Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yazmaya küçük bir ara verdim. Hem olaylara biraz dışarıdan bakmak hem de gelecek günleri kafamda tasarlamak açısından ihtiyacım olan bir molaydı bu. Fena da olmadı.
Ülkenin yaşadığı santrifüjlü gündemden kafamı biraz başka yerlere uzattığımda ise kırk yıllık kıymetli bir arkadaşımı buluverdim karşımda. Yıllar önceki gönüllü, biraz da zorunlu ABD göçmenliğinde, bir vicdani retçi olarak uzun yıllar boyunca Türkiye’ye gelememişti. Sonrasında çıkan bedelli askerlik, nihayet çok sevdiği ülkesine arada sırada da olsa gelmesine olanak sağladı.
Yıllar önce göçmenliğini ilk kanıksadığı yer olan New York’ta onu ziyaret ettiğimde ‘Bak burası benim’ diyerek tutmuş küçük bir parka götürmüştü beni. Sokrat Parkı’na. Erken akşam ışıkları parka doluşmuştu ve karşımızda dev binalarıyla, kendimizi küçücük hissettiğimiz Manhattan vardı. Bir de aradan geçip giden bir nehir, East River. Ona, bir parkı olduğu için şanslı olduğunu söylemiştim. O ise daha güzel bir şey söylemiş ve ‘Herkesin sığındığı bir parkı vardır’ demişti. Sonra da şöyle mırıldanmıştı: ‘Esasen bütün parklar birbirine benzer.’ (Sonrasında bu cümleler bir öyküme bile yansımıştı.)
Sanırım kastettiği, bu yazıya koyduğum başlığın (dikkatli okurlarımız bu adın William Faulkner’ın Sanctuary-Kutsal Sığınak adlı kitabına özenilmiş bir ad olduğunu anlayacaklardır) hemen hepimiz için geçerli olduğuydu. Sahiden hemen hepimizin sığındığı, kaçtığı birer kutsal sığınağı vardı, vardır. Ancak, kanımca bu sığınakların nasıl sığınaklar olduğunu da keşfetmek önemlidir. Faulkner, rüşvetin, yolsuzlukların ve iktidarın nefesleri kestiği bir dünyayı anlatmıştı bizlere Kutsal Sığınak’ta. Bu dünyadaki kötülükleri... Kötü bir dünyada kötülüklerin çok kolay ürediğini ve hemen her yeri ele geçirdiğini.
Sığınaklar olmalı, olmalı da...
Böylesi bir dünyada kaçılacak kutsal sığınaklar elbette olmalı. Nehirler, parklar, rüyalar... Ancak dünyayı anlamanın yolu, sığınaklarda olsun ya da olmasın, yitirilenleri görebilmekten de geçiyor. Nerede olursak olalım, gerçekliğin insan yetisi tarafından kavranılamıyor oluşunu bu ya da şu şekilde idrak etmek durumundayız... Buna neden olanları fark etmek, bu haliyle yaşamın katılığını görmek ve harekete geçmek durumundayız, evet. Şimdiye ve geleceğe yönelik ‘bilinmez’ hanesindekilerin aslında öngörülebilir olduğunu yeniden keşfetmek durumundayız. Peki ya birbirini suçlamak? En vasatı, emin olun en vasatı...
Parkların, molaların kaçtığımız köşeler değil, dinlendiğimiz mekân ve zamanlar olabilmesi biraz da buna bağlı. Olup bitenlerle sahiden yüzleşebilmemize ve en önemlisi birbirimizi suçlamadan, yeni iktidar açmazları yaratmaksızın sabit eksenli kötülüklerin (hali hazırda ihlal edilen Anayasa’nın, sümen altı edilmeye çalışılan IŞİD gerçeğinin, rüşvetlerin, talanın vb.) karşısında yan yana durabilmemize. Aksi taktirde kazanan kim, belli!
***
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sanatçılara yönelik verdiği veda resepsiyonuna istememe rağmen katılamadım. Özellikle basın danışmanı Ahmet Sever’e her zamanki nezaketi için teşekkür ediyorum.