‘Hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.’Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi***Geçen bir arkadaşım, laf lafı açınca, televizyondaki bir programdan bir alıntı paylaştı benimle. Ekran tam donanımlı. Yok, yok. Teknoloji tam gaz. Adamın kulaklığı var. Sözleri, o söyledikten sonra alttan geçiyor. Dışardan telefon bağlantısı alıyor, anında cevaplıyor. Ve sorulardan biri şu: ‘Cinler evden eşya çalar mı?’Cinleri bilmem ancak ekranların bizden beyin hücrelerimizi çaldığı kesin!Bunu bile bile bir kanalın haber programını takip etmeye çalışıyorum. O sırada fanilalı terli bir adam ekrandan geçiyor. Gayriihtiyari, ekrandan geçişine, daha doğrusu ne kadar salına salına geçerse o kadar iyi olur prensibiyle reji odasında kurgulanmış o ‘Cesur Yürek’ erkek hikayesine bakakalıyorum. Adam, o hezeyan fırtınası içersindeki halinden anlayabildiğim kadarıyla erkek kardeşinin (ayrı yaşadığı) karısına kurşunlar yağdırmış, kadın can havliyle korkudan kaçmış. Fanilalı adam kadını aşığıyla yakaladığını defalarca yineliyor ekranda, daha doğrusu kurgunun ayarı bunun temeline oturtulmuş . Dahası kadere cevap verdiğinizde, genel gidişata hayır dediğinizde, evliliğinizi ya da birlikteliğinizi bitirmek istediğinizde bu toplum erkeğinin çoğunun kafasında beliren, ağızda yuvarlanırken bile nefret ve kinle ağdalanan o sözcüğü pelesenk etmiş diline... Söylüyor da söylüyor; o söylerken yasak savmak adına sansür düdüğü duyuluyor ama neyi söylediğini çok iyi anlıyor, biliyoruz. Sonra beyaz fanilasıyla namus bekçiliği görevinden emin olmamız istenilen bu zat, yani Fanilalı Cesur Yürek, başlıyor ahlak vaazları vermeye. Böyle kadınlara haddini bildirmek lazımmış vb. Ve son sahne: Polis abilerimiz Cesur Yürek’i tüm kibar ve anlayışlı halleri ile sakinleştirmeye çalışıyorlar! Ah kerata ah! Tavırları bu. Derken faili Fanilalı olan yaralılar geçiyor önümüzden. Dışardan bakan birinde uyanması istenilen kanı belli: Hak eden cezasını bulmuştur. Ekran onayını vermiştir: Muhafazakar, ahlak takıntısından önünü göremeyen Türkiye’nin önü, her nasılsa, bütün ufuklara açıktır. O ufkun neyi içerdiğini kimse bilmez, o ayrı. Önemli olan: Kim tutar seni Türkiye, kim tutar seni artık halleridir.***Şimdi bu ekranlardan yansımayacak başka bir hikayeye bakalım: 15 yıllık evliler. 15 yıl boyunca her gün şiddet uyguluyor karısına. Boşanma arifesinde ise olan oluyor. Bildiğimiz o hikaye tekrar gündemde! Tam 43 yerinden, evet yanlış okumadınız, 43 yerinden tornavidayla yaralıyor karısını adam. Ama buraya gelene kadar hikaye uzun, neler neler oluyor. Özetleyelim: Maruz kaldığı şiddete karşı susmayarak onlarca kez karakola başvurmuş olan kadın, iki kez koruma kararı alınmasını sağlıyor. Kocası 120 gün hapis cezasıyla cezalandırılıyor, ancak bu para cezasına çevriliyor. Kadın, pek çok kadının yaptığı gibi şiddetin son bulacağı umuduyla kocasına şans veriyor ama umduğu olmuyor. Sonunda boşanmaya karar veriyor. Ve bedel: 43 tornavida darbesi.Ve hemen her seferinde kim kaybediyor bilin bakalım?Kadın.Cinlerin evden eşya çalıp çalmayacağını tartışan Türkiye, kadınların hayatından gerçekte nelerin çalındığını, erkekliğin neyin üzerine inşa edildiğini bir türlü tartışamıyor. Tartışsa da nasıl tartıştığı belli. Yine kadın ve bedeni üzerinden ve ahlak normlarıyla! Ee, ne de olsa ufkumuz açık. Bunu da en çok medya biliyor ve fiştekliyor ya, insanı asıl hüzünlendiren de bu!
Yüreğimiz her daim hop oturup hop kalkıyor onunla! Neyle mi? Kızıl gezegen Mars... Oradaki ilginç bir gözleme daha tanık olduk.Robot Curiosity, Mars’tan gönderdiği fotoğraflarla biz insanları, ArnoldSchwarzenegger’in Gerçeğe Çağrı (Total Recall) filmindeki gibi meraklar içerisinde bıraktı. Kumlu taşlık bir arazide ‘insanın kalça kemiği’ne benzeyen kemiklere rastladı. Bana öyle geliyor ki ileriki günlerde, bu tür konulara pek meraklı olan basınımız, bulunan Marslı kalça kemiğinin bir kadına ait olup olmadığını, ilgili ilgisiz birçok fotoğrafı ortalığa saçma suretiyle ele alacaktır. Ama... Maslak Ormanı’nı kurtarmaktan vazgeçince kalça ormanı yaratarak günü kurtaracağını düşünen basınımız hiç kusura bakmasın. Neden mi? Burada başka bir husus daha var çünkü: Yaşamın varlığını hevesle uzayda arayan insanın, yaşamın kıymetini bu dünyada neden yok saydığı sorusu.Ah şu sonsuz merak! Evet, Curiosity. Yani Merak. Yani insanın uzayı keşfetme konusundaki sonsuz merakı, bedeninin dünyaya tutsaklığını dindirmek adına uzayı özlüyor, uzaydan, uzaydaki yaşamdan medet umuyor oluşu. Ancak bir diğer yandan da bu tutsaklığın suçlusu olarak yine yaşamı, üstelik dünyadaki yaşamı tayin ederek onu hiçe sayması, ona meydan okuması, onun için pusular kurması... Yaşamın varlığını uzayda bu kadar özler ve ararken, dünyadaki yaşamı, canlıyı, suyu, enerjiyi yok etme eğilimi... Dünyayı kumlu taşlı toprakların içine sıkıştırılmış olan cansız bedenlerin üzerine kurması. Buna zafer, mevcudiyet, bereket, gerçek diye diye tanımlar koyması... Çelişkinin daniskası değildir de nedir bu?Gerçi çok da haksızlık etmeyelim. Robot mobot... Curiosity, hiç kuşku yok ki, elimizin altından kayıp gideceğini düşündüğümüz sonsuzluğun, sınırlı bir hayalden çıkıp önümüze çırılçıplak serilmesi demek... Belki de bir özgürlük vaadi! Ancak aynı zamanda sonsuzluğu kendi mekânında yaratmaktan aciz, gerçeğini savaşlarda, iktidarlarda, kana susamış belleklerde ha gayret üreten insanın asırlara yayılmış yalınkat çaresizliği de. Dünyada kendi söküğünü dikemeyen terzinin uzaya çıkan çırağı...***Bu dünyaya tekrar dönecek olursak:TMMOB’ye bağlı odaların şubeleri, Şengal’de IŞİD tarafından katledilen ve yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalan Ezidi halkına destek için, bir yardım kampanyası başlattı.Tüm insanlığın omzunda vicdani ve ahlaki bir görev olarak duran ‘Ezidi halkıyla dayanışma’ meselesine bir şekilde katkı sunmak adına Mimarlar Odası İstanbul Şubesi, Diyarbakır Şubesi’nin başlattığı yardım kampanyasını sürdürüyor.IŞİD’in soykırımı aşan boyuttaki bu vahşetinin etkilediği yaklaşık 600 bin insana ulaşacak olan yardım kampanyasına katılmak isteyenlerin aşağıda belirtilen acil ihtiyaç listesindeki malzemeleri,Mimarlar Odası’nın Kemankeş Cad.No:31 Karaköy adresine teslim etmelerini istiyorlar.En güncel acil ihtiyaç listesi ise şöyle:Bebek maması, çocuk bezi, kadın pedi, temizlik malzemesi (sabun, deterjan, ıslak havlu), kıyafet (iç çamaşır, eşofman, kadınlar için diğer kıyafetler, bebek ve çocuk kıyafetleri), yatak, yastık, battaniye.
Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yazmaya küçük bir ara verdim. Hem olaylara biraz dışarıdan bakmak hem de gelecek günleri kafamda tasarlamak açısından ihtiyacım olan bir molaydı bu. Fena da olmadı.Ülkenin yaşadığı santrifüjlü gündemden kafamı biraz başka yerlere uzattığımda ise kırk yıllık kıymetli bir arkadaşımı buluverdim karşımda. Yıllar önceki gönüllü, biraz da zorunlu ABD göçmenliğinde, bir vicdani retçi olarak uzun yıllar boyunca Türkiye’ye gelememişti. Sonrasında çıkan bedelli askerlik, nihayet çok sevdiği ülkesine arada sırada da olsa gelmesine olanak sağladı.Yıllar önce göçmenliğini ilk kanıksadığı yer olan New York’ta onu ziyaret ettiğimde ‘Bak burası benim’ diyerek tutmuş küçük bir parka götürmüştü beni. Sokrat Parkı’na. Erken akşam ışıkları parka doluşmuştu ve karşımızda dev binalarıyla, kendimizi küçücük hissettiğimiz Manhattan vardı. Bir de aradan geçip giden bir nehir, East River. Ona, bir parkı olduğu için şanslı olduğunu söylemiştim. O ise daha güzel bir şey söylemiş ve ‘Herkesin sığındığı bir parkı vardır’ demişti. Sonra da şöyle mırıldanmıştı: ‘Esasen bütün parklar birbirine benzer.’ (Sonrasında bu cümleler bir öyküme bile yansımıştı.)Sanırım kastettiği, bu yazıya koyduğum başlığın (dikkatli okurlarımız bu adın William Faulkner’ın Sanctuary-Kutsal Sığınak adlı kitabına özenilmiş bir ad olduğunu anlayacaklardır) hemen hepimiz için geçerli olduğuydu. Sahiden hemen hepimizin sığındığı, kaçtığı birer kutsal sığınağı vardı, vardır. Ancak, kanımca bu sığınakların nasıl sığınaklar olduğunu da keşfetmek önemlidir. Faulkner, rüşvetin, yolsuzlukların ve iktidarın nefesleri kestiği bir dünyayı anlatmıştı bizlere Kutsal Sığınak’ta. Bu dünyadaki kötülükleri... Kötü bir dünyada kötülüklerin çok kolay ürediğini ve hemen her yeri ele geçirdiğini.Sığınaklar olmalı, olmalı da...Böylesi bir dünyada kaçılacak kutsal sığınaklar elbette olmalı. Nehirler, parklar, rüyalar... Ancak dünyayı anlamanın yolu, sığınaklarda olsun ya da olmasın, yitirilenleri görebilmekten de geçiyor. Nerede olursak olalım, gerçekliğin insan yetisi tarafından kavranılamıyor oluşunu bu ya da şu şekilde idrak etmek durumundayız... Buna neden olanları fark etmek, bu haliyle yaşamın katılığını görmek ve harekete geçmek durumundayız, evet. Şimdiye ve geleceğe yönelik ‘bilinmez’ hanesindekilerin aslında öngörülebilir olduğunu yeniden keşfetmek durumundayız. Peki ya birbirini suçlamak? En vasatı, emin olun en vasatı...Parkların, molaların kaçtığımız köşeler değil, dinlendiğimiz mekân ve zamanlar olabilmesi biraz da buna bağlı. Olup bitenlerle sahiden yüzleşebilmemize ve en önemlisi birbirimizi suçlamadan, yeni iktidar açmazları yaratmaksızın sabit eksenli kötülüklerin (hali hazırda ihlal edilen Anayasa’nın, sümen altı edilmeye çalışılan IŞİD gerçeğinin, rüşvetlerin, talanın vb.) karşısında yan yana durabilmemize. Aksi taktirde kazanan kim, belli!***Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sanatçılara yönelik verdiği veda resepsiyonuna istememe rağmen katılamadım. Özellikle basın danışmanı Ahmet Sever’e her zamanki nezaketi için teşekkür ediyorum.
Her yerde nem. Sanki yürümüyoruz da durgun bir suyun içersinde debelenmeye çalışıyoruz. Gelecek günler için haberler daha da ‘iyi’: Yüzde doksan beş oranında bir nem kaplayacakmış İstanbul’u. Genel olarak Türkiye’nin havası da bundan nasibini alacaktır besbelli. Nefes alıp verme konusunda sıkıntılar yaşarken, çivi çiviyi söker diyerek Edgar Allan Poe’nun o muhteşem karanlık öykülerinden derlenmiş ‘Kuyu ve Sarkaç’ı (Can Yayınları, Çev: Nazire Ersöz) okumaya başladım. Usher Evi’nin Çöküşü’nü bugüne kadar okumadınızsa yaşamınızda bir şey eksik kalmış demektir. Öncelikle onu öneririm. Neyse. Böyle böyle derken ustanın ‘Çalınan Mektup’ adlı öyküsüne sıra geldi. Bu, adından da anlaşılacağı gibi çalınan ve bulunamayan bir mektubun öyküsüdür. Kraliyet konutundan çalınan bu mektup için her yer didik didik aranır ve mektup kimsenin tahmin edemediği, herkesin gözünün önünde olan bir yerde bulunur. Öykü bittikten sonra ‘Gözden kaçan detaylar nelerdir?’ diye düşünebileceğimiz bu ilginç öyküden birkaç satırı sizlerle paylaşmak istiyorum. Öyküdeki karakterlerden biri bir ‘bulmaca oyunu’ndan söz eder bize. Söylediğine göre bu oyun harita üzerinde oynanırmış. Oynayanlardan biri diğerinden haritadaki bir sözcüğü, yeri vb. bulmasını istermiş. Ve oyun başlarmış. Oyunun acemisi olanlar genellikle en küçük harflerle yazılmış isimleri verirlermiş. Sanırlarmış ki en geç onlar fark edilecek! Oysa oyunun ustası olanlar, haritanın bir ucundan diğer ucuna en büyük harflerle yazılmış sözcükleri seçermiş. Neden mi? Çok büyük yazıldıkları için gözden kaçarlar ve bir türlü bulunamazlarmış da o yüzden! Öyküdeki karakter (besbelli usta bir oyuncudur) der ki ‘işte bu fiziksel gözden kaçırma, zihnin çok açıkta olan şeyleri atlayarak idrak edememesiyle kesinlikle benzerdir!’ Başka bir deyişle, zihni ve duyguları yanıltan, meselenin çok karmaşık olması değil çok basit olmasıdır. Bazen, burnumuzun dibindeki olayları algılayamamamızın nedeni de budur sanırım. Özellikle son iki-üç yıldır yaşadıklarımız biraz böyle. Her şey o kadar ortada ve seçilebilir durumda olduğu halde kimilerince yokmuş, yalanmış, hatta hiç yaşanmamış gibi davranılıyor. Ülkemizde yaşanan yolsuzluk fırtınasından, hatta kasırgasından bahsediyorum. Bunu, yeni AKP orta sınıfının kendi çıkarlarını koruma refleksiyle zaman zaman görmezden gelerek oluşturduğu yaşam biçimi olarak değerlendirmemiz mümkündür elbette. Ancak Poe’nun karakterinin söylediklerini de yabana atmamak gerekiyor. Yani zihnin çok açıkta olan şeyleri görmezden gelmesi olgusunu. Bu partiye oy veren seçmen tabanının böylesi bir gerçeği ‘gerçekten’ fark ettiğinde er ya da geç kararının değişeceğine inananlardanım. Ama besbelli ki zaman alacak...***Bu arada olup bitenleri daha net görebilenler: Nemi, yaşananları, hatta yaşanacakları vb. bahane edip seçime gitmemezlik yapmayalım. Sandığa gitmeyip protesto etmeye niyetlenmeyelim, detayları atlamayalım. Zira çalınanlar ve çalınacaklar, Poe’nun öyküsündeki gibi bir mektuptan ibaret değil, biliyorsunuz... Nemle yaşarız yaşamasına ama böylesi büyük yolsuzluklarla yaşamak çok zor.
‘Bazı insanlar yaşamdan daha geniştir’ der Don Delillo. Çağımızın en büyük yazarlarından birinin sözlerine gel de kulak kabartma. Üstelik sözü burada bitmez ve şöyle devam eder: ‘Hitler ölümden daha geniştir.’Gerçekten de kimi insanlar yaşamı içine alır, kimileri de ölümü. İlki ne kadar ufuk açıcı ise ötekisi o kadar yokluğa, sıradanlığa ve göz hapsine çeker insanı. O yüzden ikincisini bırakıp ilkine bakmak esastır! Dahası, insana dair bir gerçeklik kurmanın yolu- özellikle de beklentisine girdiğimiz siyasi mucizelerin yolu- öncelikle insanın yaşamı ve mucizeleri gerçekleştirme konusunda oraya buraya değil, kendine ve yaşama güvenmesinden geçer. Ve insan, koşullar ne olursa olsun, değiştirebilir. Özgürlüğe giden yolun kapısını, ne zamandır umursamadığı ve küstüğü paslı bahçe kapısını açarcasına yaşama açabilir.Eşikleri geçebilmekBuradan yola çıkarak bir duyuruyu iletmek istiyorum size. Daha önce bu köşede Türkiye Küçük Millet Meclisi’nden bahsetmiştim.Türkiye’nin çoktan hak ettiği çoksesliliği ve demokrasiyi kendine şiar edinmiş bir oluşumdu. Şimdi dile getirdikleri önemli bir husus var. 3 adayı televizyonda yan yana getirmek. En son Selahattin Demirtaş ile TRT Genel Müdürü’nün arasında geçenler düşünüldüğünde bunun önemi bir kez daha ortaya çıkıyor!Duyuru şöyle:‘’Sevgili İbrahim Betil’in kısa bir süre önce change.org’da başlattığı ‘Adaylara Çağrı’ kampanyasını sadece gönülden değil, fiilen de destekliyor ve somut bir öneriye dönüştürüyoruz: Üstelik karşılarında bu kez bir veya birkaç gazeteci değil, halkın temsilcileri olsun.Sivil toplum sorsun, üç aday görüşlerini açıklasın. (Soru süresi 15 saniye. Her adaya her soru için 2’şer dakika. Ekranda herkesin gördüğü bir kronometre, herkese eşit süre, eşit şans) İzleyici de hangisine oy vereceğine böyle karar versin.Bu toplantıda ifade özgürlüğü önünde hiçbir engel olmayacak, ama bu özgürlüğü kullanmayı engellemek tabii ki engellenecek. Karşılıklı konuşmak, söz kesmek, hakaret, önyargılı sözler yok. Adaylar birbirini kötüleyerek değil, kendilerini ve ne yapacaklarını anlatarak oy istemeli seçmenden.Olur mu? Peki hangi kanalda?Onlar hangi kanalda anlaşırlarsa.Ya anlaşamazlarsa?Uygun bir salon tutulur, İsteyen tüm kanallar, ister naklen yayın yapar, ister kamera gönderirler.Niyet olduktan sonra çözüm bulmak her zaman mümkün. ‘’Detaylar için: http://tkmm.net/?s=haberler&id=122***Denemeye değer! Bildiğiniz gibi yurtdışında işler böyle yürüyor. Bizde de niçin böyle yürümesin?
İlk romanı Eşik ile 2012 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazanan Irmak Zileli’nin ikinci romanı ‘Gözlerini Kaçırma’yı okuyorum şu aralar. Remzi Kitabevi’nden çıkan kitap annelik meselesini derin derin düşünmemize yardımcı oluyor. Annelik söz konusu olduğunda da kaçınılmaz olarak kadınlık devreye giriyor. Ve elbette kadının üzerine şu meşum erkek sistem tarafından bindirilen yükler.Kitaptan bir alıntı: ‘Birinden duymuştum, uzun süre deniz yolculuğu yapanların, mesela gemi kaptanlarının tanıklığı kabul edilmezmiş. Tanıklığı bile kabul edilmeyen kaptan ne yapar sonunda? Dümeni o devasa kayaya doğru kırar... Aslında yaşına başına bakmadan bütün kadınları tek bir gemiye toplamışlar... Kadınlar ve çocuklar gemiyle birlikte devasa kayaya doğru ilerliyorlar. Tanıklıkları kabul edilmeyeceği için işin aslı hiçbir zaman ortaya çıkmayacak.’Yükler, hesaba katılmayan tanıklıklar ve dilsizlik Kadına bindirilen yükler, bu yüklerle hesaba katılmayan yaşam tanıklıkları ve bu tanıklıklar karşındaki dilsizlik demişken... Bülent Arınç’ın kadınlara ve kadınlar üzerinden topluma verdiği bayram hediyesi sözleriyle Zileli’nin romanını birlikte düşünmek farz oldu. Hayat böyle bir şey galiba! Tam bayram geldi, belki üç gün bir olay olmaz da elimde birikmiş kitapları okurum diye düşünürken... En fazla şeker bayramına istinaden oynanan futbol maçını bir iki dakika düşünür, en fazla üzerine demli bir çay içer, kitaplara geri dönerim derken...Mümkün olmadı. Arınç’ın özellikle biz kadınlara yönelik herkesin içinde kahkaha atmama konusundaki sözleri karşısında ülkemizdeki birçok kadın gibi ben de güleyim mi ağlayayım mı şaşırdım. Bu da bütün bayramlık rehavetimi altüst etti. Dahası, bu araftaki ruh hali de beni kesmedi! Önümüzdeki Kurban Bayramı’nda bir erkeğe karşılık iki kadının tanıklığının zikredilmesi halinin eşikte beklediğini hisseder gibi oldum.Ve tuhaf ummadığım bir ses yükseldi genzimden. Hüzünle karışık bir kahkaha!Kahkaha, evet! Doğrusu kahkaha atmaya bayılırım. Üstelik sokaklarda, hemen herkesin içinde kahkaha atmaya daha çok. Ve bunun beni iffetsiz kılacağına da asla inanmam. Dahası böyle kadınlara rastladığımda içime yaşama sevinci dolar!Uzun yıllar boyunca toplumsal cinsiyet konularına kafayı takmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, bu ülkenin, herkesin içinde kahkaha atmayan, atamayan kadınlara değil, tam tersi herkesin içinde gerine gerine, seve seve, yaşam koka koka, gürül gürül kahkaha atabilen kadınlara ihtiyacı var.Ya iffet? İffet, sözcük anlamına baktığınızda cinsellik konularındaki ahlaklılık anlamına gelebilir. Peki. Ama bir diğer karşılığı da doğruluktan ve namustan geçer iffetin. Ve namusun karşılığı, tıpkı doğruluğun karşılığında olduğu gibi bu ülkede gerçekten tartışılmaya başlandığında ise iskeleyi sancakla, kıyıyı denizle karıştıran ahlak düşkünü, kendi sesinden bile yorulmuş kaptanlardan kadınlara sıra gelmez bile. (Hem niye gelsin ki? O kaptanlardan o kadar çok var ki aramızda...)Peki ne yapacağız?Irmak’ın kitabıyla başladık onunla bitirelim:‘Senin şu an yapmaya çalıştığın biraz da bu. Tanıklığını kabul etmeyen yasa koyuculara rağmen gördüklerini, yaşadıklarını ve tüm bildiklerini bir bir anlatacaksın.’İşimiz bu. Yasa koyucular kusura bakmasınlar.
‘Şehre yürürüz etimizde olmayan. Ah onların ve bizim olan görmediğimiz şehir...’Filistinli şair Mahmud Derviş, insanını böyle anlatır. Yollardaki, göçlerdeki, kayıplardaki. Geçen yüzyılın ortalarında başlayan İsrail-Filistin çekişmesinin, bugün yine en çok çocuklara, kadınlara, düşlere vurduğu keti, yaşam diye okunması umulan bir yol kitabının ölüm diye amansız bir molayla nasıl lime lime edildiğini hüzün dolu bir dille aktarır bize. Arapça’nın sırlı harfleri, yolda tutulduğumuz bir yağmur teranesi gibi tek tek dökülür üstümüze o zaman; ‘Sevdiklerimizi yiyin ve gözyaşlarımızı siyah mendiller olan saçlarımızla silin’ derken Derviş.Derviş böyle söyler ve çoğumuz onun ‘şehre yürürüz etimizde olmayan’ diye başladığı ve hiçbir yere gidemeyen yolculuk destanında gezinen satırlarını, bir serabın umutsuzluğu diye okuruz. Okur ve kendi yolumuzun telaşında elbette unuturuz. Bir başka serabın bir başka umutsuzluğuna dikkat kesilinceye kadar. Sonra yeniden, güneşin altında uzayıp giden asfalt yolların karamsarlığı ve siyah ışıltısıyla hatırlarız. Kafamızı çevirip kavak ağaçlarının arasından gökyüzüne bakarız. Yersiz-yurtsuzluğu hayal eder, hatırlamaya çalışır, hatta hatırlarız. Umutsuzluk coğrafyadadır başta, kayıpların tanımsızlığında, tanımsız yaraların travmalarında, savaşın yoksul mu yoksul dilinde, hatta dilsizliğinde, ama en çok bir çocuğun ailesini yıkıntılar arasında ararken yaşadığı yalnızlığıdır içimizi kavuran. 21. yüzyılın yol hacıları olan bizler, hacca, özgürlüğün haccına gitmeye debelenirken, 21. yüzyılın öyküsünün böyle olmamasını ne kadar dilesek de boştur. Öykü, üç aşağı beş yukarı budur. Öykü savaşa tutsaklığın öyküsüdür.Sonra öykünün yorumcuları gelir. Ama şöyle ama böyle diyen. Ama öyle öyle değil, esası böyle böyle diyen.Öyküyse bellidir işte. Derviş’in ‘Ruhların üstüne yenilenir ruhumuz, veya burada ölür’ diye aktardığı gerçek, çocukların, çocuk kalplerinin, çocuk kalplilerin yalnızlığını yeniden ve yeniden ürettiği o süt kesiği eceldir.Ya taraflar? Taraflar da bellidir elbet.Peki ya gözleri bayram rengi çocuklar? Peki ya akide şekeri hayaller?Derviş, onu da bilir ve der ki:‘Heykellerin kimliği yükselen çığlığımızın acısından olacak ve kurnalar ruhlarımızı ısıtacak zamanın tozunda.’Keşke böyle olmasaydı.(Satırlar: Mahmud Derviş’in ‘Yalnızlık Kendini Yenilemeden’ adlı kitabından. Çeviri: Metin Fındıkçı, Can Yayınları)***Hemen her şeyin toz içinde kaldığı bir zaman diliminden geçerken hepinizin bayramını kutlarım.
Bu hafta içinde iki önemli insan yaşamlarımızdan akıp gitti. Biri Verda Erman’dı diğeri ise Sevda Şener.Ayrı ayrı çok önemli değerlerdi. Ancak ikisini bir arada tutan, en azından bu yazıda birlikte düşünmeme yol açan temel unsur, yaşamlarımıza getirdikleri sanatın ışığı olsa gerek.İkisi de bugün, kimileri tarafından, neredeyse önemsizleştirilmek istenen iki alanın önde gelen temsilcilerindendi. Klasik müzik ve tiyatro.Verda Erman piyanodaki üstün yeteneğini kanıtlamış uluslararası kıymetli bir piyanistimizdi. Aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın da solistiydi.Sevda Şener ise yetiştirdiği sayısız öğrenci dışında, tiyatronun ne olup ne olmadığını yazdığı sayısız kitapla bize aktarmış hocaların hocası bir akademisyendi. ‘Dünden Bugüne Tiyatro Düşüncesi’, bu satırların yazarı da olmak üzere, çoğumuza eşikler sunmuş, tiyatronun izlediği yol konusunda toplumların dünya görüşlerinin ne kadar önemli olduğunu anlamamıza katkı sağlamıştı. Belki de sırf bu kitabı izleyerek bugün Türkiye’nin sanattan ne beklediğini ya da sanata nasıl bir anlam yüklediğini bulmak bile mümkün olabilirdi! Neler yaşamakta olduğumuzu gerçekten düşünebilmek için önemli bir çıkış noktası- olabilirdi, evet. Ekonomik ve kültürel iniş çıkışların toplumun sanata ve sanatçıya bakışını nasıl belirlediği, nelerin öne çıkarıldığı, neyin gerilerde bırakıldığı, görmezden gelindiği, yok sayıldığı, vb. Ve elbette tüm bunların tiyatroya, genel olarak sanata nasıl yansıdığı, yansıyacağı, yansıtılacağı...Sanatın işleviGerçekten de başta tiyatro olmak üzere sanat bizlere gerçek failleri göstermesi açısından benzersizdir. Tüm kaçılan delikleri, sahtekârlıkları, sıradanlıkları, ve evet bayağılıkları da dolaysız olarak gösteren, aktaran, dahası insanın insan olduğunu doğrudan hissettiği ve karşısındakine de bunu hissettirebileceği olanaklar silsilesidir tiyatro ve sanat. Hem yaşamın içinde hem de dışında olabilen bir nokta.Kanaatimce şu aralar asıl ihtiyacımız olan kendimizin dışına çıkabileceğimiz, kendimize bakabileceğimiz ve olup bitenleri gerçekten ‘düşünmeye’ başlayabileceğimiz böylesi bir noktanın varlığıdır. Yaşam kadar kendimizi de seçebileceğimiz bir nokta...Bu noktadan kendimizi görebilmenin adını ise koysa koysa yine en iyi sanat koyabilir-di.Ancak... Önümüz tıkalı. Eskiden bir kültür kanalı olan TRT-2 bile yok artık, biliyorsunuz. Var da yok. Bir iktidar savaşının içine düştü kaldı. Tıpkı Türkiye edebiyatının yurtdışına çevrilmesine destek veren TEDA gibi. Öte yandan gazeteler kültür sanat sayfaları yerine magazin sayfaları yapıyor artık... Okullarda felsefe okutulmuyor.Sanatın ve düşüncenin önünün bu kadar kesilmesine gel de şaş şimdi.