Türkiye’deki 9 ‘sakin şehir’den ilki olan İzmir Seferihisar’ın Sığacık Köyü’ndeki Teos’ta geçirilmiş bir hafta sonu var elimde. Teos antik şehrini de atlamayalım.On beş yıl öncesinde de buradaydım.Buralarda zaman, başta Seferihisar olmak üzere hemen her yerde zembereğin ağırlaştırılmış haliyle, kendisiyle barışık biçimde akmayı öğrenmiş. Sahiden de buralar, İngilizce ve İtalyanca’nın ‘Cittaslow’undan ‘sakin şehir’ diye Türkçe’ye aktarabileceğimiz bir diyar haline dönüşmüş. Bu da demek oluyor ki bu coğrafya, yerel özelliklerini korumuş, yaşamın dayattığı standartlaşmaya yenilmemiş. Karabiber ağaçları ve zeytin ağaçları arasında yaşamak, nefes almak, dahası anın keyfini çıkarmak mümkün olmuş ve oluyor. Özetlemek gerekirse, küreselleşmenin ağına düşmeden yaşamı öğrenen bir kent alanı diye de aklımızdan geçirebiliriz bunu.Teos’a gelecek olursakGelelim Seferihisarlı Sığacık Köyü’nün Teos’una.Teos, İzmir’in Seferihisar ilçesine 5 kilometre uzaklıktaki Sığacık Köyü’nün yaklaşık bir kilometre güneyinde nefis bir denizin kenarında öylece, sakin bir biçimde duruyor. Neredeyse M.Ö 1000’den bu yana.Buradaki güzel tatil alanlarından birisi ise Onur ve Tunç Soyer’in babaları Nurettin Soyer’den devraldıkları Teos Village. Rahmetli Nurettin Soyer’in öngörüsüyle planladığı tatil köyü, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in katkıları ve kardeşi Onur Soyer’in çabalarıyla nicedir Teos denizine ve o tarihi rüzgâra kendimizi bırakabilmemizi sağlıyor. İş, doğa ve tarihin güzelliğiyle de kalmıyor; amaç insanı da buna katabilmek. Yıllardan beri tanıdığım Onur Soyer, zamanında Ankara’dan saksı içerisinde getirdiği ve Teos toprağında artık bir ağaca dönüşmüş kauçuğun kuytu yeşil gölgesinin altında, insana her daim dostluğu hissettiren ses tonuyla ‘Birlikte eğlenen, birlikte yaşayabilir’ diyor.Haklı.Bu düşünce, şimdilerde birlikte eğlenmek kadar hüzünleri, yasları ve acıları da paylaşabilmek olarak kafamda canlanıyor. Üstelik yavaşlatılmış bir zaman eşliğinde. Kentlerin kendi dokularını korudukları ve sakinliği yaydıkları bir izlekte soluk alıp verebilen insanları hayal ediyorum. Ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, paylaşabilen insanları. Birbirlerini anlamayı deneyen insanların birlikte de yaşayabileceklerini mırıldanıyorum. Ölümsüzlüğün 21. yüzyıldaki tanımının bu olabileceğini.Antik bir kentin, şimdiki zamana yaslanan sakin mi sakin bir kıyısında, olur olmaz hayallerle 21.yüzyıla bakıyorum. O da yarı dalgın yarı umursamaz bir edayla bana.
15 Temmuz günü Selahattin Demirtaş’ın basın toplantısına katılanlardan biriydim.Tanıtım müziği olarak bizleri salonda karşılayan sözler buydu:Aman aman bıktık vallaAman aman şiştik valla....Kalabalık bir katılım, coşkulu bir buluşmaydı Demirtaş’ın basın toplantısı. Karşımızda duran, politik anlamda Türkiye’nin pek de alışkın olmadığı bir yüzdü. Kendinden emin, nüktedan, genç ve enerji dolu bir insan...Hiç kuşku yok ki Türkiye ve dünyanın geçirmekte olduğu değişimlerin farkında olan bir isim Demirtaş. Onu dinlerken sadece bir cumhurbaşkanı adayını değil, yakın gelecekte Türkiye’nin siyasi hayatına damga vuracak bir yapının öncülerinden birini de dinliyor gibi hissettim kendimi.Trafo kedileriBu kadar eşitsiz koşullarda şansı var mı sorusu ise beni aşıyor! Malum, seçim günlerinde trafo kedilerinin bütün izinleri kaldırılmış olacak. Dahası devletin bütün yetkileri, her türlü araç ve gereçleri, ‘10 yıllık mağduriyet’in temsilcilerinin yanında yer alırken eşit ve adaletli bir seçimden ne ölçüde bahsedebiliriz?Ancak biliyorum ki Demirtaş gibi insanların bu ülkenin kaderine sağlayacakları katkı hiç de az olmayacaktır. Yeter ki hemen her şeyi, hâlâ milliyetçi cepheden görmeye çalışanlar biraz ayaklarını gaz pedalından çeksinler. Çok değil, biraz...O zaman Türkiye’nin en büyük sorunlarının başında gelenlerin neler olduğunu çok daha net fark edebileceklerdir. Örneğin doğa katliamı diye çok önemli bir gerçek var ülkemizde. Topraklarımızdaki bu yalın gerçeğe sahip çıkamadığımız müddetçe gelecek diye söz ettiğimiz hemen her şey boştur, manasızdır, yersizdir. Bu yüzden basın toplantısında Demirtaş’a yöneltilen bayrak, Batı bölgelerindeki halkı yanına çekip çekememe sorularını, sürekli gündemde tutulma çabalarına rağmen, yine de geçen yüzyılda kalmış sorular olarak algıladım. Buna karşın, Demirtaş, iki soruya da önemli mesajlar içeren yanıtlar verdi. İkisi de aslında ülke insanının algı farkındalığını öne çıkaran cevaplardı. Türkiye’de gerçekten yaşananları görebiliyorsak hakikatin ne olduğunu da anlayabileceğimizi vurguladı Demirtaş. ‘Cumhurbaşkanı olursam herkesin cumhurbaşkanı olacağım,’ dedi. Ve bayrakla ilgili bir sorunu olmadığını da yineledi. Sloganları olan ‘Yeni yaşam çağrısı’na genç, yaşlı, Kürt, Türk, bu ülkedeki hemen herkesin davetli olduğunu hissettirdi. Çoğulcu dile özellikle vurgu yaptı, dayanışmayı, kardeşliği ve barışı öne çıkardı.KadınlarDemirtaş’ın kadınlarla ilgili söyledikleri de anlamlıydı. Bu çetrefil yolda hiçbir kadın adayın olmamasına değindi Demirtaş ve bunu demokratik bulmadığını söyledi. Ve salondaki biz kadınlardan bol alkış aldı!Doğrusu, 21.yüzyılda, ülkemizdeki önemli bir seçimde karşımızda hiçbir kadın aday olmaması gerçekten içler acısı. Ama daha da içler acısı olan Türkiye’de hâlâ demokrasiyi arıyor, özlüyor ve bekliyor oluşumuzdur.Demirtaş Salı günkü toplantıda bu umudu bana verdi.(Böylesi bir gözlem yazısını Ekmeleddin İhsanoğlu için de yazmak isterdim. Ancak kendisinin yaptığı basın toplantısına ne yazık ki çağrılı değildim.)
Geçenlerde posta kutumdan güzel bir kitap çıktı. Ortaokul yıllarından tanıdığım bir arkadaşım olan Meltem Bayazıt Tepeler’in kitabı: ‘Düğünler ve İstanbul’. Meltem, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki yüksek lisans ve doktorasının arkasından yaklaşık 20 yıldır İstanbul’da düğünler planlıyor ve bunları hayata geçiriyor. Evet, o bir düğün planlamacısı!‘Düğünler ve İstanbul’, Atatürk Kitaplığı’nda İstanbul konulu kitaplar arasında sergilenen, özenli baskısı, fotoğrafları ve içeriğiyle, Türkiye’nin düğün gelenekleri ile ilgili yazılmış neredeyse tek kitap. Kitabın en ilginç bölümlerinden birisi ise ‘farklı düğünler’ bölümü. Meltem diyor ki: “Kilise ve sinagoglarda gerçekleşen seremoniler esnasında, İstanbul’un birbirinden farklı ne kadar çok yaşamı kucakladığını fark eder ve bu büyüleyici şehirde yaşamaktan haz duyarım. Farklı kültürler, farklı inançlar ve farklı yaşamların birbirini kucakladığı bambaşka bir şehirdir İstanbul.” Ardından Musevilerin, Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin, Türklerin düğün adetlerinden bahsediyor bize. Payda düğün olduğunda geleneklerin birbirine yakınlığı, aslında temel noktanın yine insan olduğunu hatırlatıyor. Haydi, yine sırası gelmişken söyleyelim: Çoğulluğu.***Ancak tüm bunların ötesinde insan öyle kolay bir varlık değil. Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ında bize hatırlattığı gibi düzinelerce gölgeye sahip. O gölgeler hiç umulmadık zamanlarda insanları, hatta toplumu ele geçirebiliyor. Dahası, yaşamlarımızın temel sorularından biri olan ‘gerçek kimin elindedir?’ sorusunu defalarca sormamıza yol açıyor. Yaşadığımız zaman diliminde gerçek, tarihe ve doğaya kendi hükümlerini koyarak yalanı doğru, doğruyu yalan yerine koyabilen zihniyetlerin tekeli altında. Tek bir irade varmışçasına hemen her şeyi bunun içine tıkma çabasındaki görkem ise gerçekten kayda değer. Gerçi bu, insan var olduğu müddetçe var olmuş ve kanaatimce hep var olacak bir debelenmedir. Birileri, tarihin tuhaf dönemeçlerinde hep çıkmış ve demiştir ki: ‘Gerçek benden sorulur arkadaş!’ Kısacası bütün savaşların nedenlerini bildiklerini sananlar ve bunu dayatanlar. Ya buna alkış tutanlar? Çoktur, çok.Ve hiç kuşku yok ki buna çanak tutanlardan ne daha masum ne de daha az suçludurlar.***Şu aralar tartışmanın anlamını yitirdiği günlerden geçiyoruz... Yoksa tartışmanın bir anlamının olmadığı günlermi desem? Dünyayı birlikte anlamanın ve birlikte yaşamanın bu kadar zor olmadığını tekrarlayıp dursam da... Yine de zor zamanlar.Bereket, düğün mevsimindeyiz.
‘Aklını kullanacak kadar akıllı ol’ sözünün karşılığının olmadığı, olsa bile, aklı kullanmanın en fazla kurnazlık ve üçkağıtçılıkla eş tutulduğu ülkelerde, gölgesine sığınarak soluklandığımız bir sözdür ‘gün olur devran döner.’ Kaderci, mucizeleri başka dünyalara bırakan bir söz olsa da, huyundan mı suyundan mı bilinmez, tuttu mu tutar. Sanırım, bizleri hâlâ yaşatan da budur! Ahmet Şık ve Nedim Şener’in AİHM’den aldıkları ‘onay’, dönen devranla gelen o hüzünlü zafer karşısında bir müddet sessiz bıraktı beni. Ne tuhaf! Şimdilerde ‘paralel yapı paralel yapı’ diye inleyenler, o zamanlar da ‘kitaplar bombadır, kitaplar bombadır!’ diye inliyordu. Neden acaba? Sırf bu yüzleşmeyi yapabilecek olsalar-dı, bugün Türkiye bambaşka bir noktada olabilirdi...Ama bunu hiçbir zaman yapmadılar ve yapmayacaklar. Hem Şık hem de Şener bu ezberin karşısında yaşamlarının bir yılını, haksız yere, sırf birileri bir şey yaparmış gibi gözüksün, sırf birileri birilerine yaransın diye cezaevinde geçirdi. Adaletin kalp paraya dönüştüğü ülkemde adaletsizliğin bedelini ödemek zorunda bırakıldılar.Baba seni niye oraya koydular?Nedim Şener, kızı Vecide Defne Şener’in, o masum evlat sorusundan yola çıkarak yazdığı ‘Baba Seni Niye Oraya Koydular?’ adlı kitabında (Doğan Kitap, Nisan 2012) Yaşar Kemal’in Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin verdiği onur ödülü törenine gönderdiği yazısına yer verir. Düştüğümüz halleri, bir kapanın kapısını bizzat kendi ellerimizle üstümüze nasıl kapamak üzere olduğumuzu göstermesi açısından ibretlik bir yazıdır. Türkiye’de basın özgürlüğünün hiçbir zaman olmadığını, buna karşın demokrasi için direnenleri düşünerek umutlu olmamız gerektiğini belirten yazı bir yandan da korku toplumu olmanın zaaflarına değinir. Bu noktada basının gücünün gerçek bir demokrasi için ne kadar önemli olduğunun da altını çizer. İyisi mi burada susayım ve sözü ustamız Yaşar Kemal’e bırakayım: ‘Gazete haber verir. Gazete, öğretir. Gazete, okuyucusunun nabzına göre şerbet vermez. Gazete, okuyucularını kışkırtmaz. Kol gibi harflerle manşetler vererek, bir spor karşılaşmasını en büyük ulusal olay durumuna sokmaz. Kürt sorunu gibi büyük ulusal sorunlarla oynamaz. Doğa kırımı gibi ülkenin geleceğiyle ilgili konularda gerçekleri saptırmaz.Basın zanaat değil, sanattır, yaratıcılıktır, dirençtir. Basın hiçbir çıkarın yanında olmamalıdır, kendi çıkarı olsa bile. İşte basının özgür olması budur..... Diyorum ki korkulmasın. Bugünkü gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok.Bugün hapishanelerde, mahkeme kapılarında veya mahkeme kapılarına gitmeyi beklerken mesleğinin ve insanlık onurunun hakkını verenler var. Onlar ve onların hakları için omuz omuza yürüyen, sesini yükseltenler insanlığımızın daha bitmediğini, vurdumduymazlığımızın bizi öldürücü hale getirmediğini kanıtlıyorlar.İnsan, umutsuzluktan umut yaratandır. Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya demokrasi ya hiç...Ve Türkiye hiçe layık değildir.Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma.Selam olsun, korkunun üstüne yürüyenlere.Selam olsun insanlık toptan tükenmedikçe umudun da tükenmeyeceğini gösterenlere.İnsan soyu içinde en güzelleri, en kutsanacak olanları onlardır.’***Bu seneki Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü özel ödülü çevirmen Tonguç Ok’a verildi. Ok, 17 yıldır ağırlaştırılmış müebbetle cezaevinde. Tam 17 kitap çevirmiş, 4 dil bilen Ok, birçok siyasi tutuklu gibi özellikle Terörle Mücadele Yasası’nın ağır hükümlerine muhatap bırakılmış durumda.
Mucizeleri yaratanlar elbette insanlardır. Ancak bu çoğunlukla böyle olmaz. ‘Mucizelerin’, bir dizi bilinmezlikle tanımlandığı kimi durumlarda insanlık adına bir tehditle burun burunayız demektir. O noktada insan, edilgen bir araç haline dönmüş ve kendisine biçilen kaderine razı olmuştur.Juliette Binoche’un Rebecca ismindeki bir savaş foto muhabirini canlandırdığı ‘Binlerce Kez İyi Geceler’ filmi, onun Kabil’de bir kadın intihar eylemcisini fotoğraflamasıyla başlar. Ölmeden önceki merasimin, şehit olma aşamasına taşındığı o yolda, insana dair o mucizenin dünyanın bu yönünde nasıl algılandığına dair sinematografik bir gerçekle bir kez daha burun buruna gelirsiniz. Aslında bu tür fotoğrafların neyi anlattığını da bilirsiniz. MUCİZE, ÖLÜM OLDUĞUNDAKabil gibi bir diyarda insanın yarattığı mucize ölümdür, sondur. Kadınlar, erkekler, hatta kız çocukları bedenlerine kuşandıkları ‘kutsal’ bombalarla ölüme gider. Ölmeden önce gerçek anlamda mezara girer, boy abdesti alır ve sonra sevdiklerine sarılır gibi ölüme sarılırlar. Filmin mesajı da bir Afrika yolculuğundan sonra Rebecca’nın kızı tarafından verilir: ‘Daha çok ama çok fotoğraf çekilmelidir ki dünyanın dikkati buralara çekilebilsin...’ Aslında bir noktada niçin savaş foto muhabiri olduğunu dile getiren Rebecca’nın dedikleriyle de birlikte düşünülebilir bu sözler: ‘Dünya kamuoyu Paris Hilton’un arabadan inerken verdiği frikikle ilgilenirken Kongo’da insanların yaşadığı zulmü anlatmak istedim...’ İşin aslı büyük şirketlerin gözlerini diktiği Afrika’da da durum aynıdır, İslam’ın yaşam direnci olarak insanların arasına sızdığı Afganistan’da da. Kim bilir, belki de dünyada bu kadar zulüm olduğu için magazin haberleri bu kadar çok pompalanmaktadır! Dünyanın neresine gidersek gidelim bir frikik güzeli, açlıktan, sefaletten, ilgisizlikten, eğitimsizlikten, cins ayrımcılığından, ırkçılıktan kahrolan diyarların insanlarının önüne geçer gazetelerde. Ve açık farkla magazin, gerçeği yener. Bu gerçekte, kimi insanların hayatlarının zerre kadar değeri yoktur. ***Filmde Suriye yok. Ama olsaydı da benzer şeyleri Suriye için düşünmeye devam ederdik. Gerçi bunun için filmlere de ihtiyacımız yok. Suriyeli göçmenler, bizzat aramızda, her gün önlerine açtıkları kağıtlarla dilenirken, insanın yaratacağı mucizeleri değil, bilinmez bir geleceğin bu insanlar için şimdiden yazmakta olduğu bildik senaryoyu düşünmemiz de bu yüzden olsa gerek.
Brezilya’daki dünya futbol turnuvasında ilk turda elenen Japonya’nın İtalyan teknik direktörü Alberto Zaccheroni, yaptığı basın toplantısında istifa ettiğini açıkladı.Böylelikle başarısızlığın başarı,hırsızlığın dürüstlük, Bizans oyunlarının siyaset gibi gösterilmesine alışmış ruhumuzda mutedil bir dalgalanmaya yol açtı. Allah iyiliğini versin senin Japon teknik direktörü kere!Ne demekti istifa etmek canım ?Yapılacak onca şey dururken insan İtalyan usulü harakiri yapar mıydı böyle!Doğrusu teknik direktörden şu maddeleri izlemesini beklerdik :1- Asla vazgeçme. Bu yol, er ya da geç sana kurban olacaktır. Bugün böyleyse, yarın farklıdır kardeşim. İnsanların hatırlama gibi bir açmazları olsa da unutmak gibi çok büyük faziletleri vardır .2- Bu ve buna benzer olaylar hiç yaşanmamış gibi davran ve sürekli olarak konuyu başka yerlere kaydır. Hatta bu uğurda sinirlen. Çok kız. Olmadı kızmış gibi yap. Örneğin kiraz ağaçlarının zamanında beyaz beyaz çiçek açmamasını (böyle bir olayın olması da gerekmiyor, önemli olan kamuoyunun kafasını karıştırmak), Japon Futbol Federasyonu’nun gelmiş geçmiş en büyük açmazı olarak göster.3- Bir ben vardır bende benden içeru. Yunus Emre filan deme. Bunu çal. Çal çal. Çalmanın pek mubah olduğunu anlamış olmalısın. Böylece yaptığın tüm hataları başkasına yükle. Hatta bu sözle dinlendiğini, resmen böceklendiğini, gazozuna hap atıldığını iddia et. Bir ben vardır ruhuma dikey de, mesela. Tutar, merak etme. Ne dersen, ne yaparsan tutar, merak etme sen... Aslında kazanacaktık, de. Yanlış taktikler verdim takıma, de. Ve gözlerini ufka dikerek de ki: Ama bunları ben söylemedim, birileri söyletti bana... De de. Vallahi de.4- Şiir ezberle. Ama öyle sanat için falan değil. Baktın sıkıştın, hemen günü kurtaracak bir şiir oku. İki vasat haiku ile bu işi kurtarırsın. Ve yine gözler. Onları mümkünse hep ufka dik.5- Çay törenleri esnasında kapitalizm eleştirisi yap. Dalga geçmiyorum. İş yapar. Bir şeyleri Budizm’e bağla. İş yapar, çok iş yapar. Yap işte. Sloganlar bul kendine. Bol bol basın toplantısı düzenle. Medyayı yanına çek. Onlara vaatlerde bulun. Gelecek beş yıllık projelerde onların adını zikret. Bağlılık ve sadakatin, zeka ve algıdan geçmediğini sakın ha hissettirme. Böyle takıl. Sana tapanlar ordusu kur. Ve bu ordunun temellerini çıkar ilişkileriyle ör. Bir şekilde bağla onları oraya. Rant, rüşvet, şu bu. Herkesi o açmazın içine çek. Çek ki kimse oradan çıkamasın. İlmekleri ör kardeşim. Allah Allah. Anla. Fransız mısın nesin ?Ne demek öyle çekip gitmek .Kal. Öyle bir kal ki asırlara hükmeden İtalyan usulü bir Japon mucizesi yarat, spagetti gibi uza uza uza, hatta bizzat tutkal ol. (Bu arada sürecin adını da koy: Koparama.)
‘Düşünce hayata eşlik edebildiği zaman...’ diye mırıldanarak gittim bu seneki Talaş Günü’ne. Talaş, eski adıyla Kadıköy Maarif ve Kadıköy Anadolu Lisesi mezunlarına yönelik bir buluşma. Bu buluşmaya eşlik edenlerin başında talaş böreği, ayran ve gönüllü kabullendiğiniz bir zaman tüneli faslı var. Zaman tünelinin en temel örgüsünü ise çocukluk anılarınıza bodoslama bir dalış oluşturuyor. Artık karşınıza kim çıkarsa... Öğrenciler, öğretmenler, yöneticiler, hizmetliler, kapı görevlileri, yemekhane sorumluları, kütüphane memurları, muhasebeciler, duvarlar, koridorlar, sınıflar, sütunlar...O kesitten bugünlere varışınız farklı bir serüven olabilir. Varsın olsun. Zaten bu tür buluşmalarda işin esası bu değil. Şimdilerde nerede durduğunuzun pek de bir öneminin olmadığı ortada. Belki şunu ‘yeniden’ fark edebilmeniz için önemli bizim Talaş gibi etkinlikler: Hayat bir süreçtir. Başladığınız, evrildiğiniz, savrulduğunuz, değiştiğiniz, dönüştüğünüz bir süreç. Tam da burada insanın kim olduğu sorusunun devreye girmesi mümkündür. Üstelik son derece yalın bir şekilde. Ve çocuklukla sırlanmış o geçmişte, bulduğunuz hazine niteliğindeki husus şudur tahminimce: Hepimiz buradan başladık.Peki bu nedir? Hemen hepimizin üç aşağı beş yukarı, birbirine yakın şartlarla eşit olması prensibi. Bunun göreceli de olsa bir adaletle pekiştirilme hususu. Nereden gelmiş olursak olalım... Sanırım bu eşitlikte doğru ve yanlışların paylaşılabilir olması da işi anlamlandıran bir diğer husustu.Ancak şu da var: Bulunduğumuz mekânın, gelenek dediğimiz ve hiç de yabana atılmayacak bir kaideden bizleri beslediği de doğruydu. Bu geleneğin temelinde ise, müfredattan ezber yaşam öngörüsüne uzanan onca karambole rağmen, düşüncenin kendine çizebildiği yolun miniminnacık olasılığını bizlere sunabilmesi yatıyordu. Kısaca söylemek gerekirse düşüncenin hayata eşlik edebilirliğiydi bu. Kimimiz bunu özümsedi, kimimiz daha az özümsedi. Ama önemli olan, iyi kötü, bunun bir seçenek olarak bize sunulmasıydı. Bunun adı, yinelemek gerekirse, ‘her şeye rağmen düşünebilirsiniz çünkü yaşamın özü buradadır’ seçeneğiydi.Düşüncenin olmadığı yaşam elbette mümkündü. Sonradan buna gani gani tanıklık ettik. Hâlâ da ediyoruz. Ancak şuna da: Düşünce yoksa yaşam hep güdüktür. Düşünce varmış gibi yapılsa da, düşünce yoksa yoktur. (Türkiye’nin şu aralar önünde oyalanmakta olduğu ezberlerle çevrili mânia, kısacası!)Düşünmek, yıllar önce aynı (ya da benzer) sıralarda dirsek çürüttüğünüz, benzer dakikaları kovalayarak okul kırdığınız, birbirine yakın sayılabilecek sorularla yaşama küstüğünüz, sonrasında önünüze yığılan engelleri gırgır, gözyaşı, hüzün ve şamatayla aştığınız o tünelin içinden en çok bunları hatırlatarak seslenir bugününüze. Ve yakanızı bırakmaz. İsteseniz bile. Ee, bundan daha güzel bir şimdiki zaman olur mu!Bütün o geçmişe, minnetle.
Yönünüzü yitirdiğinizi sandığınızda karşınıza çıkar. ‘Buradasınız’, kendinize göre mekânı zihninizde tanımlayabileceğiniz kısacık bir cümledir. Ona göre belirlersiniz, kuzey böyle, güney şurası diye. Haritanın içinde bir adınız bile vardır artık. Yönünü şaşıran siz, artık yönünüzü bulabilecek bir koda sahipsinizdir.Öyle de.. .ABD’nin haritaları bildiğiniz yerde göstermez Türkiye’yi, Ortadoğu’yu, hiçbir yeri. Hemen her şey yer değiştirmiştir sanki. Baktığınız zaman her zaman solda görmeye alışkın olduğunuz Amerika kıtası en merkezde durur. O zaman haritaların bir yalan olduğunu düşünmeye başlarsınız ya da kafanızda yeniden bir mekân ve zaman algısı yaratmaya çalışırsınız.İş bununla da bitmez Kaliforniyalı gençten bir çocuk o haritaya bakar, kendine sorulan ‘Ortadoğu’ sorusunu net bir biçimde anlamış halde der ki: ‘Gösterdiğiniz o yerde ben sadece kırmızı görüyorum.’Kanın kırmızısıdır kastettiği. Kargaşa, vasat politikalar ve gerilimin kırmızısı; ama kibar bir oğlan olduğu için bunu söylemez. Niyeti kimseyi kırmak değildir zaten. Ders bittikten sonra (ki o sırada yangın alarmı çalmıştır binada) patenine atlayıp gitmektir niyeti, arkasına bakmadan. ‘ABD kendisine baksın’ çıkarsamalarından fazlasıyla sıkılmıştır; Guantanamo’yu bilir, Vietnam’ı da. Ancak dünyanın derdine derman olacak bu tür çıkarsamalar, tepkiler değildir, olmamalıdır da ona göre.Öte yandan o ve diğerleri gittikten sonra, duvara asılmış olan o haritaya bir Ortadoğulu ruhuyla bakmak farzdır sizin gibiler için. Uyduruk olduğunu düşündüğünüz yangın alarmına (bir tatbikat daha olduğuna inanarak) aldırmaksızın o haritaya gözünüzü dikip, bakmak, bakmak. Zihninizde yangın yerine dönmüş ve söndürülmesi mümkün olmayan bir kırmızılığın içinde gezinirken heyecanla kapının çalınmasına verdiğiniz tepkiye de o zaman şaşırıverirsiniz. Ağzınızdan kendi dilinizde dökülüvermiştir o sözcükler: ‘Kim o?’Gelen üst kattaki sınıfların birindeki Hintli matematik hocasıdır. Yangın alarmlarına alışkın biridir artık. Buna karşın yangın alarmlarının ciddiyetine inanmış biri.Filmlerden fırlamış bir heyecanın öznesidir. Hindistan’a gideceğine inanan ve sonunda yeni bir kıtayı keşfeden Kristof Kolomb adlı o maceraperest adamın esrar perdesini kaldırarak ‘Hâlâ ne duruyorsunuz burada kuzum!’ diye sizi kendinize getirir.Kıtalar keşfedileli çok zaman olmuştur. Cep telefonları, internet, ipod, ipad bulunmuş, mesafeler kısalmış, yönler, hatta sınırlar yeniden çizilmiştir... Haritaya bakarsınız, son kez. Kanın ateşe, ateşin kana döndüğü o yere. Yangınlara. Ortadoğu’ya. O da size bakmaktadır, ne tuhaf! Yanlış bir yerde durduğunu bile bile. Bunu kanıksamış, artık umursamayan bir halde.Çantanızı alır, omuzunuza asar ve Hintli adamın sunduğu eşiğe adım atarken yine de arkanızdan fısıldayan o sesi duyarsınız:‘Buradasınız! ’