....
söylerken kafesteki kuş özgürlüğün ezgisini
özgür kuş ise peşindedir başka bir meltemin
uğultulu ağaçların arasından süzülürken alizeler
ve beklerken şişman bir solucan şafakla ışıyan çimenlerde
koyar kendi adını gökyüzüne
oysa düşlerin mezarlığındadır kafesteki kuş
Bilmediğim bir yerin bilmediğim iklimine alışmaya çalışıyordum. Saklamaya gerek yok, yalnızlığın demirlediği gönüllü bir sürgün kıyısında, bir üniversite öğrencisi olarak yaşamın anlamı (ya da anlamsızlığı) karşısında çaresizdim. Bu yüzden olsa gerek ıssız, yaşayan ya da göçmüş ruhların buluşma yerlerinden birine doğru sürükledi beni ayaklarım. Eski bir kitapçı dükkânına. Üniversitenin şehrin merkezine doğru giden yolundaki o kitapçı dükkânı, tahmin ettiğim gibi benimkine benzer yalnız ruhlarla çoktan delik deşik olmuştu. Eskiliğiyle huzur veren ve gerçek bir kitapçı dükkânıydı. İçine kitap kokusu sinmiş olanlardan. Daha girmeden yüzler ve ruhlar rahatlattı beni, ferahladım. Aynı dilin çaresizliği, benzer arayışlar, ölüler, diriler, hayaletler, arayanlar, aramayanlar, hemen hepsi oradaydı. Bir süre girişteki kapının sütunlarına yaslandım. Dükkânın salaş vitrinine de o zaman bakma fırsatım oldu.
Oradaydı. Maya.
Maya Angelou’yla ilk kez yüz yüze geldiğim yer orasıydı işte. 1969 yılında yazdığı ilk otobiyografisi olan ‘I Know Why the Caged Bird Sings’ (Kafesteki Kuşun Neden Şarkı Söylediğini Biliyorum) ile o eski kokan vitrinin içinden bakıyordu yüzüme. Hem kitabın adıyla hem de kitabın kapağındaki desenle. Onun gibi kadınların yazdığı ‘otosansürsüz’ otobiyografilerin ne kadar değerli olduğunu, kaybolmuş ruhların rüzgâra kapılmış düşüncelerine nasıl da pusula olabileceğini henüz tam anlamıyla keşfedecek noktada değildim sanırım. Yıllar sonra yazmanın ‘soyunmanın’ ta kendisi olduğunu keşfettiğimde de aklıma gelen ilk adlardan biri olmaması tamamen benim ayıbım olsa gerek. Ancak bu dünyadan kayıp gittiğini okuduğum zaman kafamda beliren Maya Angelou (hatta o anıdan tamamen bağımsız olarak sonradan okuru olduğum Maya Angelou) ile dimağımda beliren Maya arasındaki boşluk, bana o güne geri dönme çağrısı yaptı.
Sahi o gün ne olmuştu?
O gün kitabını almamıştım. Hatta o gün hiçbir kitap almamıştım. Sadece dükkânda gezinmiş ve hiçbir şey olmamış gibi dışarı çıkmış güne devam etmiştim. Buna karşın oraya girerken yaşadığım sıkıntıdan eser kalmamıştı. (Kitapların sadece okunduğu zaman size ufuk açtığını sananlardansanız, bu fikrinizi bir kez daha gözden geçirmenizi öneririm!)
Maya’nın 1930’lardaki çocukluğunu anlattığı kitabı I Know Why the Caged Bird Sings’i çok sonra okudum. Ayrımcılığın ne olduğunu çok iyi bilen bir kadının yaşamdan umudunu yitirmeden soluk soluğa yazdığı satırların kitabıydı o. Annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğramış ve beyazların gücünü ruhunda hissetmiş bir kadının satırlarının kitabı. Diğer otobiyografileriyle birlikte okunduğunda ise kaderin ne olduğunu anlayabileceğiniz bir önsöz. Yaşamın ne olduğunu da.
Ancak vitrinde rastladığım Maya, sanırım, bana bambaşka bir mesaj vermişti o gün. Yerin yedi kat dibinden yeryüzüne çıkmaya cesaret edebilmiş bir kadın, bir insan olarak gülebilmenin gücünün ne olduğunu fısıldamıştı. Yaşama sevgiyle bakabilmenin dünyadaki en büyük direnme noktası olduğunu. Ne olursa olsun devam etmek gerektiğini.
Şimdi mi? Şimdi o kitabın çok daha fazlasını anlattığını biliyorum. ‘Özgür bir kuş’ olabilmenin nasıl bir yoldan geçebileceğini, örneğin. Ama benim söylememin yeterli olmayacağını da biliyorum. Bunu, herkes, zamanı geldiğinde kendisi keşfetmeli. Her keşif kişinin kendine özeldir çünkü. Elbette tutsaklık da. Elbette özgürlüğün mayası da.
Maya!
Haberin Devamı