Haberin Devamı
Öyle fazla siyasi şeyler yazmamaya kararlıydım. Aslında, ‘küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım’ temelli bir yazı yazmak istiyordum ama tam o sırada bir haber geldi.
Soma’nın izleri toplum olarak hemen hepimizin içinde dolanırken, bu izleri kanırtan bir haberdi bu ve ben tam da orada koptum...
Hem bu izler hem de gündelik hayatımızın gelgiti arasında atlamış olabiliriz ama 17 Aralık sürecinde tutuklanan, adı inanılmaz işlere bulaşmış (ve bunu duymak için tapelerin de gerekmediği) zatı şahanemiz, bir ay önce serbest bırakılması yetmezmiş gibi, sütten çıkmış ak kaşıklığına yeni bir aklık ekleyerek yurt dışına çıkma hakkını da kazandı. Kısaca ‘Reza-let’! Dayanamadım, ‘Bu vatan sana kurban olmasın da ne olsun!’ dedim...
Bir an önce kendime gelmeli ve ‘küçüktüm ufacıktım top oynadım acıktım’ temama geri dönmeliydim. Kendimi terbiye etmeliydim, terbiye. Ve başladım yazmaya: ‘Küçüktüm...’
Ancak iş bu rezaletle bitecek gibi değildi. Soma’nın izleri henüz kül bile olmamıştı. Yazıya biraz daha ara verip düşünmeye başladım.
Halkın, avukatların üzerine yürüyen yürüyeneydi Soma’da. Müşaviri desen orada, jandarması desen orada, korumaları desen oradaydı. Tekme tokat gırla giderken ekranlardan, olayın teknik atlamalarını ve vahametini örtecek duygusal sözler dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Ekranlardan sorumlu olan arkadaşlarımız, hükümete toz kondurmayacak, olayı doğaya ve kaçınılmaz olarak kadere bağlayacak sözlerin insanlarını (yani şimdi ya da yakın gelecekte hükümet destekli planlarda aktif rol oynamaya aday yüzlerin sahiplerini) tek tek çıkarmıştılar ekrana. Bu resmigeçit sürerken, örneğin maden konusunda hiçbir bilgisi olmayan ama hükümete sonsuz destek verme konusunda uzmanlaşmış gazete sorumluları, gazeteci gibi değil de daha çok hükümet yetkilisi gibi bizlere akıl vermeye devam edip duruyordu: ‘Olayın siyasileştirilmemesi lazım.’
Tekrar oturdum klavyemin karşısına. Biraz zorlayınca cümlem yeniden karşıma çıktı: Küçüktüm, ufacıktım, top oynadım acıktım.
Derken Soma’nın külleri üzerime yağmaya başladı. Yazı ve tekerleme sorulara karıştı. Ne yapacağımı bilemez hâldeydim. İnatla yazmaya devam ettim. Edebildiğim kadarıyla... Ve sonuçta ortaya böyle bir şey çıktı:
Küçüktüm.
Soru: ‘Siyaset büyüklerin mi hakkıdır ? Kimdir o büyükler? Yüzde kırk beş oy almış ve o oyla her şeyi meşru kılabileceklerine inanlar mı?
Ufacıktım.
Soru: ‘ Kimdir iriler? O ya da bu şekilde palazlanmış olanlar mı? Ülkeyi ülkelere satanlar mı? Kara para aklayanlar mı?’
Top oynadım.
Soru: ‘Madenden sorumlu olduğu izlenimi veren ve sürekli olarak işe siyaseti karıştırmayın diyen gazeteci kardeşim bu sorum özellikle size: Sizin, Soma’dan bizlere bu akılları vermeniz bile siyaset değil de nedir? Topu neden taca atıyorsunuz sürekli? Kısa zamanda sonsuz ve sorunsuz yükselişinizin arkasındaki manevralar çarpık siyasi frikikler değildir de nedir?’
Acıktım.
Soru: ‘Haydi bir iş adamını anladım. Diyelim ki bakanı da anladım. Ama bir gazetecinin, bir bilim insanının, bir rektörün, bir belediye başkanının hükümetin dilinden konuşması ne türde bir açlık hissine denk düşer? Bu iktidar özlemi ve açlığı nasıl biter? Sahi biter mi? Bitsin, n’olur... Bitince haber verir misiniz? Hüzünlü bir tweet filan atın bitince. Konuyla alakası olmayan bir şiir okuyun mesela. Bir türkü çığırın. İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri fena olmaz. Ki hiçbir şey olmamış gibi ilerde sizleri de minnetle analım!’