‘Zorlu zamanlar size kim olduğunuzu öğretir.’ Martin LutherKingTwitter’da gördüğüm bir fotoğraf, az değil 2-3 saatimi alıyor düşünmek için. Hollanda ile Belçika sınırının çiçekli bir kafeden geçtiği bir fotoğraf bu.Yalnızca bir kafe! Bayrak yok, silah yok, çekişme yok. Gerçeküstü bir kare gibi!Ve gelelim gerçeklereBu haftanın Newsweek kapağında elinde silahla YPJ’li bir kadının fotoğrafı vardı. YPJ, Suriye’de Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Rojava adı verilen bölgede IŞİD’le savaşan Kürt silahlı örgütü YPG’nin kadın kolu. Bu kadınlar müthiş işler çıkarıyor. Türkiye’nin ketum bir komşu ruhuyla koridoru açıp açmamasına bakmaksızın, yaşamlarını hiçe sayarak, inanılmaz bir dirençle IŞİD’e karşı koyuyorlar.Buna karşın yine de ben, Newsweek’in kapağındaki o fotoğrafta bir kadından çok bir çocuğun ellerini çağrıştırana takılıyorum. Yaklaşık bir ay önce bölgede bizi karşılayan bu kadınların çoğunun yaşlarının, benzer ellerle 18-20’li yaşlarda gezindiğine de. Kiminin üniversiteyi, kiminin liseyi bırakarak bu diyarlara geldiğini hatırlıyorum. Ve onları oraya iten sebepleri. Sebeplerin sonuçlarını, bu sonuçların vardıkları yerleri ve varacakları noktaları.İçtenlikle sorulmuş ‘Tekrar geri dönmek istemez miydiniz?’ sorusuna içlerinden birinin neredeyse aynı içtenlikle ‘Sisteme mi? Asla’ diye verdiği cevabı düşünüp duruyorum o zaman.Sistemin işleyişiBen bir pasifistim. Silahlara inanmıyorum. Silahlarla gelecek savaşın dünyayı değiştirebileceğine de. Ancak bu, bölgemizde yaşananlara kulak tıkayacağım anlamına da gelmiyor. Hiç kuşku yok ki 21. yüzyılın bu çocuk kadın savaşçıları, 21. yüzyılın özgürlük diye bizlere sunduğunun sınırında, Ortadoğu’nun göbeğinde, hiçbir zaman gül bahçesi vaat edilmemiş bir çölde yeni soruların eşiğine taşıyor bizleri. Verdikleri mücadeleyle, görmek isteyen gözlere, bir projektör tutuyorlar sanki o eşikte. O eşikte bugüne kadar dünyayı bilmemizi, anlamamızı ve belki de kavramamızı ‘sağlamış’ duyguların yeniden düşünülmesi gerekiyor. Özgürlüğün düşünce ile kurabileceği bağın ne olup ne olmadığı da. Yaşamın dayattığı zorunluluklarla özgürlüğün bir denkleme oturtulup oturtulamayacağının gerilimi de... 21. yüzyılın bu gencecik çocukları, bizlere, yani sınırların ötesini görmek isteyenlere, bir kez daha sözde özgürlüklerin, çalıntı siyaset arenalarının, genel geçer düşünce kalıplarının, ezber algıların, erkek sesli hesapların gözden geçirilmesi gerçeğini hatırlatıyor.Kısacası 21. yüzyıl insanının ilk etapta umulanın tersine siyasal alan için değil, eciş bücüş hale getirilmiş özgürlük için mücadele etmesi gerektiğini söylüyorlar. Ki bu elde edilmiş özgürlükten, bugünkünden farklı, nefes alabilen bir siyasal alan yaratılsın.Uzun vadede varılabilecek böylesi bir siyaset alanının (bir savaş alanının değil!) insanın özgürlükle kurabileceği sahici bağın izlerini taşıyabileceğinin işaretleri olabilir mi bunlar? İnsan iradesini yoklayan bu zorlu zamanların neye gebe olduğunu yakında göreceğiz.Yine de yazmadan edemeyeceğim. Bu kadınların kazandıkları direnç yüklü ve ebola virüslü böylesi bir yüzyıla cesurca meydan okuyan tavırlarına rağmen, onlardan çalınan çocuk hayatların bedelini kimin, nasıl ödeyeceği sorusu ise yalnız kalmış, bekliyor.
İki senedir gelmemiştim.Londra hemen hemen hep aynı. Dünyanın bütün gelişmiş ülkelerinin bütün gelişmiş kentleri gibi, en fazla bir-iki köprü, bilemedin yeni kaldırım taşlarıyla yüzyılın gidişatına mim koymaya devam ediyor. Merkezde olmanın, merkezden ses vermenin hiyerarşik keyfi bu. ‘Nasıl olsa her şey benim bulunduğum noktaya göre er ya da geç konumlanır’ duygusu. Ancak aynı zamanda da bir züccaciye dükkanına iri yarı bir fil edasıyla dalma hali de, çünkü hiçbir merkez aslında kenarda konumlandırdığı diyarların gerçek reflekslerini, çukur ve açmazlarını, gerçekte neye gebe olduğunu bilemiyor, göremiyor.Londra’nın Thames Nehri, üzerindeki sanayi yoğunluğuyla kamburu çıkmış bir yaşlıyı andırsa da yine de tarihi yalamış ve yutmuş Thames işte. Onun seyrek kıpırtılarına bakarken kaçınılmaz olarak aklıma, yaklaşık bir ay önce seyrine doyamadığım ve bu kadim yaşında bile tarihe sahne olmaya devam eden Dicle’nin çırpıntıları geliyor.Thames ve Dicle, dünyanın bütün nehirleri ve dünyanın bütün insanları gibi benzer özelliklerle akıyorlar aslında. Şimdinin kıpırtılarıyla birlikte geçmişten geleceğe. Onları tek farklı kılansa coğrafyaları ve bu coğrafyaların Batılı dünya görüşüyle, merkezden, politik anlamda belirleniş biçimleri. Belirleniş biçimleri ki, hem de nasıl!Bu belirleniş biçimleri, kimlik politikalarından kültürel farklılıklara uzanan bir çizgide, değişmiyor. Bunda en etkili olansa, İslam dini üzerinden geliştirilen ‘temcit pilavı’ argümanlar. Ne yazık ki Batı’nın İslam üzerinden oluşturduğu ayrıştırmanın izleri 21. yüzyılda da yakamızdan düşmüyor. Thames ve benzeri nehirlerin üzerinden akan ekonomi hesapları Dicle’ye doğru türbülansa kapılıyor ve Batı gündeminde zaman zaman endişe yaratıyor. Heyhat! Batılı haz etmediği İslam diniyle sarmalanmış geri kalmışlığın, demokrasi yoksunluğunun, kadın hakları gaspının ‘çölünde’ bir kez daha, burun kıvırarak da olsa, yeni bir mücadeleye girmek durumunda!Ama bir dakika yahu! 1980 ve 90’lı yıllarda bölgede kendine tehdit olarak gördüğü bütün güçleri radikal İslam’la dengelemeye çalışan aynı Batı değil miydi? (Bakınız Taliban rejimi) Asıl mimar Ne tuhaf: Dün Batı eliyle oluşturulmuş bu yapı bugün Batı’nın en korktuğu düşmanlardan biri haline gelmiş durumda. El Kaide’den IŞİD’e uzanan o çizginin temel mimarı aslında kendileri! Maçoizmden, şiddet dilinden, kadını bir araç gibi gören erkek egemen tavırlardan, velhasıl bugün bir kadın olarak yaka silkeceğimiz ne varsa, ona muktedir olan bu sistemin ivme kazanmasının temel nedeni yine Batı’nın Doğu üzerine geliştirdiği politikalar değil mi?Bu yüzden bir İngiliz gazetecinin ‘peki neden en çok hedefte kadınlar var?’ sorusuna, bölgede zıvanadan çıkmış bu İslami hareketliliğin en büyük hedefinin Batı sermayesi falan değil bizzat kadınlar olduğunu söylemek de zor olmuyor o zaman. ‘Tıpkı Taliban rejiminin en büyük hedefinin Afganlı kadınlar olması gibi, IŞİD rejiminin de ana hedefi kadınlar’ diyorsunuz.Batı’nın koro olarak anlamadığı nokta tam da burası, sanırım. Onlar kendi yarattıkları bu yeni düşmanları, borsadan beslenen varlıklarına en büyük tehdit saymaya devam ededursunlar, IŞİD ve benzerleri maçoizmden beslenen erkek egemen terörizmleriyle bölge insanının (en çok da kadınların) canına ve var oluşuna kastetmeye devam ediyorlar.
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından gerçekleştirilen 2014 Filmekimi’ne Venedik Festivali’nden Altın Aslan ödüllü bir filmle başladım. İsveçli yönetmen RoyAndersson’ın ‘İnsanları Seyreden Güvercin’ adlı filmiydi bu. Filmde anlatılan küçük öyküler, insanlara ‘eğlence’ edevatı satan iki meteliksiz satıcı (çağımızdaki Don Kişot ile SanchoPanza ya da Laurel ile Hardy denebilir) aracılığıyla birbirine bağlanıyordu. Yönetmen RoyAndersson hiç üşenmemiş ve insanlığın şu aralardaki vahim, vasat, çaresiz, yapayalnız ve trajikomik halini tutup beyaz perdeye yansıtmış. Bu öyküyü çevreleyen serinkanlı ve bir o kadar da muzip dil içinse filmi mutlaka görmeniz ve bizzat tanıklık etmeniz gerekiyor.Anlamlar!Çağın manasızlığı, bu manasızlığa tutturulmaya çalışılan ‘anlamlar’ dizisi içersinde hemen herkesin telefonla birbirine ‘iyi olmana çok sevindim’ tarzında mesajlar gönderdiği, ama aslında kimsenin kimseyi pek umursamadığı-ya da umursamaya takatinin kalmadığı- bir 21. yüzyıl şiiriydi ‘İnsanları Seyreden Güvercin’. Kısacası iletişim araçlarının tavan yaptığı ama kimsenin kimseye gerçek anlamda sunamadığı ‘zaman, iyilik ve anlayışın’ artık mümkün olmadığının insanlarca kabul edilmişliğinin öyküsü. Filmdeki bu kabulleniş ve kurbanlık o kadar doğal veriliyordu ki size anlatamam. Başka bir deyişle 20. yüzyılda anlamı arayan insanın, 21. yüzyıldaki ‘çaresiziz, bırak dağınık kalsın’ halleriydi film.Belki de bu yüzden savaş naraları hâlâ yer bulabiliyordu yaşlı dünyamızda. Bizler bu kadar umursamaz ve kendi katlimizi kabullenmiş yaratıklar olduğumuzdan. Yaşamın katledilmesine göz yumduğumuzdan. Tüm bu göz yumuşu olmadık ezberlere dolayabildiğimiz için. Ve tüm bu göz yumuş esnasında çürüyerek yaşama devam edebildiğimiz için.Ama unutmayalım ki bir de güvercin vardı filmde. Asıl kahramanımız güvercin, yönetmen RoyAndersson’ın Edward Hopper, OttoDix ve GeorgScholz gibi ressamların etkisi altında kalarak çektiğini söylediği bu filmde, kuş bakışı bir kadrajdan bu perişan halimizi seyrediyor ve belki de ne zaman kendimize geleceğimizi merak ediyordu!***İstanbul’daysanız, Filmekimi’nin 17 Ekim’e kadar sürecek şölenini kaçırmayın. Atlas, Beyoğlu, Nişantaşı Citylife ve Rexx’de filmler devam ediyor.İnsanlık için sanat hâlâ en önemli ipucu. Ve ne yalan söyleyeyim bu filmlerin çoğunda insanlık olarak nasıl boş boş debelendiğimizin öyküleri var. Ancak bu debelenmeden kurtulabilme umudunun patikaları da.
Şu ara uçan kuştan bile özür dilemekte olan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’den bir ricam var.Eli değmişken bir özür daha dilesin.Neden mi? Aktör Ben Affleck’in çıktığı televizyon programında sözünü ettiği ‘Müslümanların öldürdüğünden daha fazlasını bizler öldürdük’ gerçeğini sürekli olarak sumen altı ettikleri, bugüne kadar izledikleri savaş politikalarıyla Ortadoğu’yu bu hale düşüren en etkin güç oldukları halde, sanki bunu bilmiyormuşuz gibi her seferinde, bizleri, buraların halklarını kör cahil yerine koydukları için;Evet, bir özür rica ediyorum kendisinden!Bizlerden, sırf nüfus kağıdımızda İslam yazılı olduğu için yıllardır üzerimizde gezinen gölgeden ÇOK YORULDUĞUMUZ halde, barışı, bu sonbaharda da, bir Cadı Bayramı şekeri sunar gibi bölgeye sunmaya çalıştıkları için; Bir özür, lütfen...Gerçek bir doğal tarih müzesi olan Mezopotamya’yı ve Mezopotamya tarihini iç ettikleri, bunun adını, yine barış ve demokrasi adına duygusal sözcüklerle süslemeye çalıştıkları ve bizlerin de buna inanmamızı bekledikleri için;Bir özür!Dünya üzerinde İslamofobi’yi, hemen her seferinde farklı jelatinlere sokarak, öyle ya da böyle savaş piyasasına sundukları ve bunu yaparken masumun yanında olduklarını söyledikleri ama buna karşın atılan her hamleyi masumiyetin ne olduğunu çoktan unutmuş bir dış politika manevrasıyla allayıp pulladıkları için;Bir özür...Müslüman kadınları, gölgelerinden korkan kadınlar olarak gösteren politikalar üretilmesine göz yumdukları ve bu ‘kabak tadı vermiş’ tavırdan biz kadınların artık çok ama çok sıkıldığını bir türlü anlamadıkları için... Bir özür:Teslimat programları, CIA uçakları, İşkence hapishaneleri, Ebu Garib, Guantanamo için... Barış için bir özür Sayın Biden... Korkarım ki, barışın ihtiva ettiklerini göze alabilmek, steril Harvard’da barış üzerine konuşmalar yapmaktan daha zor bir iş. Belki de sırf bunun için özür dileyebilirsiniz. Binlerce, on binlerce yitip gitmiş ve gidecek olan Ortadoğulu ve onların ruhu adına... Evet, sadece bir özür. Sayın Biden, bu satırları yazmamın temel güvencesi, hemen her zaman saygı duyduğum, bireye tanımış olduğunuz anayasal hak ve özgürlüklerinizdir. Ancak bu hak ve özgürlüklerin bizim buralara varmasının yolu savaştan, her yanı lime lime dökülen iktidarlarla işbirliği yapmaktan ya da o iktidarlarla oluşturulan ittifak ruhundan geçmiyor. Hiçbir zaman geçmedi ve geçmeyecek. Öte yandan bölgede yaşanan kaosla ilgili bildiğiniz somut bir gerçek varsa, ona inanarak yola çıkın ve bir daha geri adım atmayın. Yok atacaksanız o zaman size, halkınızın da çok sevdiği Mevlana’dan, onun bir şiirinden seslenmek isterim:‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol’ kardeşim.
‘Ayşe kız bir öpücük yolladı parmaklarının ucuyla buluta. Ayşe kızın öpücüğü buluta ulaşınca, bulut şöyle bir şaşırdı. Ama sonra toparlandı, koskocaman bir gül biçimini aldı.’Nazım Hikmet, Sevdalı Bulut’tan (YKY)***İzmirli Cem’le konuşuyoruz: ‘Hadi bu masala gel’ diyorum.‘Sevdalı Bulut... Hımmm. Şey, peki ya siz, Somalı çocukları yazdınız mı?’ diye soruyor. ‘Yok’ diyorum ‘Daha henüz onlar için bir şey yazamadım.’ İzmir’in bulutlarından Cem’in saçlarına yansıyana bakıyorum. Çocuklara özgü cesaretle ‘tamam’ diyor. ‘İşe bak... Bayram sürprizi mi bu? Peki. Bu masala gelirim. Yalnız bir şartla! Elektronik gitarımı da alacağım yanıma!’ Elektronik gitar şeklini almış Sevdalı Bulut’a bakıyorum. Muzipçe gülümsüyor.Birlikte Sevdalı Bulut’a binip Hakkari’ye gidiyoruz.Sonracığıma Hakkari’de, ağıtlara sarılmış o kentte, sarı saçlı Alev kızla Sümbül Dağı’na bakarak tetris oynuyoruz. Cem Somalı arkadaşları için bestelediği şarkıyı çalmak istiyor o zaman. ‘Çal bakalım’ diyorum. O, hüzün ve yine de umut dolu bestesini çalarken Alev bir yerden sonra başını omzuma dayıyor, ben de onun sarı saçlarına usulca koyuyorum başımı. Sümbül Dağı, yanına yanaşmış sümbül şeklini almış bir bulutla birlikte, bütün heybeti ve çıplaklığıyla, durmuş öylece bize bakıyor. ‘Gelmişken oraya da gidin gençler!’ diyor. ‘Yolunuz açık olsun.’Sevdalı Bulut ‘tamam’ diyor. Gani gani bir sevecenlik var bu bulutta. Sanki dünyadaki bütün iyi insanların iyi dileklerini taşıyor içinde. Başta da Koca Nazım’ın. Sümbül Dağı ile vedalaştıktan sonra sevdanın bütün gözü karalığıyla alıp bizi Kobane’ye götürüyor Sevdalı Bulut. Delirmiş bu bulut delirmiş! Gözleri fal taşı gibi açılmış çocukların gözlerinde birer ışık seli oluyor. Sevdalı Bulut’u, bir atlıkarınca gibi gören Kobaneli çocuklar, artık korkmuyor. Ne şimdiden ne de gelecekten. Yalan değil, zamanı unuttuğumuz bir fasıl oluyor bu. Kobaneli çocuklara soruyoruz, ben, Alev, Cem. ‘Ne istersiniz?’ Onlar ne sorduğumuzu anlamaksızın, gökyüzünü işaret ediyorlar. Sevdalı Bulut’u mu, atlıkarıcayı mı, sevdayı mı, yaşamı mı, yazıyı mı, belli belirsiz, anlamıyoruz. Anladığımız tek şey var, o da mutlu olmak istedikleri. İstanbul’daki, Madrid’deki, Helsinki’deki, New York’taki, Milano’daki, Paris’teki, Londra’daki çocuklar gibi, onlar kadar mutlu olmak istedikleri... Mutluluğun okuma hakkı, yaşama hakkı, insan olma hakkı ya da sadece mutlu olmak demek olduğunu işaret etmek istercesine.O zaman Sevdalı Bulut’a bakıyorum. Masaldaki Ayşe olmak için fazla büyümüşüm. Yine de bu ona bir öpücük yollamama engel olmuyor. O da ne! Sevdalı Bulut çocukluğumun esaslı günlerindeki bir yaz gülüne dönüşüveriyor.***Bir 6 Ekim’de, Dünya Çocuk Günü’nde, bir bayramın ‘hüznüyle’ yazıyorum bu satırları. Neden hüzün? Hayatta en çok ürktüğüm o sözcüklerin başında gelir ‘kurban’, belki o yüzden. Kurban sözcüğü, neresinden bakarsam bakayım daraltır içimi. Birileri için birilerinin ateşe atılması gibi gelir.Çocukları, kendi heveslerine kurban eden birilerini gördüğüm zamansa Sevdalı Bulut’a binip gidesim, çok fena gidesim gelir bu diyarlardan.
Takip etmişsinizdir ama bir kez daha bahsetmek istiyorum çünkü bu son derece önemli bir durum. Bir mesleğin onuru ve namusuyla ilgili bir pazarlık var ortada.Gezi olayları sırasında yaralılara yardımcı olan Ankaralı hekimler hakkında dava açıldı ve bu davanın ilk duruşması Salı günü gerçekleşti.Duruşmada Sağlık Bakanlığı’nın avukatları Türk Tabipleri Birliği’nin Gezi olayları sırasında yasaya aykırı hizmet verdiğini belirtmişler. Dahasını da istemişler: Türk Tabipleri Birliği yönetiminin düşmesi gerektiğini... Tabipler Birliği avukatları ise Gezi olayları esnasında Sağlık Bakanlığı’nın gereken sağlık hizmetini sunmadığı için yaralılara müdahale edildiğini savunmuş.Hakim ise Türk Tabipleri Birliği’nin 4 tane tanığının dinlenmesine karar vererek, bir sonraki duruşmayı 23 Aralık’a ertelemiş durumda.Bu tabloda neyi görüyoruz peki?Aslında burada susup içli bir şarkıyı dinlemenin tam zamanı. Ancak fondaki içli şarkıya rağmen bir takım şeyleri hâlâ düşünebiliriz.Bilirsiniz belki Hipokrat Yemini diye bir şey vardır. En işgüzar insanın bile bilgisayarında iki tuşu tıklatarak ulaşabileceği bu yemin, hekimlerin ve diğer sağlık ekiplerinin mesleklerini onurla uygulayacaklarına dair mesleğe ilk adım attıklarında ettikleri tarihi bir yemindir. Bu yemin edilir ve sonrasında bu yeminde yer alan sözler hekimlerin mesleklerinin rehberi haline gelir. Buradaki en önemli husus ise hekimin, yaşayabileceği risk anlarında görevi ve vicdanı arasında kaybolmaması, koşullar ne olursa olsun mesleğini icra etmesi yönündedir. Kısaca hekim, tedaviye muhtaç herkese, ama herkese (ayrı görüşte, ayrı dinde, ayrı dilde, ayrı cinsiyetteki HERKESE) yardım elini uzatmak durumundadır. Mesleğe başlarken verdiği insanlık sözü de bunun kanıtıdır.Ha buna uyan olur, uymayan olur. Ama gerçek hekimlik bu sözün ışığında parlar.Fondaki içli nağmenin eşliğinde belirtmek durumundayım ki Gezi’deki yaralılara yardım ettiler diye mahkemeye verilen hekimler aslında mesleklerini neden yaptılar diye mahkemeye sevkedilmiş durumdalar!İşte ortadaki durum bu kadar yalın ve bu kadar içler acısı bir durumdur. Kısacası şu yeminin çiğnenmesi demektir bu:‘Din, milliyet, cinsiyet, ırk ve görüş farklılıklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime yemin ederim.’Sözün bittiği yerEvet, sözün bittiği yer de burasıdır zaten.Mahkeme aslında bu yemini duruşma konusu yapmıştır. Kısacası bir mesleğin onurunu.Hayatının neredeyse üçte birini, iki gerçek hekimle geçirmiş biri olarak üzüntü duyduğum bu davanın insanlık ve hekimlik onuru adına, hiç değilse 23 Aralık’ta sonlanmasını diliyorum.
Everest Yayınları Alman yazar ve ressam RorWolf’un 29 denemesi ve 79 kolajından oluşan çarpıcı bir kitap sundu bizlere. ‘Karanlığın Faydaları’ (çev: Regaip Minareci) gündelik hayatın izleğinden yola çıkarak ilginç sorular sorduruyor. Hele o kolajlar yok mu, o kolajlar! Wolf’un fantastik dünyası içersinde eriyip giderken okuma ve yazma eylemlerinin yaşamakta olduğumuz böylesi bir sıradanlıkta ne işe yarayabileceğini tekrartekrar düşünüyorsunuz.Şöyle bir bölüm var kitapta:‘Ertesi gün uyandığımda havayı kucakladım. Ağzımı kapattım. Söylemek istediğim her şey söylenmişti.’Her şey!Size de olur mu bilmiyorum. 21. yüzyılda buna benzer duyguları sıkça yaşıyorum. Nice anlamsızlığın, nice vasatlığın, savaş narasının ortasında diyelim ki tanımadığım bir kentin bir otel odasında uyanıyorum, zorlanarak da olsa camı açıyorum, tanımadığım o kentin 21.yüzyıldaki tozlu, gürültülü havasını kokluyorum ve o zaman insana dair hemen her şeyin söylenmiş olduğunu fark ediyorum. Ve yine o zaman tüm bu satırları neden tekrar tekrar yazdığımı(zı) düşünmeye başlıyorum. Derken, o esnada, diyelim ki Kobane’deki haberler yağmaya başlıyor. Savaşın zulmünü yaşamış bir dünyanın neden hâlâ buralarda olduğuna içlenip, yine, evet yine yapılabilecek tek şeyi yapıyor bilgisayarın karşısına oturup yazmaya girişiyorum. ‘Savaş bu dünyanın en büyük kıyımıdır’ diye. Ya da göçün tarifsiz dertlerine yeniden, hiç yaşanmamışçasına kafa patlatlamaya. Karanlığın faydaları, biraz da bu anlama geliyor galiba... Yeniden, sıfır noktasında, sözcüklere sığınıyorsunuz.***Bunları düşündüğüm sıralarda tanıyorum Muammer Gezginci’yi. İzmir Karşıyaka’daki bir kütüphanede, bir edebiyat etkinliğinde karşıma çıkıveriyor. Gençlerle savaşı, göçü, farklılığı tartışıyoruz. Sonrasında Muammer Bey kendi öyküsünü anlatıyor. 10 yaşında Üsküp’ten gelen dil bilmez, Karşıyaka tanımaz çocuk halini. Demirci çırağı olarak verildiği yerdeki ustasının, ondaki zekayı gördüğünde ‘bu çocuğa yazık etmeyin okula gitsin’ deyişini. 10 yaşındaki Muammer’in ailesini sabah simit satar, sonra okula giderim diye ikna edişini. Okulun ilk sabahında annesinin onu sabahın 4’ünde kaldırışını. Karanlıkta fırına gittiğinde fırıncıların ona acıyıp sen şuracıkta uyu simitler çıktığında sana haber veririz deyişlerini.Sonrasında sabah 7’ye kadar simitleri satmış Muammer Bey. Gün iyice ağardığında ise okula gitmiş. Gidiş o gidiş! İlk sene sınıf arkadaşları çok dalga geçmişler onunla. Dilsizliği, yabancılığı yüzünden. O ise ‘Görürsünüz siz, ilerde ben size öğreteceğim!’ demiş. Ve ertesi yıl sınıf birincisi olmuş. Sonra matematik öğretmeni olmuş. Sonra hızını alamamış, simit sattığı Karşıyaka’nın Milli Eğitim Müdürü olmuş. Ve Karşıyaka’ya, nice riski göze alarak, bugün Milli Eğitim’in çocuklar ve gençler adına örnek alması gereken bir sürü hizmet sunmuş! Bunlardan biri de çocukların standartlara göre değil, yeteneklerine göre yaşama yönlendirilmesiymiş. Tam da bu noktada öğretmenlere düşen görevin de altını çiziyor Muammer Bey. Diyor ki ‘Öğretmen olunmaz, öğretmen doğulur!’ Şimdilerde ise Karşıyaka Belediyesi Eğitim Komisyonu Başkanı. Şu anki gidişattan ötürü biraz karamsar ama asla umutsuz değil. ‘İnsan varsa umut da vardır’ diyen ve dünyanın hâlâ dönmesine katkı sağlayan o nadide insanlardan biri o. Üzerine çöken karanlığı, söylenmiş olan her şeye rağmen, yeniden, bıkıp usanmadan dönüştürmüş ve dönüştürecek o insanlardan.Ya bizler? Yazarlar?Bu konuda da söylemek istediğim her şey önceden söylenmiş zaten: Yani yazmaya devam...
‘Dünya hem çok küçük hem de çok büyüktür. Onu küçültmek ve büyültmekse insanın kendine bağlıdır.’ Salif’in babası Koca Reis***Şimdi kim bu Salif, kim bu Koca Reis diye soracaksınız, haklı olarak. Bu arkadaşlar, yaklaşık bir yıldır Günışığı Kitaplığı’ndaki editörüm Müren Beykan ve illüstratör, tasarımcı Huban Korban’la birlikte oluşturduğumuz Kömür Karası Çocuk adlı kitabın kahramanları. 4., 5. ve 6. sınıflarda okuyan çocuklara yönelik olarak kaleme aldığım bu kitap dünyadaki farklılıkları insanın gözüne sokan zihniyetin ne kadar kötü, beter ve ziyan olduğunu sergilemeyi amaçlıyor.Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın kız çocuklarına yönelik başörtüsü serbestliğini onaylayan sözlerini okuduğumda Milli Eğitim’le aynı yaşa yönelik nicedir kafa patlattığımızı fark edip mutlu oldum! En azından bu satırları yazma hakkını kendimde gördüm. Nabi Hoca, elbette daha iyi bilir. Ancak o yaşlardaki seçimleri için çocukların ister düşünsel ister duygusal anlamda ‘hurra’ serbest bırakılması özgürlüğe açılan kapı anlamına gelmez. O yaştaki çocuklar, özgürlüğün ne olabileceğine dair temel taşların izini dikkatlice takip etmek durumundadırlar. Örneğin tartışabilmek, örneğin düşünebilmek bunlardan sadece ikisidir ve son derece hassas bir dengenin üzerinde dururlar. Çocuk korkmadan, çekinmeden düşünmeyi, kendini özgürce ifade etmeyi tam da bu özenli yolu izleyerek, bu yaşlarda öğrenmeye başlar. Kendine dışardan bakabilmenin en temel taşları, en temel cümleleri de bu yaşta oluşur. Peki ya aileler?‘Ailelerden çok istek vardı!’ cümlesi ise bu çocukların ilerdeki dünyayı keşfetmesi anlamında gerçekten sıkıntı yaratacak bir cümledir. Zira aileler, ne yazık ki, çocuklarının dünyayı hassasiyetle keşfetmesini değil, bizzat kendi sınırlı seçimleri ve algıları çerçevesinde yaşamasını istiyor. Kendi yazdıklarımdan ve onlara gelen kimi ‘aile’ tepkilerinden biliyorum; diğer kitaplar için yayınevine gelenleri de zaman zaman öğrenme şansım oluyor. Örneğin evrim teorisinin tartışıldığı bir kitabın çocuğunun kafasını karıştırdığını dile getiren veli mektupları var. Belli ki bu muhafazakâr veliler, aslında kendi kafalarının karışmasını istemiyor! Tartışmanın iki uçlu boyutunu bile istemiyor... Tek doğru, tek gerçek; yani kendi ezberlerini istiyorlar. Kendi dünyalarını. Velhasıl kendileri gibi düşünen, dünyayı öyle algılayan nesiller yetiştirmek istiyor büyükler, bütün iktidarlar gibi. Sanırım böylelikle kendi dünya görüşlerini de garanti altına almayı arzuluyorlar. Oysa genç insanlara dünyayı ve yaşamı keşfettirmenin yolu ailelerin çocuklara çizeceği muhafazakârlıkla ölçülmez; çocuk ve gençlerin, kendilerine sunulmuş yaşam pusulaları aracılığıyla bizzat kendileri için çizecekleri rotanın kıymetiyle ölçülür. Birey yetiştirebilmenin koşulu da budur. Eğer amaç gerçekten buysa...SeçimlerNabi Hoca ile aynı dönemde İstanbul Bilgi Üniversitesi çatısı altında çalışırken başörtülü öğrencilerimiz için imza atanlardan biri de bendim. Eğitim hakkının hemen herkes için geçerli olduğuna inanıyordum. Herkesin bilinçli kişisel seçimine saygı duymayı önemli buluyordum. Hâlâ da öyle. Ancak, Milli Eğitim’in 11-12 yaşındaki çocuklar için başörtüsü serbestliğini, eğitimin amaçları gereği doğru bulmadığımı da burada ifade etmek durumundayım. 11-12 yaşındaki bir çocuğun, anne babası öyle istedi diye dinin sınırları içerisine çekilmesi o çocuğun (özellikle de kızsa) o yaşlarda keşfedebileceği nice gerçeği baştan bloke edecek bir tavırdır. Dünyanın büyüklüğü sorularla gelir. Ve bu türden ailevi muhafazakârlıklarla gelen yaptırımlar bu soruları kısıtlar. En baştan kısıtlar. İşin esası bu ‘serbestliğin’ bu yaştaki kız çocuklarına getirilmesi, toplumun yakın gelecekte sorusuz kadınlar üretmesi isteğini karşılamak için. Sorusuz kadın, sorunsuz toplum anlayışına hizmet etmek için. Ama iş burada bitmez. Kadınlardaki dinamik, dünyayı bir kez daha yaratır ve kalıpları delik deşik eder. Başörtülü ya da başörtüsüz...