Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde, Essen’de Zollverein Maden Ocağı’ndayız. Burası eski ve devasa bir kömür ocağı. 1986 yılında, sanayinin ruh ve çehre değiştirmesi sonucunda kapısına kilit vurulmuş ve 2000’li yılların hemen başında farklı bir ufka açılmış. Artık burası başka bir yaşam alanı, bir kültür kompleksi.
Türkiye’den gelen hemen herkes gibi ben de bu maden ocağının geçmişindeki ‘fıtrat’ meselesine değinmeden edemiyorum. Küçük kazalardan söz ediliyor elbette ama sonuçta kader denilenin ‘bizim topraklarda’ gezinen ve vurdumduymazlıktan etlenip butlanan bir ölüm meleği olmadığı da çok net ortada. En az yarım asır öncesinden, günde beş bin ton kömürün üretildiği bir maden ocağından bahsettiğimi de hemen belirteyim bu arada.
Bu madende zamanında birçok Türk işçisi çalışmış. Kısacası Zollverein biraz da ‘bizim buralar’ demek. Ancak Zollverein’i günümüzde bizlere biraz daha yaklaştıran bir şey daha var! O da Türkiye edebiyatı. Bu yıl onuncusu gerçekleşen Ruhr Kitap Fuarı’na ev sahipliği yapıyor ve Türkiye edebiyatını ağırlıyor Zollverein. Ağırlıklı olarak Alman Kültür Bakanlığı desteğiyle, Almanya’da yaşayan Türkiye edebiyatı elçilerinin emekleriyle hayat bulan bir fuar bu. Kitaplar arasında gezinirken bir yandan da bir kültür ve sanat merkezi haline dönüştürülmüş ve Ruhr’un sembolü haline gelmiş olan bu dev yapıyı çokkültürlülük ve çokdilliliğin bir buluşma noktası olarak düşünüyorum.
O ocaklardan sanat mekânlarına
Fuara katkı sağlayan isimlerden biri ve benim de yıllardan beri tanıdığım Ümran Kartal’ın Zollverein’le ilgili yazdığı yazıları da anmak farz oluyor elbette. Kartal bu yazılarda madenin nasıl bir kültür, tasarım ve sanat merkezine dönüştüğünü anlatıyor. 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilen maden, son vardiyadan sonra hemen yıkılmak istenmiş. Ancak buna karşı çıkanlar olmuş ve insanlar yıllarca bu madenden ne olur diye tartışmışlar (Bir günde Meclis’ten çıkan yasaların kulağı çınlasın; buna göz yuman milletvekillerinin de tuttuğu elmas olsun ne diyeyim...) Ve sonunda sadece Ruhr Bölgesi’nin değil Avrupa’nın en büyük kömür maden ocağının bir sanat diyarı olmasına karar verilmiş! Hollandalı mimar Rem Koolhaas Zollverein’in ana mimarisini koruyarak, 2002’de dev bir plan hazırlamış. Hangarlar, makineler, bina cepheleri temizlenmiş. Kömür taşınan rayların içi doldurulup bisiklet yolları yapılmış. Artık sonrasında gelsin hayaller: Bir sergi mekânı, bir buz pisti, metalik kocaman bir dönme dolap... Kömür yıkama ayrıştırma bölümüne Ruhr Müzesi kondurulmuş. Kazan dairesi ise ‘Red Dot Tasarım Müzesi’ olmuş. Velhasıl Zollverein Essen’in yeni gururu ve bambaşka bir simgesi haline gelmiş.
Ümran Kartal, bölgedeki işçi ailelerinin maden kapandıktan sonra yaşadıklarını da aktarmış. Maden ocağının bulunduğu semtte, yani Katernberg’te kalmayı seçerek kendi kültürünü oraya taşıyanlardan bahsetmiş. Manavı, bakkalı, terzisi, lokantacısı, dönercisi, kültür dernekleri, spor kulüpleri ve Zollverein’in iki kilometre ötesindeki Fatih Camii ile gündelik yaşamları devam eden insanları anlatmış... Bu öykülerin bir bölümünü dinlemek bile, Türkiye’nin Almanya ile ve elbette modernizmle kurduğu bağın çok uçlu bir yansıması olarak okunabilir pekala. Ancak bir de başlıbaşına bir Zollverein var ki, gördüğünüz gibi onun öyküsü, hemen her şeyin önüne geçiyor.
Eloğlu yaptı mı yapıyor kardeş!
Ne mi? Yazımın başında kaderden bahsettim. Bizim topraklarda ya da bizim topraklardaki zihniyette gezinen ölüm meleği ve onun kaderle kurduğu bir bağ var ya, ondan. Ağır, sıkıcı, ezber... Ama bir de yaşam var. Dönüştüren, güzelleştiren, kafa tutan, anlamlandıran, çoğullaştıran... Bu yaşamı yaşanır kılan sanat, emek ve kültür var.
Sırası gelmişken Zonguldaklı bir arkadaşımın ricasını da buradan dile getireyim ve ‘neden bizim de bir Zollverein’imiz Zonguldak’ta olmasın?’ diye sorayım.