Ne kadar haberiniz oldu bilemiyorum. ‘Biz Orada Mutluyduk’ adını verdiğim, Gezi’ye katılmış gençlerle ilgili röportajlardan oluşan bir kitap yayımladım geçtiğimiz sonbahar. Feminist gençlerden biriyle konuşurken konu kaçınılmaz olarak Kabataş’ta yaşananlara gelip dayanmıştı. ‘Kayıt yok, burada nasıl düşünmemiz gerekir?’ soruma genç arkadaşım ‘Kadının beyanı esastır’ diye çok haklı bir yanıt vermişti.
O dönemde kimi AKP yanlılarının Gezi odaklı şekilde üzerimize kurmaya çalıştıkları grotesk bir baskı vardı ama buna yenilmemeli ve oradaki kadın sorununu, bir Türkiye gerçeği olarak atlamamalıydık. Baskı derken: Nüfusunun neredeyse yüzde 99’u İslam olan bir ülkede, Batı’ya öykünerek bir İslamofobi fırtınası yaratma eğilimini kastediyorum.
Ne tuhaftır ki benzer insanlar Gezi’de yaşananları ‘Batı’nın bir oyunu ve dış mihraklar’ olarak nitelendirme konusunda da çok ısrarcı (ve aceleci) davrandılar. Neyse ne. Genç arkadaşım haklıydı. Burada kadının yaşadığı, tüm bunlardan bağımsız bir taciz olayı olarak düşünülmeliydi. Yine de, yaşadığımız kum fırtınasını düşünerek, konuyu demlenmeye bıraktığımı ve o bölümü kitaba koymaktan son anda vazgeçtiğimi itiraf etmeliyim.
Buğusundan sıyrılınca
Nihayet Kabataş olayı yavaş yavaş buğusundan sıyrılmaya başladı. Söze dökülenlerin hemen hiçbirinin yaşanmamış ve bir kadının ‘daha’ tacize uğramamış olmasını sevindirici buldum. Neden derseniz, birçok kişi bu ‘olayı’ kendine şiar edinerek Gezi’yi karalamayı görev bilmişti. Dolmabahçe Camii’nde yaşananlar konusunda da benzeri bir açmazın tecrübe edildiğini hatırlarsak bu iki olayın birbiriyle çok örtüşen yanları olduğunu düşündüm. Kitabı hazırlarken Dolmabahçe’de görev yapmış genç bir doktor adayı arkadaşla da konuşmuştum; genç arkadaşım içki içilmesi gibi bir olaya tanık olmadığını, tek tanıklığının orada bir can pazarı yaşandığı gerçeği olduğunu ifade etmişti. Aslında tek başına Dolmabahçe Camii’ndeki süreç bile hükümetin genelgeçer refleksinin Gezi’ye nasıl yansıdığını, gerçeğin nasıl çarpıtıldığını ortaya koyması bakımından yeterliydi. Yeterliydi de, bu, bugün bu noktada bulunmamıza engel olamadı.
Şimdi ne yapacağız?
Elbette oradaki gerçeğin neden çarpıtıldığını ‘gerçekten’ anlamaya çalışacağız. Neden bunca gerçek dışı aktarımlara başvurulduğunu tekrar tekrar düşüneceğiz. Bu kaydın neden şimdi kamuoyuna servis edildiğini de sormak bu düşünce silsilesinin içinde yer almak durumunda. Diyebilirsiniz ki: ‘Her şey ortada değil mi?’
Deyin.
Benim vurgulamak istediğim bundan sonrası. Bundan sonrasında birlikte nasıl yaşayabiliriz sorusu... Yoksa buradan da yeni çatışmalar doğuracak ifadeler yaratmak çok mümkün. Açıkçası bu benim tercihim değil.
Gelelim kadın beyanına... Kabataş bunu gölgelemez, gölgeleyemez. Kadın beyanı benim için sonuna kadar hükmü geçerli bir beyan olmaya devam edecek. Toplumun kadına bakış açısı değişinceye kadar da bu böyle olacak.
Feminist arkadaşım sokağa fırlayan palalılar için ‘ne türden bir dürtü onları sokağa çıkardı sence?’ soruma bakın ne demişti: ‘O bir dürtü değil. Onun güvendiği bir erk var arkasında. Gayet politik. Cinnet geçirip bir anda palayla çıkıp insanlara vurmuyor. İktidarın kendi arkasında olduğunu biliyor, cezalandırılmayacağına, cezalandırılsa bile övüleceğine güveniyor. Kadın cinayetlerinde olduğu gibi, kadın cinayetleri işleyen erkekler gibi güvendiği bir şey var arkasında. O dürtüselliği nerede ortaya koyabileceğini çok iyi biliyor.’
Kadın beyanı
Haberin Devamı