1863’ten 2014’e uzanan bir dilimden oluşmuş bir seçki var elimde. Gömlek. Almanca adıyla söyleyecek olursak: ‘Das Hemd’. Ağırlıklı olarak Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye’yi kapsayan bir coğrafyanın yazarlarından, insanlığa bırakılan koca bir ‘gömlek’ öyküsü. Gömlek deyince tek bir gömlek aklınıza gelmesin; teması gömlek olan ve çeşitlendikçe kalıp değiştiren 504 sayfalık öyküler ve denemelerden oluşan, savaşın gri yüzünü anlatan dev bir antolojinin adı bu. Sanata kapılarını sonuna kadar açmış küçük bir kentten, Avusturya’nın Graz’ından, geçmişe ve bugüne yansıyor. Bu çalışmada emeği geçenler ya da parasal anlamda destek olanlar, besbelli ki gönül vermişler bu işe. Bilen bilir, sanata ve kültüre inanmanın bambaşka bir dili vardır ve bu dil, her geldiğimde mimari dokusuna hayran kaldığım Graz’ı, bu öyküler aracılığıyla biraz daha kendime yakın hissetmeme yol açıyor. Bir daha savaş olmasın!Kitabı Leykam Yayınevi basmış. Yazarların kendi dillerindeki ve Almancaya çevrilmiş metinleri yan yana duruyor. Edebiyatın çeşitliliğinde buluşmuş, savaşın ağır renginde kendine yol bulan bu gömlek öyküleri, ‘bir daha savaş olmasın’ sesinde birleşiyor. Belki de savaşın gerçek yüzü olan, sıradan insanın yaşamını yansıttıkları için de farklı bir anlama sahipler. Zira savaşlar kendi halinde insanların neler yaşadıklarını pek önemsemez. Oysa savaşın gerçek yüzü bu insanlardan yansır. Onların kayıplarından ve bir daha geri gelmeyecek olanlardan. Bu yüzden Avrupa’nın hemen her yerinde 100 yıl öncesine yönelik anmaların gerçekleştiği bu tuhaf yıla, biz kimi edebiyatçılar da ‘Gömlek’le eşlik ettik ve kitabın okurla tanıştığı zaman diliminde Graz’da buluştuk .1914’ü yaratan nedenleri ve sonuçları tartışmak yerine, insanın dramını alçakgönüllülükle vermeyi deneyen bir buluşmaydı bu. Yoğun bir katılımla gerçekleşen tanıtım gecesinde tiyatro sanatçısı Ninja Reichert’in yalın ve göz kamaştıran performansı eşliğinde çok sayıda sanatçı, edebiyatçı ve kültür insanı projeyle ilgili düşüncelerini paylaştı bizlerle. Sonrasında da her birimize öykülerimizden bir bölümünün basıldığı gömlekler hediye edildi. Bu gömlekler, gazetelere verilen ilanlar sonucunda Grazlıların proje için bizzat bağışladıkları gömleklermiş... Bu da başka bir çoğulluktu elbette !İnsanlık...Graz, aynı zamanda 1. Dünya Savaşı’nın etkilendiği yerlerden biri. Kentin en görkemli müzesinde açılmış olan sergi savaşın gerçek yüzünü aktarması açısından çok önem taşıyor. Sergi de, seçkideki gibi gündelik yaşamı anlatıyor, sıradan insanı ve insandaki savaş güdüsünü... Bir de şunu elbette: Hemen hemen bütün erkeklerin erkekliklerini kanıtlamak için, bir oyuna katılır gibi gönüllü yazıldıkları savaş, gerçek yüzünü gösterdiğinde çok geç kalınmıştı... Savaş bir oyun değildi ve ardında bıraktığı yıkım, bırakın erkekliği, insanlığın sonuydu! 2014’te savaşın karanlık yüzünün hâlâ kol gezdiği düşünülecek olursa daha yapılması gereken çok şey var. Bunu anladık. Ancak şunu da: Barış için küçük direnç noktaları büyük değişimler yaratır... Bu açıdan bakıldığında projenin emektarları Luise Grinschgl, Max Aufischer ve Alida Bremer’e içtenlikle teşekkür ediyorum .
‘Yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımızın anlık duygusudur gerçek ben’ diyor Oya Baydar kitabının girişinde.‘Yetim Kalacak Küçük Şeyler’i, onunla Berlin’i, onun cümlelerinden dinlemiş şanslı bir okuru olarak okuyorum. Kitap Berlin’i anlatmıyor bu arada. İçinde Berlin’in de gezindiği bir anılar kitabı. Ama nedense ben hep Berlinli o sıcak yaz gününde, onun o matrak ve bir o kadar da derin, dünyevi ve bir o kadar da ruhani, hüzünlü ve bir o kadar güzel cümlelerinde takılıp kalmış bir biçimde okuyorum kitaptaki satırları. Öyle ki, Can Yayınevi’nin ilk fırsatta gönderdiği ve benim de ilk fırsatta okumaya başladığım bu anılar yüklü kitap, TÜYAP’a gitmem gereken zamanı unutmama yol açacak kadar etkileyici ve incelikli bir anılar silsilesi olarak karşımda salınıyor. Nihayetinde koştura koştura Beylikdüzü’ne varıyorum, o ayrı konu. Ama bütün gün kitabın yarattığı atmosfer zihnimde takılı kalıyor. Diyor ya Oya Baydar ‘ömür boyu yaşanan, biriktirilen yüzbinlerce, milyonlarca ânın toplamıdır’ diye; o noktada anılara sabitleniyorum o gün. Öylece. İmzalar, kitaplar, gençler, okurlar, arkadaşlar. Güzel güzel geçiyorlar önümden. Sanırım ben de onların önünden. Yaşamın bu olduğunu bilerek ya da bilmeyerek. Birbirimizde yetim kalacak anıların içine saklanarak. Ve bir gün öleceğimizi hem bilip hem de bilmeyerek.***Oya Baydar’ı yıllar önce ilk olarak ‘Elveda Alyoşa’ ile pek sevmiş, üzerine tutmuş bir de dönem ödevi yapmış biri olarak beni saran başka bir duygu var bu kitapta. Oya var. Bizim Oya. Ablamız, ustamız... Kadınlık var. Sahici bir kadınlık. Bu tür anlatılarda pek rastlanmayan, en fazla kaçılan, ama kaçtığını da kendinden saklamayan yaşamla kurulan duygularla işlenmiş bir köprü var. Ve o köprüden geçip geçmemek size bırakılmış. Kimi, benim gibi zamanı unutarak okuyacak bu kitabı besbelli. Kimi Türkiye’ye bakacak. Kimi sürgünlüğe. Bir kısmı, bir yazarın anıları diye okuyacak bu kitabı. Bir kısmı ise işlerini bahane edip hiç okumayacak.Ne olursa olsun kitap herkes için bir vaat. Ancak bilinen bir vaat değil bu. ‘Elveda Alyoşa’nın kahramanının vaatleri gibi. Elinizi uzatıp değdiğinizi düşündüğünüz anda başka bir bölüme doğru kayıyor. Yetimlikse, al sana yetimlik! Çağımızın insanının özeti gibi.‘Sana söz vermiştim; gelmiyorum. Çocukluğumuzun uzak gezegenine doğru yola çıkarken sen, unutulmayan anların, zamanda sürgün anıların kuytusuna gizleniyorum.’***Kitap İstanbul’dayken bitmedi. Baktı olacak gibi değil okuruyla birlikte yollara düştü. Bir yüzyıl öncesine göz kırpan savaş karşıtı bir projenin eşiğinde okundu ve başka okurlarla buluşsun diye Mur Nehri’ne eşlik eden bir bankın üzerine bırakıldı.Oralarda olup bitenlerden yarın bahsedeceğim sizlere.
‘Hep geleceğe dönük mü yüzüm? Yoksa sallanıyor muyum? Sallanıyorsam bu kendi güçsüzlüğümden değil de, pisliğin fazla güçlü oluşundan mı?’Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu***Soma’dayız yine. Çok değil 6 ay önce, bu kez maden ocağında yaşananlarla hatırlamış ve bir çırpıda unutmuştuk Soma’yı.Yine bir çırpıda unutacağız ama not düşmekte fayda var.Manisa’nın Soma ilçesinde bir kıyım yaşandı. Tam 6 bin zeytin ağacı kesildi.Niye?Efendim termik santrali yapılacakmış.Neden?Ülkemizin enerjiye ihtiyacı var!Öyle mi?Ülkemizin ağaca ihtiyacı yok yani! Giderek çölleşen, mevsimleri birbirinin içine giren, gelecek kuşakların beton renginden başka rengi bilemeyeceği o ülkenin adı değil Türkiye, öyle mi?Bu yüzden bu büyük projeye ‘start’ verildi, öyle mi? Üstelik tam da zeytin ağaçlarının olduğu yerde!Tam 6 bin ağaç... Kesildi. Ve o da ne! Ağaçlar kesildikten sonra Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı geldi. Eksik olmasınlar! Bu arada kesime engel olmak isteyen köylüler güvenlik güçlerinin hep aynı nakarattaki şiddetiyle karşı karşıya kaldı. Ülkemizin Soma özetiyle yani.***Şimdi zeytin renginde boş bir rüzgâr essin kıyımın yerinde. Ne şimdi ne de gelecek. Varsa yoksa hışım dolu bir saplantı, varsa yoksa bir hiç kalsın geride.Termik santraliymiş.Gelecekmiş.Enerjiymiş.Tamam. Çok teşekkür ederiz geleceğimizi böylesine derin bir görüşle güvence altına aldığınız için.Kuşaklarımıza, ağaçlarımıza, umutlarımıza yeniden, bir termik buharı öpücüğüyle can verdiğiniz için minnettarız. Coşkudan bir titreme geldi içimize. Bizi bizden çok, tam da böyle düşündüğünüz için, bizden size bilmukabele.
Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde, Essen’de Zollverein Maden Ocağı’ndayız. Burası eski ve devasa bir kömür ocağı. 1986 yılında, sanayinin ruh ve çehre değiştirmesi sonucunda kapısına kilit vurulmuş ve 2000’li yılların hemen başında farklı bir ufka açılmış. Artık burası başka bir yaşam alanı, bir kültür kompleksi.Türkiye’den gelen hemen herkes gibi ben de bu maden ocağının geçmişindeki ‘fıtrat’ meselesine değinmeden edemiyorum. Küçük kazalardan söz ediliyor elbette ama sonuçta kader denilenin ‘bizim topraklarda’ gezinen ve vurdumduymazlıktan etlenip butlanan bir ölüm meleği olmadığı da çok net ortada. En az yarım asır öncesinden, günde beş bin ton kömürün üretildiği bir maden ocağından bahsettiğimi de hemen belirteyim bu arada.Bu madende zamanında birçok Türk işçisi çalışmış. Kısacası Zollverein biraz da ‘bizim buralar’ demek. Ancak Zollverein’i günümüzde bizlere biraz daha yaklaştıran bir şey daha var! O da Türkiye edebiyatı. Bu yıl onuncusu gerçekleşen Ruhr Kitap Fuarı’na ev sahipliği yapıyor ve Türkiye edebiyatını ağırlıyor Zollverein. Ağırlıklı olarak Alman Kültür Bakanlığı desteğiyle, Almanya’da yaşayan Türkiye edebiyatı elçilerinin emekleriyle hayat bulan bir fuar bu. Kitaplar arasında gezinirken bir yandan da bir kültür ve sanat merkezi haline dönüştürülmüş ve Ruhr’un sembolü haline gelmiş olan bu dev yapıyı çokkültürlülük ve çokdilliliğin bir buluşma noktası olarak düşünüyorum.O ocaklardan sanat mekânlarınaFuara katkı sağlayan isimlerden biri ve benim de yıllardan beri tanıdığım Ümran Kartal’ın Zollverein’le ilgili yazdığı yazıları da anmak farz oluyor elbette. Kartal bu yazılarda madenin nasıl bir kültür, tasarım ve sanat merkezine dönüştüğünü anlatıyor. 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilen maden, son vardiyadan sonra hemen yıkılmak istenmiş. Ancak buna karşı çıkanlar olmuş ve insanlar yıllarca bu madenden ne olur diye tartışmışlar (Bir günde Meclis’ten çıkan yasaların kulağı çınlasın; buna göz yuman milletvekillerinin de tuttuğu elmas olsun ne diyeyim...) Ve sonunda sadece Ruhr Bölgesi’nin değil Avrupa’nın en büyük kömür maden ocağının bir sanat diyarı olmasına karar verilmiş! Hollandalı mimar Rem Koolhaas Zollverein’in ana mimarisini koruyarak, 2002’de dev bir plan hazırlamış. Hangarlar, makineler, bina cepheleri temizlenmiş. Kömür taşınan rayların içi doldurulup bisiklet yolları yapılmış. Artık sonrasında gelsin hayaller: Bir sergi mekânı, bir buz pisti, metalik kocaman bir dönme dolap... Kömür yıkama ayrıştırma bölümüne Ruhr Müzesi kondurulmuş. Kazan dairesi ise ‘Red Dot Tasarım Müzesi’ olmuş. Velhasıl Zollverein Essen’in yeni gururu ve bambaşka bir simgesi haline gelmiş.Ümran Kartal, bölgedeki işçi ailelerinin maden kapandıktan sonra yaşadıklarını da aktarmış. Maden ocağının bulunduğu semtte, yani Katernberg’te kalmayı seçerek kendi kültürünü oraya taşıyanlardan bahsetmiş. Manavı, bakkalı, terzisi, lokantacısı, dönercisi, kültür dernekleri, spor kulüpleri ve Zollverein’in iki kilometre ötesindeki Fatih Camii ile gündelik yaşamları devam eden insanları anlatmış... Bu öykülerin bir bölümünü dinlemek bile, Türkiye’nin Almanya ile ve elbette modernizmle kurduğu bağın çok uçlu bir yansıması olarak okunabilir pekala. Ancak bir de başlıbaşına bir Zollverein var ki, gördüğünüz gibi onun öyküsü, hemen her şeyin önüne geçiyor.Eloğlu yaptı mı yapıyor kardeş!Ne mi? Yazımın başında kaderden bahsettim. Bizim topraklarda ya da bizim topraklardaki zihniyette gezinen ölüm meleği ve onun kaderle kurduğu bir bağ var ya, ondan. Ağır, sıkıcı, ezber... Ama bir de yaşam var. Dönüştüren, güzelleştiren, kafa tutan, anlamlandıran, çoğullaştıran... Bu yaşamı yaşanır kılan sanat, emek ve kültür var.Sırası gelmişken Zonguldaklı bir arkadaşımın ricasını da buradan dile getireyim ve ‘neden bizim de bir Zollverein’imiz Zonguldak’ta olmasın?’ diye sorayım.
Çocukluğum Koşuyolu’nda geçti. Bu yüzden Validebağ’ı da Validebağ Korusu’nu da çok iyi bilirim. Her zaman gittiğim bir yer olmasa da korunun derin yeşili ve bitki örtüsüyle ‘orada’ olması birçoğumuz gibi bana da her zaman huzur vermiştir.Ve geldiğimiz nokta2001 yılında kurulan Validebağ Gönüllüleri’nden genç bir kadın arkadaşla sohbet ettik. Ona en son gelişmeleri nasıl değerlendirdiğini sordum. O da bana bu son yaşananların yeni ortaya çıkan bir durum olmadığını söyledi.Gerçekte neye itiraz ettikleri de önemliydi elbette. Bildiğiniz gibi verilen bu mücadele kimi çevrelerce sadece ‘bir cami karşıtlığı’ olarak algılanıyor ve toplumun geneline böyle aktarılıyor. Oysa buranın daha sonra ‘yapılaşmaya’ açılacağı söylentileri var. Gönüllü arkadaşımız 1998 yılından beri Validebağ Korusu’na yönelik saldırıların devam ettiğini ve Validebağ Gönüllüleri’nin en başından beri bu saldırıların takipçisi olduğunu söyledi. Ve camii konusunda söyledikleri de çok önemliydi:‘Kesinlikle camiye değil çevreye yapılan saldırıya karşıyız. Validebağ Korusu Anadolu Yakası’nın en büyük ve en geniş yeşil alanıdır. Depremde toplanma alanıdır. İçinde yaşlılarımızın yaşadıkları bir huzurevi vardır. Bu nedenle koruya ne yapılmak istenirse istensin buna izin verilmeyecektir. Belediye Başkanı seçim çalışmaları sırasında Validebağ’a çılgın proje adı altında seyir terası başta olmak üzere pek çok yapı dikeceğini beyan etmişti zaten. Şimdi bu camii ile projesini başlatmış olacak.’***Bu konuda defalarca yazdım. Bir ülkenin yeşil alanları ‘ben yaptım oldu’ zihniyetiyle abluka altına alınıp, başka çılgın projelere açılabilecek alanlar değildir. Nasıl ki Topkapı Sarayı’ndaki Kaşıkçı Elması’nı ‘Dur kardeş ben bunu bi bozdurayım da karşılığında bir iki gökdelen, bir düzine toplu konut attırayım’ diyemiyorsak, varlıkları asırlara dayanan yeşil alanları da kültürel hazinemiz olarak görüp sahip çıkmak durumundayız. Yani, Kaşıkçı Elması neyse Validebağ Korusu da odur.Öte yandan, sürekli kutuplaştırılma yoluyla toplumda oluşturulan suni yarığı, nüfusunun yüzde doksan küsuru Müslüman olan bir ülkede, cami üzerinden daha da açmaya çalışmak ise akıllara ziyan bir durumdur. Gerçekten zamanı boşa harcamak demektir.Ancak bizler Türkiye’de zamanı boşa harcamak konusunda birer uzman haline geldik, getirildik. İnsanların enerjilerinin bu şekilde harcanması olsa olsa hepimizin kaybıdır. Bunu bir anlasak! Çok yakın zamanda bunların bedellerini hep birlikte ödeyeceğiz. Demedi demeyin.Beyler! Bırakınız Validebağ Korusu koru olarak kalsın. Lütfen. Bölge için tarihi bir yaşam alanı anlamına gelen bu yerin böylesi bir projeye taşınması gerekmiyor.Gerçekten gerekmiyor.Her şey affedilebilir. Ama doğa katliamı affedilemez. Halkı, insanları, çocuklarımızın rızkını falan geçtim. Onlar affetse de, ki benim bildiğim bu toprağın insanı affetmiştir, yine affeder, ama gelin görün ki doğa, doğa affetmez.
Şeyhmus Diken ‘Genel olarak Rojava, özel olarak Kobanê Kürt halkının ruhi şekillenmesinin tezahürüdür. Kürtler, bölünmüş parçalanmış vatanları üzerinde yeniden var olmanın gücünü Kobanê direnişi ve kararlılığında dünya aleme gösterdi’ diyor.Haklı. Yine de tüm bunlar keşke yaşanmasaydı, yani en başından insanlık kazansaydı diye düşünmeden edemiyor insan. Vicdanlı ve adaletli bakış açısını hemen her zaman taktir ettiğim Şeyhmus Diken’in de farklı düşünmediğini biliyorum. Sonuçta savaşın iyisi yok. Peki ya barışın? Bölgeye tam manasıyla barışın geleceğinden emin miyiz tüm bu olup bitenlerden sonra? Tam da burada Nuray Mert’in o güzel tespitini hatırlamak farz oluyor: ‘Savaşın iyisi yoktur ama barışın kötüsü vardır.’Savaş ve barışGerçekten de savaş ve barışın ne olduğunu net bir şekilde belirlemek gerekiyor burada. Bu yüzden farklı bir zeminden, insanın ve yaşamın esas alınacağı, vicdanlara seslenen bir perspektiften bakmak gerekiyor; yine bu yüzden edebiyatçıların ve sanatçıların böylesi zamanlarda el ele vermesi ve ihtiyaç duyulan vicdana vurgu yapması son derece anlamlı.Bu satırları yazarken Kürt yazar ve gazeteci arkadaşımız Tekgül Arı’nın Arzu Demir ve İbrahim Genç’le birlikte uluslararası bir boyuta taşıyarak yönlendirdikleri projeyi anmak kaçınılmaz. Tekgül Arı ekim ayının başlarında savaşa karşı kalemimizle durmamız ve bu konuda kamuoyu oluşturmamız için bir çağrıda bulundu bizlere. Kürdü, Türkü, İranlısı, Avusturyalısı, Iraklısı, Japonu, Almanı... Amaç akan kana dikkat çekmek, savaşın bir insanlık vahşeti olduğunu uluslararası kamuoyuna yansıtmak ve olup bitenleri kağıda dökmekti.1 Kasım Dünya Kobanê Günü’nde ise 41 yazarı temsil eden bir ekiple, önce Urfa’ya ardından Suruç’a gidildi. Orada Alman Yazarlar Birliği Başkanı Imre Török’ün de bulunduğu bir basın açıklaması yapıldı ve bu metin farklı dillerde okundu. Ardından çadır kentler ve sınır köylere gidildi. Amaç belliydi: Savaşa ‘dillerce’ dur demek ve akan kana dikkat çekmek.Bugün ise saat 14:00’da Makine Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesi’nde ‘Savaşın Savurdukları-Rojava’ paneli gerçekleşecek.Ardından, biz yazarlar, tezgâhımıza düşeni kağıda aktaracağız ve dilimiz döndüğünce bölgede tanık olduklarımızı öyküleştirmeye çalışacağız. Bu ise dünyaya ‘iyi’ barışların gelmesi için, hiç kuşku yok ki önemli bir çağrı ve adım olacak. Çünkü hâlâ sanatın yarattığı ve vaat ettiği barış ortamı hiçbir siyaset ortamı tarafından aşılabilmiş değil!***‘Üzerine bir gece uyumadan hiçbir konuda karar verme’ diyenlerle büyüdü kimilerimiz. Günümüzde bazılarının yarım saatte savaşa karar verdikleri düşünülürse barış için daha çok hem de pek çok, günlerce, gecelerce, aylarca, yıllarca mücadele etmemiz gerekecek...Gereksin. Biz de mücadele ederiz.
Geçtiğimiz cuma ve cumartesi günleri İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, Üniversite’nin ve Everest Yayınevi’nin ortak düzenlediği bir sempozyum gerçekleşti. Adalet Ağaoğlu’nun 85. yaş günü dolayısıyla buluştuk ve bu ülkenin en kıymetli yazarlarından biri olan Ağaoğlu’nun yapıtlarını gözden geçirdik hep birlikte.Son kitabı ‘Dert Dinleme Uzmanı’ ile aynı adı taşıyan bu iki günlük buluşma biraz da Türkiye’nin Cumhuriyet’ten bu yana aşmakta zorlandığı engellerin de özetiydi sanki. Esasen Ağaoğlu’nun hemen hemen tüm kitaplarında bu sürecin izine rastlar ve bugün yaşanan boşluk, savrulma, iğretilik ve tüm bu hallere eşlik eden haysiyetsizlik anlamında çok önemli ipuçları bulursunuz.Sınıfta kalmakBizim panelin moderatörü ve aynı zamanda iki günlük bu kocaman buluşmanın mimarlarından Mesut Varlık’ın, yazarın son kitabına işaret etmesi de tesadüf değildi elbette. Ağaoğlu, Dert Dinleme Uzmanı’nda, her zamanki sanatsal ve dilsel arayışını inatla sürdürürken görselliğin her anlamda öne çıktığı hayatlarımızın kurgulanmış haliyle zamanı ve mekanı belirsiz bir oyun oynuyordu sanki. Öyle bir oyundu ki bu, sanırım hepimiz sınıfta kalıyorduk! İstesek de istemesek de... Kurgudan yaşama, edebiyattan siyasete uzanan o çizgide, hemen hepimiz.***Cumartesi günü İstanbul’da gerçekleşen bir başka buluşma ise Galatasaray’daydı. Cumartesi Anneleri 500. kez, evlatlarının kemikleri için verdikleri mücadeleyi meydana taşıdılar. Yoğun bir katılımın gerçekleştiği bu buluşmada kayıp ailelerinin dile getirdiği en önemli husus ‘seslerinin duyulmadığı’ idi. Ya da duyulsa bile duymazdan gelindiği!Türkiye’nin devlet yapısı sadece son on yıldır böyle değil, bilen bilir. İnsanlar ölmüş, kalmış, kaybolmuş, savrulmuş, kimin umurunda! Devlet sağolsun mantığı... Koca bir devlet yapısı fikrinin özeti...Hal böyleyken bu hafta Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyoruz. Ülkenin doğu kesiminden gelen haberler kanımızı dondurmaya devam ediyor. Kobane’de hayatlarını kaybeden gençlerin cenazeleriyle dolup taşıyoruz. Ülke, neresinden tutsanız elinizde kalıyor. İstanbul Validebağı’nda yaşanan arbededen yine halk sorumlu tutuluyor. Ağaç ve çevre katilleri, rant uzmanlarıyla kol kola tuhaf demeçler vermeye devam ediyor.Ama yine de umudu elden bırakmamalı ve Ağaoğlu’nun işaret ettiği ‘yeni insan’dan yana kalmalı. Bir de onun ta 1988’de yazdığı bir makalesindeki gibi bir mucizenin yanında durmalı ya da durmaya çalışmalı:‘Dünyaya bir keşif daha armağan edebileceğimizi düşünüyorum. Hiç korunmayan bir çevre ortamında, kafa ve ruh sağlığımızı hâlâ biraz olsun koruyabilme mucizesini.’Evet bu pejmürdelikte kafa ve ruh sağlığını koruyabilmek! Gerçekten bu bir mucize olmalı.
‘Her şey geçiyor. Hiçbir şey geçmese de.’ Tezer Özlü’den alıntılayarak başladığım bu yazıyı, geçmişi ‘unutmak’, ama fena halde ‘unutmak’ üzerine kurulmuş bir toplumda hiç unutulmaması gereken bir noktayı tekrar hatırlatmak için yazıyorum.AdaletsizliklerBir toplumun tek bir yerinde bile adaletsizlik varsa o toplumun adaletsiz bir toplum olduğunu söylemeye gerek bile yok. Ama bakıyorsunuz kimileri için işler pek tıkırında. Türkiye için çizilen tablo, kimileri için pembe güller ülkesi tablosu. Ya adaletsizlik? O da, bu vasat tabloda çok ufak bir detay elbette! Bu, geçen günkü bir imza günü sırasında küçük bir çocuk okurumda rastladığım bir cümlenin de yanından geçiyor aslında. Konuşmanın gelip dayandığı ‘Yoksullar neden yoksuldur?’ sorusuna ‘Allah onları öyle yaratmış’ diye cevap veriyor çocuk. Bu cümleye o kadar inanmış bir biçimde söylüyor ki, bir anlığına duraksıyorum. O zaman diğer soruların cevapları da böyle olacağa benziyor, anlıyorum bunu. (Her şeyin bu noktaya indirgenebilir olmasına bir kez daha hayret ediyorum. Sonra da buna hayret ettiğim için kendime hayret ediyorum, o da ayrı konu!)‘Bu ülkede kimileri için neden çok adaletsizlik var?’‘Allah onları öyle yaratmış.’‘Kadınlar niye ikinci sınıf vatandaş yerine konuyor?’‘Allah onları öyle yaratmış.’ ‘Kimileri neden insanları bu kadar sömürüyor?‘Allah onları...’‘Altta kalanın neden canı çıkıyor?’‘Eee, Allah...’***Allah’ın değil resmen insan iradesinin yok saydığı, umursamadığı, görmezden geldiği ve zaman zaman katlettiği insanların Türkiye’sinde, her şeye sünger çeke çeke gidiyoruz. ‘Allah onları öyle yarattı’lar, teröristler, çapulcular... Sistemin işleyişine bak sen hele! Daha da beteri, bu yalanlara çocukların ve gençlerin de inanmasını istiyor bu anlı şanlı işleyiş. Sistem kendi gibi olmayanlara damgaları vura vura gidiyor. Hep böyleydi... 30 yıl önce de böyleydi, şimdi de. Sadece cepheler değişti ama mekanizmayı besleyen cümle konusunda değişen hiçbir şey yok: ‘Bana benzemeyen mümkünse yok olsun!’Sırası geldi yazmakta fayda var:Unutmamamız gereken bir cumartesi var önümüzde. 25 Ekim Cumartesi, Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları’nın 500. hafta buluşması. 1980’lerde ve 90’larda, dönemin söz sahibi olanlarının, kendi düşünce sistemlerine uymuyor diye gözaltındayken faili meçhullere karışmasına göz yumduğu insanların yakınlarından bahsediyorum.Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, bu cumartesi, tam 500. kez Galatasaray’da, saat 12’de bir araya geliyorlar. Ne için? Yakınlarının ‘kemiklerinin’ bulunması için... Ve elbette bunları yapanların ‘adalete’ teslim edilmeleri ve yargılanmaları için.Peki bunun bizleri ilgilendiren boyutu nedir? 1980 ve 90’lı yıllarda yaşanan gözaltındaki kayıplar, faili meçhuller, bunlar bizlerin utancı. ‘Biz yapmadık ki!’ diyerek kurtulabileceğimiz bir geçmiş değil bu. Yani ‘bir ülkede bir adaletsizlik varsa o adaletsizlik her yerde vardır’ gerçeğinin dünü, bugünü ve böyle giderse yarını da olacak bir gerçek.Diyeceksiniz ki geçmiş geçmiştir. Hayır. Burada değil! Ve bugünBu ülkede çocuklar ekmek almaya giderken hâlâ öldürülüyor ve üzerine ‘hâlâ’ laf edenler, nasıl bir vicdansa bu artık, kuru gürültüleriyle ortalığı bulandırmaya devam ediyorsa, geçmişte bir şeyi eksik bırakmışız demektir. Sanırım o eksik, geçmişte yaşananlara, yani adaletsizliğe göz yummuş olmamızdan kaynaklı. Bugün o ‘geçmişin’ yanında durabilmemiz demek, şimdilerde yaşanmakta olan adaletsizliklere ‘hayır’ diyebilme imkanını da sunabilir bizlere. Belki bu sayede bizleri gerçekte neyin tutsak ettiğini fark edebilir, kimlerin araçları haline geldiğimizi çözebilir ve özgürlük dediğimizin sorumluluklarını göze alabiliriz.***Tezer Özlü ile bitirelim bu yazıyı:‘En kötü yazgı, sınırları sabırla karşılamaktır.’