoluna devam eder. Yine o beter projeler çerçevesinde semtte yaşayan insanların resmen yok sayılıp ülkenin yeni zenginlerine şık dünyalar sunan reklam filmlerinin konusu haline de gelmez. Dilerim.Bu dileğin içinde Osmangazi İlkokulu da var elbette.Bir başka okulOkullardan söz etmişken Kadıköy Anadolu Lisesi Eğitim Vakfı KALEV 1985 yılından beri eğitimle haşır neşir bir vakıf. Bu sene bambaşka bir hayale imza attılar. Daha önce de yazdım. Mezunların katkılarıyla 2014-2015 eğitim döneminde ilkokul çağındaki çocuklara yönelik bir ilkokul girişimini hayata geçiriyorlar. Amaç Kadıköy Maarif geleneğini ilkokul çağındaki çocuklarla tanıştırmak. Vakfın genel koordinatörü Sibel Küpeli “eşitlikçi ve çocuğu merkeze koyan bir anlayışı hayata geçirmenin önemi”ne değiniyor ve “öğrenme ortamlarının deneyimin olduğu yerlerde mümkün olabileceğini” belirtiyor.Okul için aday öğrenci görüşmeleri başlamış durumda.Detaylı bilgi için:www.kadikoymaarif.org
....söylerken kafesteki kuş özgürlüğün ezgisiniözgür kuş ise peşindedir başka bir melteminuğultulu ağaçların arasından süzülürken alizelerve beklerken şişman bir solucan şafakla ışıyan çimenlerdekoyar kendi adını gökyüzüneoysa düşlerin mezarlığındadır kafesteki kuş Bilmediğim bir yerin bilmediğim iklimine alışmaya çalışıyordum. Saklamaya gerek yok, yalnızlığın demirlediği gönüllü bir sürgün kıyısında, bir üniversite öğrencisi olarak yaşamın anlamı (ya da anlamsızlığı) karşısında çaresizdim. Bu yüzden olsa gerek ıssız, yaşayan ya da göçmüş ruhların buluşma yerlerinden birine doğru sürükledi beni ayaklarım. Eski bir kitapçı dükkânına. Üniversitenin şehrin merkezine doğru giden yolundaki o kitapçı dükkânı, tahmin ettiğim gibi benimkine benzer yalnız ruhlarla çoktan delik deşik olmuştu. Eskiliğiyle huzur veren ve gerçek bir kitapçı dükkânıydı. İçine kitap kokusu sinmiş olanlardan. Daha girmeden yüzler ve ruhlar rahatlattı beni, ferahladım. Aynı dilin çaresizliği, benzer arayışlar, ölüler, diriler, hayaletler, arayanlar, aramayanlar, hemen hepsi oradaydı. Bir süre girişteki kapının sütunlarına yaslandım. Dükkânın salaş vitrinine de o zaman bakma fırsatım oldu.Oradaydı. Maya. Maya Angelou’yla ilk kez yüz yüze geldiğim yer orasıydı işte. 1969 yılında yazdığı ilk otobiyografisi olan ‘I Know Why the Caged Bird Sings’ (Kafesteki Kuşun Neden Şarkı Söylediğini Biliyorum) ile o eski kokan vitrinin içinden bakıyordu yüzüme. Hem kitabın adıyla hem de kitabın kapağındaki desenle. Onun gibi kadınların yazdığı ‘otosansürsüz’ otobiyografilerin ne kadar değerli olduğunu, kaybolmuş ruhların rüzgâra kapılmış düşüncelerine nasıl da pusula olabileceğini henüz tam anlamıyla keşfedecek noktada değildim sanırım. Yıllar sonra yazmanın ‘soyunmanın’ ta kendisi olduğunu keşfettiğimde de aklıma gelen ilk adlardan biri olmaması tamamen benim ayıbım olsa gerek. Ancak bu dünyadan kayıp gittiğini okuduğum zaman kafamda beliren Maya Angelou (hatta o anıdan tamamen bağımsız olarak sonradan okuru olduğum Maya Angelou) ile dimağımda beliren Maya arasındaki boşluk, bana o güne geri dönme çağrısı yaptı. Sahi o gün ne olmuştu?O gün kitabını almamıştım. Hatta o gün hiçbir kitap almamıştım. Sadece dükkânda gezinmiş ve hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıkmış güne devam etmiştim. Buna karşın oraya girerken yaşadığım sıkıntıdan eser kalmamıştı. (Kitapların sadece okunduğu zaman size ufuk açtığını sananlardansanız, bu fikrinizi bir kez daha gözden geçirmenizi öneririm!)Maya’nın 1930’lardaki çocukluğunu anlattığı kitabı I Know Why the Caged Bird Sings’i çok sonra okudum. Ayrımcılığın ne olduğunu çok iyi bilen bir kadının yaşamdan umudunu yitirmeden soluk soluğa yazdığı satırların kitabıydı o. Annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğramış ve beyazların gücünü ruhunda hissetmiş bir kadının satırlarının kitabı. Diğer otobiyografileriyle birlikte okunduğunda ise kaderin ne olduğunu anlayabileceğiniz bir önsöz. Yaşamın ne olduğunu da. Ancak vitrinde rastladığım Maya, sanırım, bana bambaşka bir mesaj vermişti o gün. Yerin yedi kat dibinden yeryüzüne çıkmaya cesaret edebilmiş bir kadın, bir insan olarak gülebilmenin gücünün ne olduğunu fısıldamıştı. Yaşama sevgiyle bakabilmenin dünyadaki en büyük direnme noktası olduğunu. Ne olursa olsun devam etmek gerektiğini. Şimdi mi? Şimdi o kitabın çok daha fazlasını anlattığını biliyorum. ‘Özgür bir kuş’ olabilmenin nasıl bir yoldan geçebileceğini, örneğin. Ama benim söylememin yeterli olmayacağını da biliyorum. Bunu, herkes, zamanı geldiğinde kendisi keşfetmeli. Her keşif kişinin kendine özeldir çünkü. Elbette tutsaklık da. Elbette özgürlüğün mayası da.
‘Hiçbir şey sebepsiz değildir,’ diyen değerli editörümüz Aytekin Hatipoğlu’naİki gün önce iki gence rastladım. Birisi direksiyonun başındaydı, diğeri de yanında. Direksiyonda olmayan fosur fosur sigara içiyordu. Dertli miydi, aşık mı, tam olarak kestirmesi zordu. Ancak ikisinin suratında da hemen hemen aynı ifade vardı: Boşvermişlikle, ‘buralar benden sorulur’ arasındaki bir ruh viyadüğü hali. Pencereleri açmış, önlerinde bekleyen taksiye ‘yürüsene be’ diye delikanlılık taslıyorlardı. Bu aşırı ‘delikanlılığın’ temel nedeni ise genç oluşları değil bir polis otosunda polis üniformalarıyla oturuyor olmalarıydı. Taksi şoförü onları dikiz aynasından izliyor, başka zaman olsa dayılanmada hemen herkesi haraca kesecek ruhuna belli ki bu seferlik duayla karışık telkinlerde bulunuyordu. Hemen yanındaki ön koltuğa oturmuş yaşlı ve engelli yolcusunun arabadan bir türlü inemeyişine içten içe kızıyor, ailesinden aldığı Müslümanlık edebi gereği ona da bir şey söyleyemiyor, velhasıl elindeki biçare direksiyonu sıkarak patlıcan gibi kızardıkça kızarıyordu. Mecburi istikametteydiler hep birlikte. Tek şeritli dar bir yola yaslanmış bir sağlık kuruluşunun önünde. Hava sıcak, nem yüksekti. Sonra ummak istemediğimiz ama beklediğimiz bir şey gerçekleşti. Polis otosu, o rehavet dolu öğleni yırtıp atan sirenlere, hiç ama hiç gerekmeyecek biçimde ‘tozuturum burayı’ şeklinde abanıverdi.Sirenlerle birlikte etraftaki hemen herkesin de yüreği ağzına geldi: ‘Yine ne vardı?’ Herkes kendince önemsediği böylesi bir anıyı gözlerinde canlandırdı, kaderine isyan etti. Ama hiç kimse polis otosuna dönüp ‘el insaf’ demedi, diyemedi.O hariç!Evet o. O, koltuktaki yaşlı adamdı. Ağır ağır, tökezleyerek, koltuk değneklerini yanında sürükleyerek iniverdi arabadan. Ve sonra aynı adam, soluk ve cansız gibi gözüken bedenini taksinin sarı ve mekanik bedenine yasladı. Nefes nefese kalmıştı. Taksi şoförü içinse film orada kopmuştu. Ha bayıldı ha bayılacaktı. İşte o sırada yaşlı adam kendisinden umulmayacak bir çeviklikle koltuk değneklerinden birini havaya kaldırarak, hayatının en sıradan cümlelerinden birini sarf edercesine dedi ki:‘Biraz sabırlı olmayı öğrenin memur beyler. Her şeyin bir sebebi olduğunu öğrenin artık.’***Evet, hiçbir şey sebepsiz değil. Tıpkı bugün bu yazıyı yazıyor olmam gibi. Bugün yıldönümünü yaşadığımız Gezi Direnişi’nde yaşamlarını yitiren gençler için de aynı şey geçerli değil miydi?O gençlerin niçin sokağa döküldüğü sorusu sürekli olarak es geçildiği müddetçe varılan yer hep bugünkü Türkiye oluyor, olacaktır. Demokrasinin tıkandığı ülke, yani. Öte yandan çözüm sürecinin içinde olduğumuzu iddia eden bir iktidarın Kürt gençleri dağa çıkıyor diye hâlâ örgütü suçlaması da bunun kanıtı değildir de nedir? İnsana sormazlar mı ‘Kardeşim bir yıldır sen ne yapıyorsun?’ diye. ‘Madem çözüm sürecindeyiz bu gençler niye hâlâ dağa çıkıyor sahi?’ diye.Ve daha neler neler... Sirenlerin yanık sesine karışamayacak, yok saymakla yok edilemeyecek neler neler.Ne diyelim? Allah kimseyi sebebi arayamama, görememe, bulamama talihsizliğine ve bu uğurda tali yollara sapma zafiyetine düşürmesin.Amin.