Dink cinayetinde kimin ihmali var?

1 Şubat 2007

Hrant Dink cinayetinde çok ağır, çok vahim bir görev ihmali olduğuna artık kimsenin kuşkusu yok. İhmal var da, kimin ihmali? Görevden alınan Trabzon Valisi ve Emniyet Müdürü’nün mü? Trabzon eski Emniyet Müdürü ve şimdiki Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nın mı? Yoksa İstanbul Emniyet Müdürü ve diğer yetkililerin mi?İçişleri Bakanlığı’nın cinayetin hemen ardından Trabzon’da görevlendirdiği mülkiye müfettişlerinin soruşturma alanı şimdi genişlemiş durumda. İstanbul Emniyeti de şu anda Mülkiye müfettişlerinin soruşturma kapsamında. Ki müfettişlerin soruşturdukları en önemli konu bu ihmal meselesi... Çünkü ortaya çıkan ihmal, öyle geçiştirilecek, basite alınabilecek türden değil. İnsanın kanını donduracak kadar vahim bir durum. Trabzon Emniyeti, Hrant Dink’in öldürüleceği haberini bundan bir yıl önce muhbiri kanalıyla elde ediyor. Yani cinayeti işleyecek olan çete aşağı yukarı biliniyor, kimin öldürüleceği de biliniyor. Ve ihbar resmi işleme konuyor. Resmi yazı ile hem Ankara’ya Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na hem de Hrant Dink’in İstanbul’da oturuyor olması ve cinayetin de orada işleneceği bilindiği için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne 19 Ocak 2006 tarihli resmi bir yazı ile bu bilgi ulaştırılıyor.Resmi işlemler yerine getiriliyor ama bütün bunlara rağmen, Trabzon’daki ihbarcının verdiği bilgi 11 ay sonra gerçek oluyor. 19 Ocak 2007 günü Hrant Dink İstanbul’un göbeğinde gazetesinin kapısında polisin bildiği çetenin tetikçisi tarafından vurularak öldürülüyor. Yani tam anlamıyla göz göre göre, polisin gözü önünde bir cinayet.Bugüne kadar kamuoyuna yansıyan bilginin özeti bu. Daha detaylı bilgi mülkiye müfettişlerinin soruşturması tamamlandığında ortaya çıkacak.Zaten şu ana kadar bilinenlere bile bakıldığında bir görev ihmali, görev kusuru olduğu çok açık ve net.Peki bunun sorumlusu kim? Sorumluyu elbette müfettiş soruşturması ve sonra da yargı belirleyecek. Ancak iş sadece bürokratik sorumluluk mu? Ana muhalefet partisi CHP’ye göre hayır. Bu işin siyasi sorumluluğu daha ağır. O nedenle de CHP şimdi hem Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında hem de İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu hakkında Meclis soruşturması açılması için önerge hazırlıyor.Deniz Baykal’ın bu konuda yaptığı açıklamalara göre, sorumluluğun asıl büyüğü siyasi iktidarda. İçişleri Bakanı’nın ağır hizmet kusuru işlediğini, görevi ihmal ettiğini düşünüyor CHP. Polis içinde son olaylar üzerine bazı hükümet üyelerinin de kabul ettiği ciddi bir kamplaşma, dinsel ve siyasal eğilim ağırlıkla farklı yapılaşmalar olduğu öne sürülüyor ve bunun sorumluluğunun da kuşkusuz hükümette, birinci derecede de Başbakan ve İçişleri Bakanı’nda olduğunu savunuyor CHP.CHP’nin soruşturma önergesi önümüzdeki hafta Meclis’e gelecek. Ancak sonuç alabilmesi çok zor CHP’nin. En fazla soruşturma açılıp açılmamasına ilişkin ön görüşme yapılır. Ama o kadar. AKP oyları ile reddedilir o önerge. Yani bu olayda bir siyasi sorumlu bulmak o kadar kolay değil. Fakat, mülkiye müfettişlerinin soruşturması konusunda hükümetin bugüne kadar izlediği hassas tutum devam ederse en azından bürokratik kademelerde epey sorumlu çıkar. Ve belki bu olay polis içindeki kamplaşmayı ve istenmeyen yapılaşmaları da bir ölçüde giderebilir. Tabii hükümet isterse...

Devamını Oku

İttifak iktidar getirebilir mi?

31 Ocak 2007

Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine siyasi partiler arasında bir süre önce doruğa ulaşan gerilimin son günlerde oldukça düşük seviyelere indiği gözleniyor. Bu da aslında sürpriz değil. Gerilimin dozu ister istemez düşecekti. Çünkü, muhalefet partileri de çok iyi farkında ki, cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda AKP, daha doğrusu Tayyip Erdoğan ne derse o olacak. Muhalefet partilerinin bu konuda hiçbir belirleyici etkisi olmayacak.Muhalefet aslında ilk günden itibaren işin farkında. Ve bugün itibariyle de cumhurbaşkanlığı seçiminden çok, o seçim yapılıp yeni cumhurbaşkanı belli olduktan, Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıktıktan sonrasının hesabında.Onlar için asıl önemli olan en geç 4 Kasım günü yapılması gereken milletvekili genel seçimleri. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarına girmeleri ise siyasetin gereği...Tabii ki zaman ilerledikçe adaylık başvurularının son günü olan 26 Nisan yaklaştıkça bu tartışmalar kuşkusuz yine alevlenecek. Yine karşılıklı ağır suçlamalar, indiririz, yargılarız tehditlerine belki yenileri de eklenecek ama sonuç değişmeyecek. Meclis, AKP’nin çoğunluğu, 11. Cumhurbaşkanı’nı muhtemelen 3 Mayıs günü seçecek. Kimi seçeceği de az çok belli. Ama CHP başta olmak üzere parlamento içi muhalefetin zayıf da olsa bir başka beklentisi Erdoğan’ın aday olmaması üzerine kurulu.Böyle bir durumda iktidar partisi içinde küçük çaplı bir deprem yaşanabileceği hesaplanıyor. Örneğin Erdoğan’ın Bülent Arınç veya Abdullah Gül’ü aday göstermeyip bir üçüncü ismi oya sunması ihtimali...O takdirde Arınç’ın aday olacağına hiç kuşku duyulmuyor. Hatta belki başka etkili isimlerin de. İşte o zaman Meclis içi muhalefet AKP’nin içini karıştırmak için Erdoğan’ın en arzu etmediği adaya destek vererek iktidar partisinde iç karışıklık çıkartmayı düşünebilir. Ama bu da çok zayıf bir ihtimal...Onun dışında muhalefet partilerinin seçim sürecine etki edebilmeleri imkansız.Onların da zaten asıl düşündükleri, kaygılandıkları milletvekili genel seçimi. Bu seçime cumhurbaşkanlığı seçiminden malzeme taşıyabileceklerini de umuyorlar elbette.CHP’nin de MHP’nin de DYP’nin de asıl hedefi genel seçimlerde AKP’nin tek başına iktidarına son vermek. Erdoğan’ı Çankaya Köşkü’nde yalnızlaştırmak. En azından ikili veya üçlü bir koalisyon imkanına kavuşabilmek.Bir de baraj korkusu yaşayan partiler var ki onların gündeminde Cumhurbaşkanlığı seçimi zaten hiç yok... Onlar için yüzde 10 barajını aşacak formüller bulmak çok daha hayati önemde.Bugün için Erbakan’ın SP’sinden Cem Uzan’ın GP’sine hatta BBP’den ANAP’a kadar anketlerin baraj altında gösterdiği bütün partilerin ilgili ve yetkililerinin kafası bu sorunu nasıl aşacaklarıyla meşgul. O nedenle henüz resmi düzeyde olmasa bile bu partiler arasında değişik düzeylerde bir görüşme trafiği, nabız yoklama faaliyeti yaşanıyor. İttifakla girilecek bir seçimde alınabilecek sonuçlar tartışılıyor. Hatta geniş ve güçlü bir ittifak formülüyle iktidar hesapları bile yapılıyor...

Devamını Oku

“İhmal” soruşturması genişletiliyor...

30 Ocak 2007

Hrant Dink suikastının ardından Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nde başlatılan “ihmal” soruşturması önceki gün ortaya çıkan şok gelişme üzerine genişletiliyor.Trabzon’da müfettiş soruşturmasının selameti bakımından vali ve emniyet müdürü, görevden el çektirilerek merkeze alınmışlardı. Şimdi önceki gün ortaya çıkan “suikast ihbarı 11 ay önce yapıldı” bilgisi dahilinde bu ildeki soruşturmanın kapsamı genişledi. İşin bir ucu Ankara’ya Emniyet Genel Müdürlüğü’ne, diğer ucu da İstanbul’a dayanmış durumda.Çünkü Trabzon soruşturmasını yürüten mülkiye müfettişleri, Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü’nün 19 Şubat 2006 tarihinde “çok gizli” damgalı bir yazı ile hem İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne hem de Ankara’ya Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Başkanlığı’na Hrant Dink’e suikast düzenleneceği bilgisini ilettiğine ilişkin belgeye ulaştılar.Bu belge “ihmal soruşturması”na şüphesiz ki yeni bir boyut kazandırmış durumda. Çünkü, ihmal soruşturması yaşayan Trabzon Emniyet Müdürlüğü birimleri kendilerini savunuyorlar: “Biz işimizi yaptık. Suikast girişimini, haber elemanı - muhbir kanalıyla öğrendik. Bir yandan ilgili kişileri takibe alırken diğer yandan da zaman geçirmeksizin hem Genel Müdürlüğü hem de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nü resmi yazı ile uyardık.” Bu resmi yazının örneği mülkiye müfettişlerinde. Ve bu yazı ile hem Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi, hem de İstanbul Emniyet Müdürlüğü ağır bir “görevi ihmal” sorumluluğu yükü ile karşı karşıya kalıyor.Öyle ya, ellerine resmi bir yazı geliyor bundan tam 11 ay önce. Deniyor ki, “şu kişiye (Hrant Dink) suikast yapılacak. Suikastı muhtemelen Yasin Hayal yapacak, İstanbul’da şu adreste kalacak.” Bilgi bu kadar net. Trabzon Emniyet Müdürlüğü bu bilgi üzerine Yasin Hayal’i niye yakın takibe almadı? Asıl önemlisi, bu istihbarat bilgilerini taşıyan muhbirle ilişkiyi neden kesti?Bu bilgiyi aldıktan sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü acaba ne gibi işlem yaptı?Emniyet Genel Müdürlüğü, İstanbul ve Trabzon Emniyeti’nin bu bilgiyi değerlendirmelerini denetledi mi?Hrant Dink’in korumaya alınmadığı biliniyor. Değil yakın koruma, çalıştığı Agos Gazetesi’nin önüne polis kulübesi koymak, kamera yerleştirmek bile akla gelmemiş.Bugün için bilinen tek gerçek, ihbarın üzerinden tam 11 ay geçtikten sonra Hrant Dink’in gazetesinin önünde vurularak öldürülmüş olması.Bu olayda özellikle güvenlik açısından bilinmeyenler, ihmaller neler? Bu konuda da Trabzon’da büyük ölçüde tamamlanan mülkiye müfettişlerinin soruşturması bugünlerde İstanbul’a kayacak.Dün bu konuyu sorduğum üst düzey bir yetkili, “Bu işte bazı yerlerde bazı vahim görev ihmalleri olduğu anlaşılıyor. Müfettiş soruşturmalarının tamamlanmasıyla her şey ortaya çıkacak” diyor.Ve görev ihmallerinin müfettiş raporları ile sabit olması durumunda hiç kimsenin makam ve mevkiine bakılmaksızın hakkında “görevi ihmal” davası açılabileceğini de ekliyor aynı üst düzey yetkili.Tabii ki bu noktada akla şu geliyor:Trabzon’da soruşturma başladığında “soruşturmanın selameti” bakımından Vali ve Emniyet Müdürü’ne görevden el çektirilmişti. Yarın İstanbul için bu ihmal soruşturması başladığında aynı işlem yapılacak mı? Yoksa bu karar müfettiş soruşturmasının sonrasına mı bırakılacak?

Devamını Oku

Erdoğan Arınç’ın adaylığına vize verir mi?

29 Ocak 2007

Başbakan Erdoğan, “Nisan ayına kadar bu meseleyi konuşmayacağız” demişti ama sorular karşısında ne kendisi geri durabiliyor, ne de partisinin önde gelen isimleri. Cumhurbaşkanlığı seçimi için zaman giderek daralıyor. AKP’liler de dahil herkesin en fazla merak ettiği nokta ise Erdoğan’ın aday olup olmayacağı. Bu konuda her gün papatya falına bakılıyor. Erdoğan’ın konuşmalarında geçen bir sözcükten derin anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor. Bu konuda AKP içinde yürüyen tartışmalar, kulis faaliyetleri aslında çok önceden tahmin edilenlerin dışında değil. Aylar öncesinden yazılıp çizilmişti; eğer Erdoğan aday olmaz, partisi içinden bir başka aday göstermeye kalkarsa Meclis Başkanı Bülent Arınç aday olur...Arınç önceki gün bu yöndeki beklentileri haklı çıkaracak bir çıkış yaptı. Aslında Arınç’ın bu yöndeki örtülü niyet beyanı ilk de değil. Geçen yılın son günlerinde NTV’de soruları yanıtlarken de benzer mesajlar vermişti Arınç.O konuşmasında da Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına karşı çıkan muhalefete, özellikle de CHP’ye cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşma için özetle şu formülü öneriyordu: “Uzlaşma sağlanacak ismin mutlaka AKP grubundan ama geçmişte aktif politika içinde yıpranmamış bir insan olmalı. Makul ve mantıklı formül budur...” O günlerde AKP içinde de dışında da bu ifadeler “Bülent Bey, uzlaşılabilecek aday olarak kendisini tarif ediyor” diye yorumlanmıştı.Arınç önceki gün İstanbul’da kendisine yakın gördüğü bir grup gazeteci ile yaptığı Cumhurbaşkanlığı sohbetinde daha ileri şeyler söylüyor. Tıpkı, Erdoğan’a açıkça “Siz aday olmayın, ülkede gerilim çıkar” diyemeyen iş dünyasının bazı etkili isimlerinin dediği gibi Arınç da Erdoğan’a 5 yıl daha Başbakan olarak icraatın başında kalmasını öneriyor.“Erdoğan benden genç, bir dönem daha bekleyebilir Bu dönem ben cumhurbaşkanı olurum, o başbakan olarak kalıp partiyi iktidarda tutar ve benden sonra bayrağı devralır” demeye getiriyor. Hatta gerekirse 5 yıllık bir iktidar döneminden sonra, 7 yılı beklemeden Köşk’ü Erdoğan’a bırakabileceğini de ima ediyor. En azından Ankara’da iktidar partisinin kulislerinde böyle yorumlanıyor Arınç’ın dünkü bazı gazetelerde yer alan sözleri. Dolmabahçe Sarayı’nda bazı gazetecilerle yaptığı pazar kahvaltısı da Arınç’ın cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyasının ilk adımı olarak değerlendiriliyor.Peki Erdoğan, Bülent Arınç’ın adaylığına vize verir mi?“Hayır” diyor konuştuğumuz AKP’liler.Bizce de öyle. Çünkü, Erdoğan’ın birinci hedefi kendisinin Cumhurbaşkanlığı. Zayıf bir ihtimal de olsa kendisinin cumhurbaşkanlığında bir kriz ihtimali görürse o zaman belki bir başka isim düşünebilir. Ama bu noktada da AKP’nin bazı etkili isimlerinin de söylediği gibi Bülent Arınç, Erdoğan’ın düşüneceği son isim. Hatta kendisi dışında düşünebileceği ilk sıradaki ismin ise Abdullah Gül olabileceği konuşuluyor. Bu ihtimali belli ki Arınç da dikkate alıyor ve satır aralarında bugüne kadar feragat ettiği noktaları hatırlatıp, bu defa kendisinin feragat beklediği mesajını veriyor.

Devamını Oku

Kuzey Irak gerilimi tırmanıyor...

28 Ocak 2007

Türkiye’nin gündemi iki ana noktaya kilitlenmiş durumda. İçerde cumhurbaşkanlığı seçimi, dışarda ise Irak, özellikle de Kuzey Irak meselesi.Başbakan Erdoğan’ın yılın ilk günlerinde ifade ettiği, “Irak meselesi bizim için artık AB’nin de önündedir” sözünün kerameti her geçen gün biraz daha netlik kazanmaya başlıyor.Kerkük ve Kuzey Irak konusunda Türkiye’nin taşıdığı ve yüksek sesle dile getirdiği hassasiyete karşı taraftan anlayış gelmediği gibi, Türkiye’yi rahatsız edecek yeni bir uygulama, yeni bir tahrik unsuru ile yanıt veriliyor. Ve Irak konusundaki gerilim giderek tırmanıyor.Son bir haftada yaşanan çok çarpıcı örnekler var bu konuda. TBMM iktidar ve ana muhalefet partilerinin verdikleri ortak önerge ile Irak ve Kerkük’teki gelişmelerle ilgili bir gizli oturum yapıyor. Hemen ertesi gün Mesut Barzani, Kuzey Irak Kürt Parlamentosu’nu Türkiye gündemi ile olağanüstü toplantıya çağırıyor. Yani bir anlamda Ankara’ya karşı misilleme yapıyor.Türkiye Kerkük’le ilgili kaygılarını dile getiriyor, Kerkük’ün statüsü ile ilgili referandumun ertelenmesi gereğini söylüyor. Yanıt ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson’dan geliyor:“Kerkük Irak’ın iç işidir. ABD dahil hiçbir dış gücün Irak halkına kendi iç meselelerini nasıl çözümleyeceklerini dikte etmemeleri gerektiğine inanıyoruz...” Büyükelçi öyle şeyler söylüyor ki sanki Irak bugün ABD işgalinde değil, orada olup bitenlerle ABD’nin hiçbir ilgisi yok... Türkiye’nin en önemli müttefiki, sözde stratejik ortağı ABD’nin Ankara Büyükelçisi, Ankara’nın en önemli “kırmızı çizgilerimden biri” diye dünyaya ilan ettiği Kerkük meselesi konusunda net bir uyarı yapıyor: Bu çizgiyi unutun, bu mesele sizi ilgilendirmez...Bir başka şey daha öneriyor Büyükelçi Wilson: “PKK ile mücadele için Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimle daha yakın işbirliği içine girin...” Yani Kerkük meselesi yüzünden Kuzey Irak’taki otorite ile yani Barzani ile ilişkilerinizi zayıflatırsanız bundan PKK ile mücadele de zarar görür, halbuki Türkiye Kerkük meselesini unutur, burayı ABD yönetimi ve Irak Kürtleri’nin insafına bırakırsa PKK ile mücadelede sonuç alma ihtimali var, demeye getiriyor.ABD yönetimi, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki Kürt yönetimini kabullenmesini, Kürtler’in bağımsız devlet yolunda ilerleyişine ses çıkarmamasını ve daha yakın bir diyalog ve işbirliği içine girmesini arzuluyor ve hatta zorluyor.Bu açıdan dün ortaya çıkan bir gelişme son derece çarpıcı.Irak Ulusal Petrol Şirketi SOMO, Türkiye üzerinden bu ülkeye petrol ürünleri nakliyatı yapan firmalara bir yazı gönderiyor. Yazıda özetle, “sözleşmeleriniz iptal edilmiştir. Eğer bundan sonra aynı işi yapmak istiyorsanız Kuzey Irak’taki bölgesel yönetimden (Yani Barzani’den) onay alın” deniyor.Gerçi yurt dışına giderken Başbakan farklı konuştu ama Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in dünkü açıklamasında ifade ettiği gibi acaba birileri gerçekten Türkiye’ye bir şeyleri dayatmak mı istiyor? Yani Kuzey’de bağımsız bir Kürt devletini tanımaya alıştırmaya mı çalışıyor? Onu elbette zaman gösterecek.Ancak bu durum, Irak ve “kırmızı çizgiler” konusunda Türkiye’yi hızla kritik bir viraja doğru getiriyor.

Devamını Oku

2014’e hazır olmak hedefi ve 301 sorunu...

25 Ocak 2007

Türkiye’nin Avrupa Birliği heyecanının giderek zayıflamakta olduğu bir gerçek. Kamuoyu desteği çeşitli nedenlerle günden güne azalırken müzakere sürecinde işlerin umulduğu gibi yürümemesi, Türkiye’nin hazır olduğu pek çok fasılın dahi Rum-Yunan ve Fransız engellerine takılması hükümet ve bürokraside de bir bıkkınlığa yol açmış gözüküyor.Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül ve Başmüzakereci Devlet Bakanı Ali Babacan da bu noktada tehlikeyi sezmiş olacaklar ki, iki hafta önce geniş kapsamlı bir toplantı düzenleyerek üst bürokrasiyi uyarma ihtiyacı duydular.Gül ve Babacan’ın üst bürokrasiye verdiği mesajın özeti şuydu: Hükümet olarak bizim AB’ye tam üyelik konusunda siyasi kararlılığımız tamdır. Bugün Kıbrıs nedeniyle bazı sorunlar yaşıyor olabiliriz, bazı engellemelerle karşılaştığımız da ortada. Ama bunlar bizi yıldırmıyor. Biz yolumuza devam edeceğiz ama bu noktada sizlerin de atalete kapılmamanız gerekir. Her birim kendi alanı ile ilgili yapılması gerekenleri savsaklamadan yerine getirmeli...O toplantıdan sonra AB Genel Sekreterliği’nin koordinasyonunda bir plan da hazırlandı. Bu plan Türkiye’nin en geç 2014 yılında tam üyeliğe hazır olmasını hedefliyor.Bu planda, hemen hemen hayatın her alanında yani ekonomik, sosyal, siyasi, idari alanlarda AB müktesebatına uyum için çıkarılması gereken yasa, yönetmelik ve tüzükler sayılıyor. Örneğin, yol ve otoyollardan, kaldırım standardına, içme suyundan, süt standardına, balıkçılıktan tavukçuluğa kadar gıda güvenliği ile ilgili konular var.İlgili bakanlık ve birimlerin bu konularda yapacakları tek tek sıralanıyor. Yakında bu yıl içinde ve 2008’de gerçekleştirilmesi öngörülen düzenlemelerin takvimi açıklanacak. Ardından 2009-2013 dönemine ilişkin 5 yıllık takvim belirlenecek. Bu takvim ilan edildikten sonra da AB ile varolan veya olabilecek siyasi sorunlar kendi düzleminde çözümlenmeye çalışılacak ama bu arada Türkiye’nin yapması gereken teknik hazırlıklar, yani planın uygulanması kesintisiz sürdürülecek. Yani, işte Kıbrıs engeli çıkmış, şu fasıl açılamamış, bu kapatılamamış buna bakılmayacak, Türkiye ev ödevini süratle tamamlama yoluna gidecek.Hükümetin hedefi 2013 yılı sonuna gelindiğinde Türkiye’nin AB’ye uyum konusunda hiçbir eksiğinin kalmaması. Yani 20014’ün ilk gününden itibaren Türkiye AB’ye şu çağrıyı gönül rahatlığı ile yapabilecek: “Evet ben hazırım, hiçbir eksiğim kalmadı. Eğer siz de hazırsanız bu nikahı kıyalım...” Tabii bunları söylemek, planlar açıklamak kolay da iş uygulamaya geldiğinde Türkiye’nin yine zorlanacağı gün gibi ortada.En yakın örnek de Türk Ceza Yasası’ndaki 301. madde. Azınlık vakıfları ile ilgili düzenleme ve Heybeliada Ruhban Okulu gibi AB’nin hassasiyetle ilgilendiği sorunlar.Bunlar nasıl aşılacak? AKP’nin seçime giderken siyasal riski üstlenip bu düzenlemeleri gereği gibi yapabilmesi zor görünüyor...

Devamını Oku

301. madde değişir mi?

25 Ocak 2007

301. madde yeni Türk Ceza Yasası yürürlüğe girdiği günden beri tartışma konusu. AB reformları çerçevesinde yapılan anayasa değişiklikleri, Türk Ceza Yasası’nda özgürlükçü bir anlayışla yapılan düzenlemeleri, yasanın bu tek maddesi gölgelemeye yetiyor. Çünkü mahkeme Hrant Dink’i 301. maddeyle yargılayıp mahkum ediyor; Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi başka yazarlar, aydınlar hakkında da bu maddeden davalar açılıyor. Adliye koridorlarında fanatik milliyetçilerin sözlü ve fiziki saldırılarına uğruyorlar, fanatiklerin boy hedefi haline getiriliyorlar. Ve son olarak da Hrant Dink öldürülüyor...Bu cinayetle birlikte baştan beri hem ülke içinde hem de AB’de eleştirilere hedef olan 301. maddeyle ilgili tartışmalar boyut değiştiriyor. Adalet Bakanı Cemil Çiçek, düne kadar bu madde ile ilgili eleştirileri haksız buluyordu. Sorunun 301. maddeden değil, 301. maddenin uygulamasındaki aksaklıklardan kaynaklandığını söylüyordu. Özetle yasayı değiştirmenin yetmediğini, kafaları, hakim zihniyeti de değiştirmek gerektiğini söylüyordu Çiçek. Yani savcılara çağrı yapıyordu. Maddenin açıkça hakaret ve aşağılama amacı taşımayan düşünce açıklamaları nedeniyle dava açılmasını öngörmediğini söylüyordu. Bunu gözönüne alarak düşünce açıklamalarına karşı yapılan suç duyurularını ciddiye alıp dava açmayın, demeye getiriyordu.Ama maddenin aynen korunması gerektiği görüşündeydi.Aslında hükümet de farklı düşünmüyordu. Her ne kadar AB nezdinde sorun yaşansa da hükümetteki hakim görüş şöyleydi: “Bu maddenin benzeri bütün AB ülkelerinde var. Bizde de olmalı. Ancak bizdeki sorun uygulamadan kaynaklanıyor. Uygulamaya ilişkin yargı içtihadı tam olarak oturduğunda bu şikayetler ortadan kalkar. Eğer sorun devam ederse o zaman bakarız...” Ancak şimdi öyle anlaşılıyor ki Hrant Dink cinayeti bu yaklaşımı değiştiriyor. Yaklaşım değişikliğinin ilk sinyali Adalet Bakanı Cemil Çiçek’ten geldi, soru üzerine “Hrant Dink’in cenazesinden sonra konuşuruz bunları” diyerek değişiklik yapılabileceği mesajını önceki gün verdi Çiçek.Dün de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül bu konuda şu önemli açıklamayı yaptı:“301. maddeden dolayı bazı problemlerin yaşandığını görüyoruz. Bu yasada bazı değişiklikler yapılması gerektiğini de görüyoruz. Bunun için sivil toplum örgütleriyle yakın temas içindeyiz. Hükümet olarak hiç kimsenin düşüncesini ifade etti, fikrini söyledi diye hapse girmesini istemeyiz...” Daha önce de 301. madde tartışmaları alevlendiğinde, yazarlar-aydınlar hakkında bu maddeden peş peşe davalar açıldığında yükselen tepkiler üzerine de hem Başbakan Erdoğan hem de Abdullah Gül benzeri açıklamalar yapmış, “bize öneri getirin” demişlerdi. Fakat aradan aylar geçmesine karşın hiçbir somut adım atılamadı. Hem de AB’den gelen onca baskıya rağmen.Şimdi Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine hükümetin harekete geçeceği anlaşılıyor. 301. madde değişecek gibi. Yasa maddesini değiştirmek kolay. Yeter ki Tayyip Erdoğan “değiştirelim” desin. AKP bu düzenlemeyi 2 saatte TBMM’den geçirebilir. Ama sorun onunla çözülmüyor ki. Türkiye’nin daha önemli sorunu, Çiçek’in hep vurguladığı gibi; farklı fikirlere tahammül edemeyen yasakçı zihniyeti değiştirmekte... O nasıl olacak?

Devamını Oku

Kırmızı çizgiler ve Türkiye’nin inandırıcılığı aşınırsa...

23 Ocak 2007

Türkiye, Irak konusunda son derece kritik bir viraja gelmiş bulunuyor. Gelinen nokta hükümetin de ana muhalefet partisi CHP’nin önerisini desteklemeye yöneltti ve Meclis’te bu konuyla ilgili bir gizli oturum yapılmasını sağladı. İktidar da muhalefet de kafasındaki vehimleri, çözüm temennilerini birbirine anlattı. Ama tabii ki hiç kimsenin aklında olmayan mucize bir çözüm ortaya çıkmadı. Çıkması da beklenmiyordu zaten. Aslında Türkiye pek çok kritik meselede olduğu gibi Irak konusunda da daha işin başında kendini çok kötü bir biçimde bağladı. Bütün dünyaya bazı olmazsa olmaz koşullar ilan etti ve “Bunlar benim kırmızı çizgilerimdir. Bunların ihlal edilmesine göz yumamam” dedi.Neydi bu kırmızı çizgiler?- Irak toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması, yani Kuzey’de bağımsız bir Kürt devleti oluşumuna izin verilmemesi, - Irak’ın doğal kaynaklarının (yani petrolün) bütün Irak halkının ortak malı olarak kalması,- Kerkük’ün herhangi bir etnik grubun kontrolüne geçmesine izin verilmemesi, özel statüsünün korunması,- Kuzey Irak’taki PKK varlığının tasfiye edilmesi...Bu kırmızı çizgiler hem iç hem de dış kamuoyuna defalarca duyuruldu. Sonuç ne oldu?En azından şimdilik tümüyle yok olmuş, silinmiş değil bu kırmızı çizgiler. Ama büyük ölçüde aşınmış, rengi solmuş durumda.Çünkü gelinen noktada artık Irak’ın ulusal birliğini koruyabilmesi mucizeye kalmış gibi gözüküyor. Gelinen bu iç çatışma ortamından sonra Kürtler ile Sünni Araplar’ın; her gün birbirlerini boğazlayan Sünni Araplar ile Şii Araplar’ın ulusal bütünlük içinde kardeşçe yaşayabilmeleri olası mı? Çok zor görünüyor.Kerkük’e gelince...Bugün gerek ABD makamlarınca yapılan resmi açıklamalara, gerekse de Irak makamlarının söylediklerine bakılacak olursa geçici anayasada yer aldığı gibi Kerkük’ün statüsü için Kasım ayında referandum yapılacak. Bu koşullar altında yapılacak referandumdan çıkacak olan sonuç şimdiden belli; Kürt yönetimi ne isterse o olacak. Mesut Barzani, bu konudaki niyetini gizlemiyor “Kerkük, Kürdistan’ın kalbidir” diyor. İşte Türkiye’nin hiç istemediği sonuç da bu. Peki bu sonucu diplomatik kanallarla engelleyebilir mi Türkiye? Mevcut açıklamalara bakılırsa çok zor. Ancak yine de Washington ile görüşmeler devam ediyor. Ve Türkiye’nin Kerkük’le bağlantılı gördüğü en önemli, ülkeyi en fazla rahatsız edici sorun ise kuşkusuz PKK terörü. Terör örgütünün ana karargahı Kuzey Irak. Kuzey Irak’ta serbestçe hareket edebiliyor, lojistik destek alıyor ve Türkiye’de kan döküyor. Türkiye Kuzey Irak’ta yuvalanan PKK terörünü bitirmek için dört yıldan beri Irak yönetimini, Barzani’yi ve tabii ki en önemlisi de ABD’yi harekete geçirmeye çalışıyor. Ama sonuç sıfır... Son günlerde Ankara’da düşünülen formül, 1998 yılında Suriye’ye karşı uygulanan yöntemin Irak’a karşı uygulanması. Yani hem merkezi Irak yönetiminin hem de Kuzey Irak’taki otoritenin çok net biçimde uyarılması ve ardından Meclis’ten hükümete sınırötesi operasyon için yetki verilmesi ve sınıra güçlü bir askeri yığınak yapılarak niyetin ciddi olduğunun algılanmasının sağlanması.Suriye için 9 yıl önce uygulandığında sonuç veren bu yöntem acaba Irak üzerinde de aynı etkiyi yaratır mı? Yoksa tam aksine, Türkiye’nin başını ciddi biçimde belaya mı sokar veya inandırıcılığının, prestijinin iyice aşınmasıyla mı noktalanır?

Devamını Oku