Gündemimize son düşenleri gün yüzüyle düşünmeye başladığımda o şarkı kulaklarımda çınlıyor: ‘Nedir bu gördüğüm rüya olsa!’
Rüyaların piri Freud, bu yaşadıklarımızın bilinçaltımızdan gündelik yaşama nasıl yansıdığı konusunda ne derdi bilemiyorum. Ancak ‘Ben ne siyasetçiyim ne de hukukçuyum. Her baba-oğula karışamam kardeşim ama ne olursunuz erkek egemen bir toplum olarak artık şu Oidipus kompleksi ile net bir biçimde yüzleşin’ dediğini duyar gibi oluyorum.
Kısaca hatırlayalım: Freud’un Oidipus Kompleksi’nde çocuk babasını rakip görür, babasına düşmanlık besler ve onu öldürmek ister. Başka bir deyişle çocuğun büyüyebilmesi için babasının gölgesini o ya da bu şekilde aşması gerekir. Gerekir de bu hiç de kolay bir adım değildir. Çocuğun bu uğurda yenilip gitmesi, savrulması ve muhtemelen ilk etapta kaybetmesi söz konusudur. Babasının gölgesini aşarak kendini bulmaya çalışan oğlanın hikâyesi zaman zaman büyük bir trajediyle sonlanır. Ancak şunu biliriz: Er ya da geç kahraman kendi özbenliğiyle buluşacaktır. Büyük edebiyat yapıtları bu döngüyü bol bol kullanmıştır.
Roman örnekleri
Konuyla ilgili olarak Karamazov Kardeşler’e bakmak elbette önemlidir, ancak bu durum sadece Dostoyevski’nin o ölümsüz yapıtıyla sınırlı değildir. Sophokles’in Kral Oidipus’u tamamen bu açmazı anlatır bize. Shakespeare’in Hamlet’i de bu imgenin etrafında dolaşır. Babasının hayaletiyle kafası karmakarışık olmuş Hamlet sonunda kafayı iyiden iyiye sıyırır. Müthiş bir mücadele, gerilim ve var olma hâlidir bu. Ve esasen bu çaba, Hamlet’i Hamlet yapandır.
Bizim o dönemlerdeki edebiyatımıza baktığımızda ise babalar ve oğullar arasındaki ilişki tamamen muğlak bir ilişkidir. Özellikle ilk roman örneklerimize tanık olduğumuz Tanzimat döneminde, değil babayı öldürmeyi istemek, babayla çekişen bir figüre rastlamakta bile zorlanırız. Bunun nedeni elbette babaya atfedilen o kutsal roldür. O kadar kutsaldır ki el sürülemez ona. (Esasen burada çok ciddi bir babasızlık söz konusudur ama onu şimdilik hiç karıştırmayalım; meraklıları için Jale Parla’nın ‘Babalar ve Oğullar’ kitabını önermekle yetinelim.) Böyle olduğu için de metinlerdeki kahramanın serüveni hep eksik kalmıştır.
Ya toplum?
O metinlerden bir biçimde topluma yansıyan ve gelenekselleşen de üç aşağı beş yukarı budur. Devlet yapısını, önünde boyun eğeceği, söz dinleyeceği, ne olursa olsun buyruklarını yerine getireceği bir ‘baba evi’ gibi gören bir toplum kendi benliğiyle buluşmayı, kendi iradesiyle yaşamına yön vermeyi hep ertelemek durumundadır. Sürekli erteler, görmezden gelir, bizzat kendi benliğini yok sayar. Böyle olunca ne mi olur? Evladındaki bu açmazı son derece iyi keşfetmiş baba figürlerinin biri gider diğeri gelir. Yıllar yılları kovalar. Hiçbir şey değişmez. Babalar gelir ve giderler. Onlar için toplum olsa olsa bir oyuncaktır. Nasıl olsa her dediklerini o ya da bu şekilde yerine getirecek bir oyuncak, olsa olsa bir sıçrama tahtasıdır toplum. O kadar ki aynı toplumu karşılarında bir çocuk gibi görür, onu yok sayarlar. En büyük servetlerinin nedeni de budur.
Babalar ve oğulları
Haberin Devamı