Gel zaman git zaman

21 Eylül 2014

Yaşadığımız, zamanın kendisi değildir. Yaşadığımız, geçen zamanı değerlendirme biçimimizdir.’ Brigitte Labbe***Haftanın özeti Rojava Kampı’nda rastladığım kadınlar oluyor. İçlerinden biri de o. Kamptaki büyük çadırda yanını işaret ediyor, ‘gel otur.’Komşunun misafir odasındaki bir kanepeye gömülürcesine gösterdiği yastığa tünüyorum.O sırada Ezidilerin konuşmasının çevirisi devam ediyor.Saçlarının arasına düşmüş beyazları takip ediyorum. Alnından arkada birikmiş topuzuna dupduru bir yol izliyorlar. Bildiğim halde soruyorum.O da tereddütsüz bir şekilde cevap veriyor.‘Ben kampın yöneticilerindenim.’Sanki İstanbul’da karşılıklı sohbet ettiğim bir arkadaşımla bakışır gibi bakışıp gülümsüyoruz birbirimize.O esnada devam eden çeviriye yerinde tespitleriyle katılıyor bir yandan. Yaşanan insanlık dramının farklı bir dilde ama farksız bir kurguyla aktarılışına tanıklık ediyoruz. Şiddetin yeryüzündeki ayak sesleri bütün dillerin, bütün sözcüklerinde aynı sanki. O sırada bir şeyler söylüyor çevirmen arkadaşımıza. Yalın, zaman zaman suskunlukla örülü zekice öneriler bunlar. Bu esnada ölüm ve yaşam arasında yaptıkları tercihleri anlatıyor insanlar, kadınlar. 13 saat boyunca çocuklarıyla birlikte çatışmanın ortasında yürümekten bahsediyorlar. Bir ölüm kalım sahiciliğinden. Yaşamdaki bütün sahiciliklerde olduğu gibi alabildiğine sade bir aktarımla.Bu tok yaşam denklemi karşısında bir anlığına nefesim kesiliyor. Çadırın mavisi, tozu, şusu busu, içeriye yeni gelenlerle birlikte bir kez daha dağılıyor, sorularla yer değiştiriyor. Sorular mavi çadırın tepesinden aşağı toz zerreleri olarak yağıyor:Kader nedir? Kader nedir? Sahi kader nedir?Sonra gözüm yine ona takılıyor. Derken, sonradan düşünüp, anlamakta zorlanacağım, zorlandıkça da anlayacağım cümleler sarf ediyor:‘Bazı kuşaklar kayıp kuşaktır. Bilirsiniz bunu. Kaybolmayı kabul eder, kaybolursunuz. Yeter ki bir sonraki kuşaklar görünür olsun diyedir bu çaba. Ve kim bilir, bir de bakarsınız ki gerçekten de maya tutmuş.’Bu sözler, zaten içimi dağlamış kül rengi duygularımı, öncelikle çadırdaki tozlu sorularla karılmış maviliğe, sonrasında kuru gökyüzüne savuruyor. Çocuk seslerine, kadın seslerine, yaşam seslerine karışan büyük, kocaman bir uzayı andıran çadırın içinde kendimi küçücük, ama fena halde küçücük hissetmeme yol açıyor. O, orada yarı dalgın bir edayla söylediği bu cümleleri çoktan unutmaya hazırlanırken, ben, yapılabilecek en tuhaf şeyi yapıp, Borges’in bir öyküsünde gezinen bir mahluk gibi toz toprak içindeki geçmişime bakıyorum. Beş duyumuzun dumura uğraması, hatta altıncı duyumuzun hiç yaşamaması için verilen mücadelenin (devlet, asker, polis, okul müfredatı, aile, örf ve adetler, artık aklınıza ne gelirse işte) sonucunda gerçekle kendimiz arasına örülen duvarın adının vurdumduymaz bir benmerkezcilik, hatta gerçekle yüzleşemeyen bir orta sınıflılık olduğunu o zaman bir kez daha anlıyorum.Derin bir nefes. Haydi. Ha gayret falan filan derken bir diyarın ne kadar çok insanı, kadını, genci feda ettiğini düşünüyorum. Kiminin yaşamını, kiminin yaşantısını, kiminin yaşam sevincini, kiminin yaşamda bulabileceği anlamı yıllara meydan okuyarak çalışını... İnsanların, gençlerin, çocukların ellerindeki şimdiki zamanı, o daha yaşanmadan onu küller içerisinde bırakışını... Ve o diyarın tozlara karışmış çadır rengindeki adı elbette yine kadim ve yorgun Mezopotamya ya da kan ve toz kokan Ortadoğu oluyor.

Devamını Oku

Mahmur mahmur...

18 Eylül 2014

IŞİD’in Suriye’de Kobani’ye yönelik kuşatması ve saldırıları sürerken yazıyorum bu satırları. Ziyaret ettiğimiz yine Suriye’deki Cizire Kantonu’ndan aldığımız bilgileri aklımda tutmaya çalışarak. Bölgedeki Kürtlerin çoğunlukta olduğu üç kantonun (Cizire, Kobane ve Efrin) uluslararası yardım ulaşmadığı müddetçe ciddi bir tehdit altında olduğunu bilerek. Bir de bunlara iki gün önce Diyarbakır’da yaşanan ‘anadilde eğitim gerilimi’ ekleniyor... İstanbul’un bulutlu havasıyla birlikte bir efkâr basıyor içimi. Yine de zihnimde gezinen yazıya geri dönüyorum. Yani dün yazacağım diye söz verdiğim Irak Mahmur Kasabası’ndaki Mahmur Kampı’na. Ne kadar biliyorsunuz emin değilim ama baştan sona içli bir öykü Mahmur Mülteci Kampı. Dışlanmışlığın, hüznün adı. Ama bir o kadar da mücadelenin, direncin adı da.Bu iki günlük ziyarette bizleri, yaşamı yoktan var etmiş, yaşananları unutmamış insanlar karşılıyor. Bu fotoğraf Rojava kampında çekildi.Türkiyeli insanların göçü1994 yılında Şırnak ve Hakkari bölgesindeki köylerin boşaltılmasıyla, kaçak olarak Irak’a göç eden Türkiyeli insanların kendilerini yeniden var ettikleri bir yer burası. Oradan oraya sürüklendikten sonra vardıkları durağın adı Mahmur Kampı. Yeni nesille birlikte yepyeni bir hayata başladıkları, Türkiye’deki hemen herkesin kolay kolay anlayamayacağı zorluklarla sınanmış hayatların buluştuğu çöldeki kurak bir nokta. Kampın yönetimi burada yaşayan Kürtlerin elinde. 2003 yılından bu yana belediye başkanları ve idarecileri var. Kendi kurdukları okullarda (anaokulu, ortaokul ve lise) çocuklara Kürtçe eğitim veriliyor. Buralardan mezun olan gençler üniversitelere gidiyor ve mezun olduktan sonra çoğu gönüllü olarak tekrar kampa dönüp çalışmaya başlıyor!Erbil’den yaklaşık 1 saat uzaklıktaki kamp halen Birleşmiş Milletler’in gözetiminde (kamp sakinlerine göreyse bu yeterli bir destek anlamına gelmiyor). Öte yandan Türkiye kampın, PKK kontrolünde olduğu gerekçesiyle, yıllardır kapatılması için çabalıyor. Çabalıyor da... Bu insanların yaklaşık 20 yıldır neler yaşadıkları konusundaki detayları sanki gözden kaçırıyor. Buradaki halk resmen ‘yok’ edilmek için buraya gönderildiklerini düşünüyor. ‘İmha edilmek için buraya sürüldük ama burada bir yaşam yarattık’ diyorlar. Türkiye vatandaşı olan bu insanlar, buraya ilk geldiklerinde çorak bir arazide, yılan ve akreplerle boğuşmuş ve bu yüzden niceleri çocuklarını kaybetmiş. Bugünse bu güçlü insanlar, ayakları üzerinde durmayı öğrenmiş, ekmeklerini taştan çıkarıyorlar. Bir bardak temiz içme suyunu bulmak için nasıl bir çabaya giriştiklerini ya da ne türden sağlık koşullarında yaşadıklarını anlatmaya başlayınca sözün bittiği o noktaya varıyorsunuz. Hastanesizlikten çok sayıda kadının doğum yaparken yaşamını yitirdiğini duyduğunuzda da... İş bununla da kalmıyor. Yakın zamanda yaşadıkları IŞİD gerçeği onları bir kez daha alabora etmiş. Bu yaz, 7 Ağustos’u 8’ine bağlayan gecede, IŞiD’in iyice yaklaşması sonucunda Aşağı Mahmur’u peşmerge güçlerine terk etmişler. Ancak peşmerge güçleri geri çekilince kampı boşaltmak zorunda kalmışlar. Yegâne evleri olan kampı boşaltmak onlara çok ağır gelmiş. Tam 3 gün kamptan ayrı kalmak zorunda kalmışlar. Daha sonra ise ancak YPG’li milis gücünün desteğiyle geri dönebilmişler. Bu arada 4 insan yaşamını kaybetmiş. Ama yine de geri dönmüşler. ‘Bu kamp bizim’ diyorlar. ‘Burası bizim evimiz.’Mahmur Kampı’na vardığınızda sizi yaşamı yoktan var etmiş, acıyı yaşamla sarmalamış ama yaşananları unutmamış, bir gün Türkiye’ye dönecekleri hayalini kuran insanlar karşılıyor. Ancak bu hayal havada uçuşan bir hayal değil. Kendilerine geri dön önerisini sunanlara onlar da başta anadil olmak üzere 11 maddeden oluşan bir deklarasyon sunmuş. Yoktan var ettikleri bu topraklarda kütüphaneleri, spor sahaları gibi yaşam alanları ve en önemlisi inançlarıyla son derece kendilerinden emin duruyorlar. Velhasıl, ölümü ve yokluğun ne olduğunu çok iyi bilen o insanlardan Mahmur Kampı insanları.Ve elbette yaşamAncak buna karşın yaşamın anlamını da keşfetmişler. Kampın içinde bir park var. Kamp sakinlerinin diş ve tırnaklarıyla büyüttükleri bir park bu. Yitirdikleri insanların fotoğraflarının sergilendiği bir salondan geçerek o küçük parka varıyor ve ‘onlarla’ buluşuyorsunuz. Kimlerle mi?Mahmur renkli zeytin ağaçlarıyla! Hepsinin üstü meyve dolu. Ve halkın içemediği kükürt oranı çok yüksek suyla hayat buluyorlar. Sanki oradaki gencecik bir arkadaşın dediğini doğrularcasına: ‘Barış her anlamda gelsin buralara artık.’

Devamını Oku

Rojava için

17 Eylül 2014

2013 Ağustos’unda yazdığım bir yazıda ‘Kürtlerin varlığını sürdürdüğü bir diyar olan Rojava’da El Kaide’ye bağlı grupların kuracakları İslam devleti fikrine mesafesiz bakmak ya da mesafenin rengini saydam tutmak Türkiye’nin hiçbir biçimde uzun vadede kendini iyi hissedebileceği bir durum değildir’ diye yazmıştım. Bugün hâlâ aynı fikirdeyim. Üzerinden bir yıl geçti ve bölgede yaşananlar, özellikle ŞengalliEzidi mültecilerin yaşadığı gerçek, bugün IŞİD olarak bildiğimiz, aynı zamanda bir tür neden ve sonuç olarak tanımlayabileceğimiz durumun da özeti. Dahası bu özetin en büyük faturasını, dünyanın bütün savaşlarında olduğu üzere yine kadınlar ve çocuklar ödüyor. Tam kayıp verileri, yaşamını yitirenler toplanmamış olsa da bugüne kadar yaklaşık 600 kadının rehin tutulduğunu, kimi kadın ve genç kızların IŞİD tarafından başta Katar olmak üzere zengin ülkelerin ‘erkeklerine’ pazarlanıp satıldığını biliyoruz. Üstelik bu kadınların içinde sadece Ezidi kadınlar da yok. Türkmen ve Süryani kadınlar da bu gruba dahil.Bölgeye iki günlük ziyaretBu durumu çok net bir biçimde takip etmeme vesile olansa bölgeye yaptığımız iki günlük yoğun programlı bir ziyaretti. Hem halkı hem de yöneticileri kadınlardan oluşan bir heyet olarak ziyaret ettik, onları dinledik. Başta HDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata, HDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel, CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur, Mardin Belediyesi Eş Başkanı FebruniyeAkyol olmak üzere, bölgeden ve İstanbul’dan gelen birçok sivil toplum örgütüne bağlı kadınlardan, kadın sendika temsilcilerinden ve kadın gazetecilerden oluşan bir grup olarak Mardin’de toplandık. Oradan Irak’a ve sonra da Suriye’ye geçtik. Bir grubumuz Irak’ın Zaho kentindeki kampa giderken, bir diğer grup ise Suriye’ye, Rojava’daki kampa geçti. Ben de ikinci gruptaydım. Rojava’ya yaptığımız çetrefil ama anlamlı (ve saatler süren) yolculuk boyunca coğrafyadaki tanıklığımı, insanların örgütlü oldukları zaman mücadele etmelerinin de mümkün olduğu şeklinde özetleyebilirim. Bilindiği gibi bölgenin kontrolü, Ezidilerin can güvenliği Kürtlerin oluşturduğu YPG ve YPJ (Kadın Savunma Birlikleri) adlı silahlı örgütlenmeler tarafından sağlanıyor.KampKontrol noktalarını geride bırakarak kampa geldiğimiz zaman ilk gözüme çarpan Birleşmiş Milletler çadırlarının etrafındaki çöllüktü. Diğeri ise tek bir ağaç ve tek bir gölgenin olmadığı alandaki çocukların çokluğuydu. Ve elbette oyunbazlığı! Çocuk her yerde çocuktu. Hemen etrafımızı sardılar. Öğrendikleri tek tük İngilizceyle adlarını söylediler. Kimi kadınlar çadırların önünde mavi leğenlerde çamaşır yıkıyordu. Bizi görünce kimi el sallıyor, kimi gülümsüyordu. Çadırların içinde şilteler vardı. Bazı çadırlarda da fanlara rastlamak mümkündü. Hava nefes aldırmayacak kadar sıcaktı. Derken geçen bir ambulans ortalığı iyice toza buladı. Kamp çadırlarının, hatta genel olarak kampın neden toz rengi olduğunu o zaman anladım. Kampın tümü bu tükenmek bilmeyen tozla, nefes kesen bir sıcağın ortasında tuhaf bir serap şeklinde uzanıyordu önümüzde.Sonra onları dinlemeye başladık.Şengalli Ezidiler’in bulunduğu kamptakilerin en büyük dileği bir gün yine Şengal’e, topraklarına dönmekti. Yaşanan bütün sıkıntılara rağmen hayatlarını devam ettiriyor oldukları için mutluydular. Onlara sahip çıkanlara minnet duyuyorlardı. Barışçıl bir halk olmalarına rağmen yaşadıkları büyük travmanın sonucunda mücadele etmeye karar vermişlerdi.İçlerindeki kadınlardan biri kampa ulaşacak yardımlar konusunda sınırların kaldırılmasını istediğini söyledi. ‘Kış geliyor ve bizlerin kışlık eşyalara ihtiyacı var’ dedi.Gerçekten bu insanların en elzem sorunlarından biriydi bu. Çadırlarda çok eksik vardı ve yaşamlarını devam ettirebilmeleri için yardım şarttı.Ertesi gün gittiğimiz Irak Kürdistan Parlamentosu’ndaki yetkililerden, 1991 yılında Türkiye’nin bölgeye sunmuş olduğu işbirliğinin yinelenmesi ricası geldi. Kürtlerdeki özgürlük arayışının sadece o bölgeye özgü olmadığı dile getirildi ve tüm bu yaşananların bütün insanlığın meselesi olduğu vurgulandı. Yetkililer, tüm bu yaşananlardan sonra seslerini dünyaya duyurmak istediklerini belirttiler. İstekleri çok netti: Yardımlaşma. Bu konuda Türkiye’nin varlığını ise çok önemsedikleri aşikârdı.İkinci kamp olarak gittimiz Mahmur’da da benzer istekleri duyduk. Biraz daha farklı bir biçimde. Onları da yarın anlatacağım.

Devamını Oku

Aykırı Sorular

14 Eylül 2014

Aykırı Sorular adlı programın hafta içindeki bölümlerinin kaldırılacağını en erken öğrenenlerden biriydim. Prof. Dr. Yankı Yazgan ve Prof. Dr. Yaşar Özden ile katıldığımız program öncesinde Enver Aysever durumu kısaca özetledi .Diyecek söz bulamadım.Bu kadar çok izlenilen bir programın önünün bu biçimde kesilmesi olsa olsa Türkiye’nin kaybıdır. İçeriğine katılırsınız, katılmazsınız, seversiniz ya da sevmezsiniz, çok ayrı konular bunlar. Ancak soru sorulmasına bu kadar hasret bir ülkenin insanlarının elinden bu tür programları aldığınızda geriye pek bir şey kalmaz .Kalmıyor .Kalmayacak .O kadar aşikâr ki !ReformlarYeri gelmişken yıllardan beri tanıdığım Enver Aysever’i gecenin bir vakti reytingleri aşağı çekeceği tahmin edilen konuları programına taşıdığı için bir kez daha tebrik edeyim. Gündemi tartışması ayrı bir husustu ‘Aykırı Sorular’ın. Ancak başta edebiyat olmak üzere hemen hemen kimsenin önemsemediği başlıkları masaya yatırması bile bu programın sürekliliği için önemli bir nedendi. O geceki buluşmada da, dile kolay tam iki saat boyunca Türkiye’deki eğitimi, bir psikiyatristin, bir eğitimcinin ve bir yazarın gözünden tartıştık.Tam da söylemek istediklerimle bağlantılı olduğu için o gece ODTÜ’de uzun yıllar hocalık ve dekanlık yapmış olan Prof. Yaşar Özden’in reformlarla ilgili söylediklerini sizlerle paylaşmak isterim.Bir ülkede yapılan reformların sonuçlarının en az 10 yılda karşılık bulacağını söyledi Özden. Ancak Türkiye’deki eğitim sisteminin hiçbir zaman bu kadar sabırlı olmadığını da belirtti.Kanımca bu sadece eğitim alanı için geçerli bir husus değil. Esasen gelenekselden sadece padişah kaftanının düğmelerini vb. anladığımız şimdiki zamanın da konusu değil bu. Olsa olsa kendini sürekli yeni akımlara kaptırmaya hevesli ya da daha çok mecbur hisseden bir zihniyetin sonucu tüm bunlar. Ne kadar çok değiştirirsek o kadar ‘olduğumuzu’ ve bizden kaçırılmış olanı ‘yakalayacağımızı’ sanıyoruz ya, o hesap! Oysa bu yöntemi izlediğimiz zaman (ki bildim bileli hep bu yöntemi izliyoruz) sonuç olarak elimizde hiçbir şey kalmıyor! Türkiye’deki siyasetin sürekli olarak kendinden öncekilere bir meydan okuma anlamına geldiği de düşünülecek olursa hemen hiçbir şeyimizin ‘kalıcı’ olmamasına da şaşmamak gerekiyor. Oysa bir ülkenin öncelikle eğitim, kültür, kültürel mirasa sahip çıkma, kentsel planlama ve sağlık politikaları ve bu alanlarda yapılacak reformlar, günlük iktidar savaşlarına yenik düşmemeli. Düştüğü zaman, bakınız bugünkü hallerimiz oluyoruz ve elimizde eski günleri (üstelik o günler de benzer nedenlerden ötürü benzer bir kayganlığa sahip) hatırlamaktan başka hiçbir şey kalmıyor.Velhasıl bu işler ‘ben yaptım oldu’ diye yapılıp kurtulacak işler değil. Çok özen gerektiriyor, çok! Özen, emek, sabır ve saygı.***Gönül isterdi ki Enver Aysever’in programını da, diğer çok izlenen ama bir biçimde yayından kaldırılan nice program gibi uzun yıllar izleyelim, belli bir geleneğe oturtalım, üzerine düşünelim, eleştirelim, tartışalım.Ama ezbere yatkın olan, sadece kendimize benzer insanlarla yaşamak istediğimiz ve eleştirel akıldan korkan bir ülkeyiz biz.Eleştirel akıldan korkan bir ülke ise düşünsel anlamda şalterleri inmiş bir ülke demektir. Ve en büyük yalnızlık, yoksunluk, enerji kaybı budur. Evde yalnız yaşamayı tercih eden insanlar değil, budur, bu.

Devamını Oku

Yeni Türkiye’de ‘adaleti’ istemek

10 Eylül 2014

1965 yılında sinemaya uyarlanan bir öyküden bahsetmek istiyorum size. Burt Lancaster, ABD’nin en önde gelen yazarlarından biri olan John Cheever’ın ölümsüz öyküsünün kahramanı Ned Merill’i canlandırmaktadır. Bir komşusunun havuz kenarında güneşlenmekte olan Ned, bir hayal kurar. Havuzdan havuza atlayarak kendi evine ulaşmayı hayal eder. Evine ulaşması için 15 evin havuzunu yüzerek geçmek durumundadır. Biz okurlar için heyecan verici bir başlangıçtır bu. Hemen serüvene dahil oluruz. Ancak daha sonra bu havuzların neyi temsil ettiğini de düşünmeye başlarız. Yüzme havuzu, Cheever’ın ustalıkla örttüğü bir rüyayı temsil eder: Şu meşhur ve meşum Amerikan rüyasını! İyi bir fikir olduğunu kabul edersiniz. ‘Bir havuzun varsa başardın Ned, başardın, oğlum, başardın!’ mesajını vermektedir Cheever, inceden inceye. Keşke iş burada bitse!Ancak iş burada bitmez. Bu konfor vaat eden zengin rüyanın bir de arka yüzü vardır. Kahramanımızı daha net görmeye başlarız. Umulanın tersine öykü giderek karanlık bir hal almaya başlamıştır. Sanki Amerikan rüyasının sırları tek tek dökülmektedir. Öykünün atmosferi tamamen değişir. Fırtına, kara bulutlar, yağmur, çamur... Olumsuz sayılabilecek ne ararsanız öyküye dolmuştur. Oysa başta her şey ne kadar güzeldir! Zamanla komşuların ilgisi bile değişmiştir. Bir tuhaflık vardır, bir tuhaflık... Yolunda gitmeyen bir şeyler.İşin aslı Ned iflas etmiştir; her anlamda. Ne olduğu belli değildir. Gel zaman git zaman Ned amacına ulaşır, son havuzu da geçip kendi evine gelir ancak kapılar kilitlidir, ev bomboştur. Ned gerçekle yüzyüze gelmiştir. Öykü, adamın tek bir gününü değil tüm hayatını anlatır aslında. Karısı tarafından terk edilmişliğini, işteki iflasını vb. Gerçekle yüzleşmesini görürüz Ned’in... Üzülsek de boştur. Ned bir fantezi dünyasında yaşamış ve biz okurları da buna ortak etmiştir.Gelelim bizim hayallereYeni Türkiye sözünden ben biraz bizim Ned’in hallerini anlıyorum. Hayalsiz insan elbette olmaz. Hatta hayalsiz gerçek olmaz! Ancak gerçekleri atlayıp direkt fanteziler dünyasında yaşamaya başladığınızda, çok eğlenceli olacağını düşündüğünüz yolunuz kısa bir süre içerisinde bir kâbusa dönüşebilir ve sonunda kaçıp durduğunuz gerçeklerle, o ya da bu şekilde burun buruna gelebilirsiniz. ‘Gökdelenlerin varsa başardın Türkiye’ hayallerinin, ülkenin yaşadığı adaletsizlik, yolsuzluk ve karmaşa gerçeği karşısında nereye denk düşeceğini yakında göreceğiz. Başta da o gökdelenleri hayatları pahasına oraya diken gerçek emeğin (ucuz emeğin) aslında yaşamlarımızda neye denk düştüğünü fark ettiğimizde. Yani cilanın sırları iyiden iyiye dökülmeye başladığında...Ve daha neler neler. (Fezlekelere ne dersiniz, örneğin? Bu fezlekelerdeki gerçek niçin bizlerden kaçırılıyor?)Sahi birisi başarmak falan mı dediydi?(Meraklısına: Yüzücü, kıymetli yazarımız Tomris Uyar tarafından dilimize aktarılmıştır. Öykünün yer aldığı kitabı aynı adla Everest Yayınları’ndan edinebilirsiniz.)

Devamını Oku

Şiddet ve araçları

7 Eylül 2014

Şiddetin araçlara ihtiyacı var. Başta da medyaya.En son kadın şiddeti üzerine yaşadıklarımıza baktığımızda medyanın rolünün tartışılmazlığı da ortaya çıkıyor. Medya, şiddetin, özellikle de kadınlara uygulanan şiddetin artmasında belki de en önemli araçlardan biri.Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde şiddetin hasını uygulamış, lafı dolandırmaya gerek yok, ‘iki’ karısını öldürmüş bir adamın ekranda boy göstermesine tanık olduk. İş bununla da kalmadı. Karısını tornavidayla yaralamış, hakkında tecavüz iddiaları olan adamlar da ekrana çıkartıldı.Ve duruma gerekçe olarak ifade özgürlüğü gibisinden laflar edildi. Hatta işi daha da ileri götürüp ‘kim yapmıyor ki, siz kendi gazetenize bakın!’ diyenlerine de rastladık.Kimse kimseyi kandırmasın!Kadın cinayetlerinin tavan yaptığı ve bunun arkasındaki nihai amacın kadını ‘ev kuşu, hanım hanımcık vatan annesi, mini minnacık evcimen yenge, damızlık namuslu teyzemiz vb.’ yapmak olduğu bir ülkede kadın katillerini ekrana doluşturmak ifade özgürlüğü falan değil olsa olsa abesle iştigaldir. Kadın katillerini ekrana çıkarttığınızda verdiğiniz mesajla, yukarda saydığım kategorilere ‘uymadığı’ farz edilen kadının cezalandırılışına güzel güzel onay vermiş olursunuz. Bu cinayeti cilalamış ve mesajı güçlendirmiş de... Bilerek ya da bilmeyerek, bu türden bir olayın erkek gözlüğüyle, erkek bakış açısıyla ifşa edilmesi medya eliyle yeni kadın cinayetlerine onay vermektir. Kısacası, kadına yönelik şiddeti doğal göstermektir. Şiddete eğilimi olanları desteklemektir. Bu konuda yaşanan derin yarayı örtmek, hatta yok saymaktır.Bu arada şunu da belirtelim: Kadın bedenini umuma açarak yapılan eylemler de benzer bir amaca hizmet eder. Yani, kutsallaştırılmış anaç tavuklar zihniyetini dolaylı, örtük ya da açık olarak dayatmak neyse kadını bir göğüs ve kalça ikilisine indirerek reyting toplamaya çalışmak da aynı sefalete denk düşer. Kadını tepeden sallama bir namus algısıyla oluşturan iktidarın yine bir aracı haline gelir, ortalıkta gezinen çarpık olan ne varsa onun yeniden üretilmesine el birliği ile katkıda bulunursunuz. Kadına bakan, kadını kullanan ve onu bir malzeme olarak gören zihniyetin bir parçası olur, biteviye şekilde sürekli buna kafa patlatırsınız. Hayatınız bir frikik uzmanlığına dönüşür ve farklı şiddet alanlarının yaratılmasına bilerek ya da bilmeyerek katkıda bulunmaya devam edersiniz.Aşikârdır ki bir kadının birey olabilmesinin koşulları buralardan geçmez. Geçemez. Zaten iktidarın da en büyük korkularından biri budur. Bu yüzden bu korkulara hizmet edecek araçlar bulunur ve onlar hemen devreye sokulur.Buna uyup uymamaksa yine insanların ve insanların oluşturduğu kurumların elindedir. Şiddetin amaçtan çok araca, aracılara, iktidardan nemalanacaklara ihtiyacı olduğunu hatırlamaya ve hiç unutmamaya.

Devamını Oku

Hakkari’den Notlar

3 Eylül 2014

Hakkari, İstanbul Beşiktaş Belediyesi ve Hakkari Belediyesi’nin ortak düzenlediği geniş kapsamlı bir buluşmanın adı oldu. Üzerinde çalışılmış, emek harcanmış, risk alınmış bir kardeşlik yeminiydi. Bu açıdan hem Beşiktaş’ın CHP’li Belediye Başkanı Murat Hazinedar, hem de Hakkari’nin Belediye Başkanı Dilek Hatipoğlu ve Eş Başkan Nurullah Çiftçi’yi içtenlikle tebrik ediyorum. Yaşamakta olduklarımızı neredeyse partileri aşan ve asıl olarak insani boyutta düşünülmesi gereken bir sürece taşıma cesaretini gösterdikleri için! Dahası bu projenin temeline düşünce, emek ve sabırlarını koyan hemen herkese de minnettarım.HakkarililerKente girer girmez kardeşlik yürüyüşü ile başladığımız o yoğun tempoda özellikle adını anmak istediğim Hakkarililer var. Halit Yalçın bunlardan biri. Kendisini ‘bir tüccar’ olarak tanımlayan Yalçın, entellektüelliği ve bunu alçakgönüllülükle sarmaladığı bilgeliğiyle göz kamaştırıyor. Onun da temel çıkış noktası insan ve insan vicdanı. Bu varsa, yola devam edebiliriz noktasında buluşuyoruz. Kürt edebiyatına çok önemli katkılar sağlamış bir isim olan Yalçın, örgüt üyesi olmadığı halde tam 9.5 yıl cezaevinde kalmış. Ve bu süre zarfında kentle özdeşleşmiş Sümbül Dağı’na olan özlemini hep içinde tutmuş.Hakkari insanı, her şeye karşın o yüreği zengin insanlardan! İnanılmaz bir sıcaklık ve misafirperverlik bu. Hakkari’ye gelir gelmez tanıştığım Tuna Hanım bunun en önemli örneklerinden birini teşkil ediyor. Uzun uzun sohbet ediyoruz onunla. Derken kendimi kız kardeşi Sercan Hanım’ın evinde, kendi evimdeymiş gibi çay içerken buluyorum.Dilek Hatipoğlu ve Murat Hazinedar konuşurken gözlerinin dolmasının nedenlerini paylaşıyor benimle Tuna Hanım. Bu buluşmayı, tıpkı Halit Yalçın ve dertleştiğim birçok Hakkarili gibi çok önemli bulduğunu söylüyor. Hemen her Hakkarili gibi ailesinden üç insanını kaybetmiş. İkisini dağda, birini askerde! Yörenin çelişkilerinden biri bu ama hepsi bu değil... Yeni yetişen neslin çocuk adlarında bu kayıpların yansımalarını takip etmek Tuna Hanım’ın ailesi için de geçerli. Derin ve hüzünlü hikayeler barındıran çocuk adları Hakkarili çocukların adları. Her gidenin ardından kırılmış bir dalın yeniden filizlenileceğine duyulan inanç da. Bütün şarkılarında o burukluk var ama yine de yaşamla ve insanlarla barışıklık esas. Özellikle bunu kadınların yerel giysilerindeki renkten anlayabiliyorsunuz. O renkler ve o renklerden insanlara yansıyanlar, dağlardaki çiçeklerin rengi, coşkusu ve neşesi gibi.Tuna Hanım, diri bir yeşil giysi içersinde, Batı’dan bakıldığında çizilen siyasi sınırlar yüzünden çok yanlış anlaşıldıklarını düşünüyor. Bu ülkede yitip giden genç insanların hepimizin kaybı olduğunu belirtiyor. Ve sürekli olarak yöre insanının temel ihtiyacının artık huzur içersinde yaşamak olduğunun altını çiziyor. Birçok Hakkarili’den duyduğum o noktaya temas ediyor: ‘Bundan böyle doğal güzelliklerimizle ülkenin turistik merkezlerinden biri olabiliriz!’Kardeşlik yürüyüşü ve kardeşlik mitinginin ardından kardeşlik konserleri geliyor, derken gün bitiyor. Ertesi günse benzer bir yoğunlukla devam ediyor. Hakkari toprağına çam fidanları dikiyoruz. Hatta Vecdi Sayar’la diktiğimiz fidanımıza ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ adını bile koyuyoruz. Bu esnada Murat Hazinedar’dan 21 Eylül’de bu buluşmanın benzerinin İstanbul’da gerçekleşeceğini öğreniyoruz. Sonrasında Zap Köprüsü’nden Zap Suyu’na barış taşları atıyoruz. Barışın, sözün ve insanın her şeyi değiştirebileceği inancı içersinde... En azından şimdilik.

Devamını Oku

Anlık bir zaman

31 Ağustos 2014

1 Eylül Dünya Barış Günü’nde kafama kazınan kısacık bir anı sizlerle paylaşmak istedim. Ezidi bir kadın yolda düşüyordu. Kim bilir kaç saattir, hangi duygu savrulmasıyla yollarda yürümekteydi... Düşüyordu düşmesine ama benim zihnim onu orada bırakmak istemedi.***Yorgunluktan yere yığılan Ezidi bir kadının hafif bir savrulmadan, azıcık bir zamandan sonra, bir tavus kuşunun gerinen kanadında, zeytin ağaçlarının arasından kaybolup giden bir yolda, tanıklığın gölgesi, anka kuşunun iç sesiyle yoluna devam ettiğini hayal ettim.Anlık bir zaman almıştı kendine gelmesi.Kadının rüzgara değen elini, rüzgarın bu eli alıp çok uzaklara, sonsuzluğa taşıyacağına inanmak kolay olmadı başta. Ancak suyun üzerinde yürüyebilen gölgelerden olduğunu fark edebildiğimde anladım direncini. Filbahri kokusunu andıran bir bahardı kadın. Adı umursanmayan dağ çiçeklerinin binbir adı. Topraktaki gebeliğin umudu.Anlık, azıcık bir zaman almıştı kendine gelmesi. Ama tümden inandırdı beni! Sanki evinin penceresinin pervazlarına dayanırcasına yeryüzüne bakıyordu. Gözbebekleri yorgunluğunun sığındığı korkudan kocaman olmuş, dalgalı saçlarındaki hale küçücük kalmıştı.Yine de filizlendi kadın!Her daim ağlayan yüreğine bir yıldız yerleştirdi ve yüzyılın en ateşli sorularından birisi olan ‘sen de kimsin?’ buyruğuna okuma yazmayı heceleyen yeni yetme bir çocuk gibi bir yıldız topuyla gülümsedi. Belki de bu yüzden bundan böyleki dili yaprakların gün yüzüne çıkmakta tereddüt ettiği, o diri yeşil rengiydi. Ne olursa olsun umut olacaktı kadın; bütün yürünen, geride bırakılan, yeniden, her seferinde başlanan, ve kararan, ve yeniden aydınlanan, ve bulanan, ve yeniden doğan, ve yeniden... Alışacaktı buna; kendinden öncekiler kadar, kendinden sonrakilere uzanan o ovanın uzayıp giden boşluğundaki zamansızlığa.Kadınlar yürüyecek, yollarda düşecek ve tekrardan ayağa kalkacaklardı.Kısacık bir zaman alacaktı kendilerine gelmeleri.Fesleğen kokacaklar ve yollarına devam edeceklerdi.Harita: Ne orada ne burada olacaklardı.Mesel: Ne ölümde ne yaşamda olacaklardı.Vücutlarındaki bütün damarlar küt küt atacak ve her biri birer tavus kuşuna dönüşecekti.Yıllar sonra onlara, o tavus kuşlarına bakan ‘bu ne güzel bir şal’ diyecekti. Zamanla örülmüş motiflerine bakıp şaşıracaklardı. Yaşamla aralarına girenin ne olduğunu ise sanırım hiç kimse tam olarak anlayamayacaktı.(Ezidi inancında tavus kuşu iyilik meleği anlamına geliyormuş)***Sizler bu satırları okuduğunuz sırada bir ekip olarak Hakkari’ye doğru yola çıkmış olacağız. ‘Barışın yolu uzun ama olanaksız değil’ diyerek.

Devamını Oku