Gizli oturum neyi çözecek?

22 Ocak 2007

Meclis’te bugün iktidar ve anamuhalefet partilerinin ortak önergesiyle kabul edilen Irak’la ilgili genel görüşme yapılacak. Uzun bir aradan beri iktidarla muhalefet ilk defa aynı konuda uzlaşmış gözüküyorlar. Türkiye açısından bu son derece kritik konuyu gizlice, kamuoyuna kapalı biçimde görüşecekler.İyi de gizli oturum neyi çözecek?Aslında hiç bir şeyi... Bildik laflar, bildik hamasi nutuklar tekrarlanacak, kaygılar dile getirilecek. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehdit ve tehlikelerden söz edilecek. Sınır ötesi operasyon tartışmaları yapılacak. Kerkük sorunu, ABD’nin bu sorunla ilgili yaklaşımı ve soruna barışçıl çözüm bulunmasının önemi üzerine vurgu yapılacak.Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin sararıp sararmadığı bir kez de yüce Meclis’teki bu gizli oturumda gözden geçirilecek.Yani Irak’ın toprak bütünlüğünün, ulusal birliğinin korunup korunamayacağı, bağımsız bir Kürt Devleti kurulup kurulamayacağı, Kerkük’ün statüsü ve en önemlisi de Kuzey Irak’taki PKK varlığının nasıl tasfiye edileceği...Ana hatları ile bunlar konuşulacak Meclis’in gizli oturumunda. Peki sonuç çıkacak mı? Örneğin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın önerdiği gibi, hükümete sınır ötesi operasyon için yetki verilmesine ilişkin bir tezkere gündeme gelecek mi? Yani Türkiye’nin üç yıldan beri ABD ve Irak yönetimini ikna edemediği PKK’nın tasfiyesi konusunda Kuzey Irak’a yönelik olarak bir askeri operasyon için Meclis kararı alınması beklenmeli mi?Geçen yıl Temmuz ayından beri Başbakan Tayyip Erdoğan, “Sabrımız taşıyor” mesajını hem Irak’a hem de ABD’ye çeşitli defalar vererek Türkiye’nin bu yola başvurabileceğini ifade etmişti.Ancak yine hükümet çevrelerinden aldığımız bilgiye göre, bugün için gündemde sınır ötesi operasyon yok. ABD ve Irak yönetimiyle bu konuya ilişkin diplomatik temasların sürdürülmesi, koordinatörlük müessesesinin sonuna kadar zorlanarak çözüm arayışına devam edilmesi görüşü hakim.Hakim görüş bu ama hükümet sınır ötesi operasyon opsiyonunu da hep canlı tutacak gibi gözüküyor. Bunun için gerekirse ileriki aylarda Meclis’ten bu yönde bir yetki isteme yoluna gidebilecek hükümet. 1999 yılında Suriye’ye karşı yapıldığı gibi sınıra büyük bir kuvvet yığarak karşı tarafa her an operasyon yapılabileceği mesajını açıkça vermek, bir anlamda baskı uygulamak da bir yöntem olarak gündemde tutulacak. Ancak bu konuda zamanlama önemli. Bu açıdan bu ay sonunda Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün ABD Savunma Bakanı ile, Şubat ayında da önce Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ABD Dışişleri Bakanı Rice ile ardından Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın ABD’li Genelkurmay Başkanı ve Pentagon yetkilileriyle yapacağı görüşmeler son derece önemli. Bu görüşmelerde ana gündem hiç kuşku yok ki bugün tartışılan konular, yani Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve Kerkük meselesi olacak. Dolayısıyla en azından bu gizli oturumun askeri güç gösterisine ve askeri müdahale ile sonuç almaya yol açmayacağı söylenebilir.

Devamını Oku

Hrant Dink cinayetinin gerisinde ne var?

21 Ocak 2007

Hrant Dink’in katili 32 saat gibi bir zaman aralığı içinde polisiye açıdan fevkalade başarılı bir şekilde yakalandı. Hem de cinayet silahıyla, beresiyle birlikte.Katilin yakalanması önemli bir başarı. Ama bu yetmiyor. İşin asıl zor tarafı şimdi başlıyor. Tetiği çeken el polisin elinde. 17 yaşında bir çocuk... Ama ya gerisindekiler? Tetiği çektiren düşünce, örgüt? Trabzonlu 17 yaşında bir çocuk, düşünceleri yüzünden Hrant Dink’e kızıyor. Bir akşam aniden karar vererek, cebine tabancasını koyup, “gidip şu adamı vurayım” diyerek otobüse atlayıp İstanbul’a geliyor. Vuruyor ve sonra yine otobüse binip Trabzon’a dönüyor. Ama dönerken babasının ihbarı üzerine yolda yakayı ele veriyor. Öyle mi?Tıpkı yine Trabzon’da Rahip Andrea Santoro’ya kızıp cebine glock marka tabancayı koyarak, kilisede onu öldüren bir başka Trabzonlu 17 yaşındaki çocuk gibi..Bu kadar basit mi bu cinayetler?Rahip cinayeti o noktada kalmıştı. “Meczup bir çocuk” cinayeti olarak...Olayın geri planı aydınlatılamamıştı. Aydınlatılabilseydi belki bugün Hrant Dink yaşıyor olacaktı.Ankara’da konuşulanlar, bu sefer işin sıkı tutulacağını gösteriyor.Bu olayın geri planından ne çıkacak?Cinayetin ilk anlarında Ankara’da esen hava, derin komplo teorileriyle yüklüydü.Ne deniyordu? “Bu kurşun Türkiye’ye sıkılmıştır.” Evet doğru. Ama neden? Söylendiği gibi Türkiye’nin AB yolunu kesmek için mi tetiğe basılmıştı? Bütün dünyada dalga dalga Türkiye’nin üstüne gelen “Ermeni soykırım tasarılarının” önünü açmak için mi? Türkiye’yi tam bir yanlızlığa, suçluluk denizine atmak için dışardan birileri, yabancı gizli servisler mi düğmeye basmıştı? Ya da en uç senaryodaki gibi, Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Türkiye’yi karıştırmak, Erdoğan’ın Çankaya yolunu kesmek için bir derin devlet operasyonu ile mi karşı karşıya idik?Bu komplo teorileri hâlâ var bazı kafalarda ama artık giderek zayıflıyor.Trabzon’da bir çete olduğuna kuşku yok. İki sene önce Mc Donalds’ın bombalanması, bir yıl önce Rahip Santoro’nun öldürülmesi ve son olarak da Hrant Dink cinayeti. Muhtemelen üç olay da birbiriyle bağlantılı. Belki Trabzon’da TAYAD’lılara yönelik linç girişimleri de aynı çetenin organizasyonu...Samast’ın arkasında muhtemelen beklendiği gibi çok derin bir örgüt çıkmayacak, belki milliyetçi olduğunu iddia eden bir çete çıkacak. Bu noktadan sonra bu çok da önemli değil.Asıl önemli olan, derin örgüt bağlantılarından daha tehlikeli olan, o 17 yaşındaki çocukları eli kanlı bir katil haline getiren zihni atmosfer. Ülkeye yayılan tehlikeli hava. Kutuplaşma, kendi içimizde düşman yaratma, düşman arama güdüleri. Ülkeyi iç düşmanlardan temizleme ideolojisinin genç beyinlere zerkedilmesi. Asıl tehlikeli olan bu.İnsanları, yazarları çizerleri, düşüncelerinden dolayı adliye kapılarında sürürdüren, oralarda “vatan haini”, “Türklük düşmanı” diye damgalatan, aşağılatan zihniyet...Bu zihniyetle mücadelenin en az terörle mücadele kadar ciddiye alınması gerekiyor.

Devamını Oku

Gidişat seçim ekonomisine doğru mu?

18 Ocak 2007

Çok değil bundan iki ay önce Başbakan Tayyip Erdoğan çok açık ve net bir taahhütte bulunmuştu:” Kesinlikle seçim ekonomisi uygulamayacağız, popülizm yapmayacağız. Mali disiplinden en ufak bir sapma olmayacak...Fakat özellikle son bir kaç haftalık dönemde atılan bazı adımlar, yapılan bazı açıklamalar Başbakan’ın bu taahhüdü ile çelişiyor. Şimdiye kadar gördüğümüz dört örnek olay var:1. Başbakan Bayram tatili sırasında Lübnan’a yaptığı gezi dönüşünde gazetecilere elektrik dağıtım ihaleleri ile ilgili sürpriz bir açıklama yapıyor. Önümüzdeki aylarda sonuçlanacağı beklenen elektrik dağıtımıyla ilgili özelleştirme ihalelerinin seçim sonrasına ertelendiğini bildiriyor Erdoğan. Gerekçesi de ilginç: “Bu ihaleleri şimdi yaparsak özel sektör zam yapar, vatandaş da bunu bizden bilir...” 2. TOKİ (Toplu Konut İdaresi) Başkanlığı dar gelirli vatandaşlara sattığı konutların 2007 yılına ilişkin taksit artış oranını yüzde 8.38 olarak ilan ediyor. Enflasyon oranı düşünüldüğünde makul sayılabilecek bir oran. Ancak Başbakan müdahale ediyor. Dar gelirli vatandaşı korumak adına TOKİ Başkanı’na verdiği talimatla bu oranı yarı yarıya düşürerek 4.88’e indirtiyor.3. Bakanlar Kurulu hafta başındaki toplantısında kamuda geçici işçi statüsünde çalışanlarla ilgili önemli bir karar alıyor. Hükümet, 148 bini mahalli idarelerde, 26 bini KİT’lerde, 36 bini de merkezi idarede geçici statüyle (yani yılda 3 veya 5 ay çalışıp o kadar aylık alarak) çalışan toplam 215 bin işçiyi daimi kadroya geçirme kararı alıyor. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in açıklamalarına göre maliyeti de yaklaşık 650 milyon YTL.4. Sosyal Güvenlik Reformu: Yasanın bazı kritik maddelerinin Anayasa Mahkemesi’nce iptali hükümeti müthiş rahatlattı. IMF ve Dünya Bankası’na söz verildiği için seçime bir yıl kala çıkarılmak zorunda kalınan bu kritik yasa, ekonomik reform programının bütünlüğü bakımından son derece önemliydi. Ancak, bazı maddeleri toplumun geniş kesimlerinin tepkisini çekiyordu. En kritik madde de emekli olduktan sonra serbest çalışanlardan asgari ücretin yüzde 33’ü tutarında sosyal güvenlik primi kesintisi yapılacak olmasıydı. Bu durumda yüzbinlerce seçmen vardı ve hükümet bu seçmenlerin tepkisini nasıl göğüsleyeceğini düşünüyordu. Anayasa Mahkemesi imdada yetişti. Önce yasanın uygulaması 1 Temmuz 2007’ye kadar tümüyle durduruldu. Şimdi de Devlet Bakanı Ali Babacan ikinci bir ertelemenin de yolda olduğu müjdesini verdi. Sosyal Güvenlik Reformu da tümüyle seçim sonrasına kalacak...Hükümete sorarsanız bunlar seçim ekonomisi uygulaması değil. Popülizm hiç değil. Olabilir; bu nedenle belki kamu maliyesinde çok ciddi bozulmalar olmayacak.Ancak acaba iş bunlarla kalacak mı?İhtimaldir ki asıl uygulama bahar aylarından sonra, cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra görülecek. O seçimin yaratabileceği gerilim ortamının da etkisiyle hükümet çok daha ciddi adımlar atabilir. Örneğin, kamu kesiminde 300 bin civarında işçinin toplu sözleşmeleri gündeme gelecek. Acaba hükümet öngörülen gelir politikası ile uyumlu biçimde yüzde 7-8’lik ücret zammında direnebilecek mi?Hububat başta olmak üzere tarımsal destekleme alımları başlayacak. Taban fiyatlar hangi düzeyde arttırılacak dersiniz? Ya da geçen yıl küstürülen fındık üreticisinin gönlünü almak için acaba bir formül düşünmeyecek mi hükümet?Soruları uzatmak mümkün...

Devamını Oku

“ANAP’ın düştüğü tuzağa düşmeyelim” kaygısı...

17 Ocak 2007

Başbakan Tayyip Erdoğan milletvekillerini yılda iki defa genellikle de Kızılcahamam’da üç günlük kampa alıyor. Bu toplantılar bugüne kadar ilki Meclis’in açılış döneminde Eylül veya Ekim aylarında, ikincisi de ilkbaharda Mayıs veya Haziran aylarında yapılıyordu.Hem parti içinde birlik ve beraberliği pekiştirmek, hem de milletvekilleri ile rahat bir ortamda ikili veya gruplar halinde görüşmeler yaparak sıkıntıları tespit etmek, bir bakıma da gaz almak amaçlıydı.Bu kez ilkbahar toplantısını öne alma ihtiyacı duydu Başbakan; Mayıs veya Haziran ayında yapılması gereken toplantı Ocak ayına alındı.Çünkü bu seferki toplantı diğerlerinden çok farklı, çok daha özellikli. Geçmiş toplantılarda daha çok hükümet icraatları, parti yönetimi-grup ilişkileri, milletvekillerinin bakanlardan şikayetleri konuşuluyordu. Belki bu kez de konuşulacak bunlar. Ama esas konu, Nisan ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından gelecek milletvekili genel seçimlerinde izlenecek strateji olacak gibi...Tabii ki kampta “Ben cumhurbaşkanı adayı olacağım” demeyecek, ya da “Kim aday olsun?” diye de sormayacak Tayyip Erdoğan. Fakat muhtemelen seçim sürecinde izlenmesi gereken genel tutum, partinin birlik ve bütünlüğü üzerine vurgular yapacak.Çünkü Başbakan Erdoğan ve AKP kurmaylarının bugünlerde en hassas oldukları nokta, partinin birlik ve bütünlüğünü korumak, içerde nifak tohumları yeşermesine izin vermemek.Bu noktada geçmişten aldıkları önemli dersler var. En önemli ders konusu da Turgut Özal’ın ANAP’ı. AKP’lilerin en büyük kaygısı 1989 sonrasında ANAP’ın düştüğü tuzaklara düşmemek. Bugünlerde AKP kulislerinde konuşulan iki senaryo var. Birinci senaryo Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olması ve seçilmesi. Bu durumda, Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı Abdullah Gül devralır ve sorunsuz yola devam edilir. İkinci senaryo ise Erdoğan dışında parti içinden bir ismin adaylığı. İşte kaygılar da bu noktada başlıyor. Bunu temenni eden, gönlünden cumhurbaşkanlığı geçen çok sayıda isim var parti içinde. Ama en kritik isim Meclis Başkanı Bülent Arınç...Eğer zayıf bir ihtimal de olsa Erdoğan kendisi aday olmaz parti içinden herhangi bir ismi aday gösterirse Bülent Arınç’ın “inadına” aday olacağına kesin gözüyle bakılıyor. Bu da partide şu veya bu ölçüde bir çatlak demek. Ayrıca birinci senaryodaki Erdoğan Cumhurbaşkanı-Gül Başbakan formülünde bile birkaç ay sonra yapılacak genel seçimlerde arzulanan sonucun alınamaması halinde AKP’nin liderlik kavgalarının içine itilebileceğinden endişe edenler yok değil. CEBİNE ŞEYTAN KONANLARBu konuları bir süre önce sohbet ettiğim Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e, “siz 1989 sonrasında ANAP’ta olup bitenlerin en yakın tanığısınız, şimdi AKP açısından benzer bir risk görüyor musunuz?” diye sorduğumda şu yanıtı vermişti: “Bizde hiçbir sorun çıkmaz, şu anda birlik bütünlüğü en sağlam parti AKP’dir. ANAP içinde o tür tartışmalar çok erken başlamıştı. Bizde öyle bir tartışma yok. Çünkü rahmetli Özal yukarıya çıkarsa kim genel başkan olacak tartışması bir buçuk iki sene evvel başlamıştı. Turgut Bey kendisi de cumhurbaşkanı olmaya karar verdikten sonra, ’18 Türk büyüğü’lafını ortaya attı, herkesin cebine bir şeytan koydu, öyle çıktı Çankaya’ya. Cebine şeytan konanlar da tabiri caizse bir daha iflah olmadı. Önemli bir kısmında genel başkan olma hastalığı başladı. AK Parti’de böyle bir durum yok.” Çiçek, “Tayyip Bey kimsenin cebine şeytan koymuyor” diyor... Ama yine de ya şeytana uyanlar olursa?

Devamını Oku

‘Zorlayıcı hareket tarzları’ gündemde mi?

16 Ocak 2007

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın üç hafta önce Irak konusunda yaptığı sert çıkış üzerine “Türkiye’nin kırmızı çizgileri” yeniden güncellik kazandı. Bu konu, tüm sıcaklığı ile devam eden cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarını bile bir ölçüde ikinci plana itmiş gözüküyor.CHP ve AKP gruplarının dün verdikleri Irak önergeleri birleştirilerek Meclis’te yarın öngörüşme, 23 Ocak Salı günü de Meclis’te Irak konusunda gizli oturum yapılacak. Gizli oturumda konuşulacakların özü kuşkusuz Türkiye’nin kırmızı çizgileri. Yani Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve Kerkük...Aslında PKK ve Kerkük konusu yeni değil. Bugün yapılan tartışmaları da Türkiye yeni öğreniyor değil. 2003 yılından, ABD’nin Irak’ı işgal hazırlıklarından beri bu iki kritik konu gündemdeydi. O günden öngörülebiliyordu bugünkü sıkıntılar. Birbiriyle alakası yokmuş gibi gözüken Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve Kerkük sorunları aslında birbiriyle iç içe.Bu iki sorun arasındaki illiyet bağını Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ, görevi 25 Ağustos 2006 günü Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan devralırken yaptığı konuşmasında örtülü biçimde şu sözlerle özetlemişti:“Bazı ülkelerin ve grupların, Kerkük sorununa bir çözüm bulunmasından önce, 2007 yılı sonuna kadar, PKK terörüne karşı etkin tedbirler almayacakları düşünülerek, onları etkin tedbirler almaya zorlayıcı hareket tarzları geliştirilmelidir...” Orgeneral Başbuğ, Kerkük sorununa çözüm için 2007 Kasım ayında yapılması planlanan referandum öncesinde Kuzey Irak’taki PKK varlığına karşı Kuzey Irak’ta otoriteyi ellerinde bulunduran grupların da ABD’nin de etkili bir girişimde bulunmayacağını söylüyor. Neden mi?Çünkü Kuzey Irak’ta otoriteyi temsil edenler yani Mesut Barzani, Kerkük’ü çok istiyor. Adım adım bağımsız Kürt devletine doğru yol almaya çalışırken gelecek planlarında Kerkük ve Kerkük petrollerinin kendi kotrollerinde olmasını çok istiyor. Onun için de “Kerkük Kürdistan’ın kalbidir” diyor Barzani.Bu noktada Türkiye’den gelen ve gelebilecek itirazlara, müdahale girişimlerine karşı da PKK’yı bir anlamda koz olarak elinde tutmayı bir strateji olarak görüyor. Bu durumun öteden beri farkında Ankara ve o nedenle de Abdullah Gül, geçen yıl ABD Dışişleri Bakanı Rice ile Ankara’da yaptığı görüşmelerde konuyu açıyor ve aynen şunları söyleme gereği duyuyor:“Irak yönetimini özellikle de Barzani’yi uyarmanız lazım. Tuttukları yol doğru değil. Bugün PKK’yı elinde koz olarak kullanmayı düşünüyor ise eğer bu çok tehlikelidir. Geçmişte bunu yapanlar oldu. Ama kim yapmaya kalktıysa o koz elinde patlamıştır. Onların da elinde patlar...” Fakat öyle anlaşılıyor ki bu uyarılar etkili olmamış. Şimdi Meclis’te yapılacak gizli görüşmeler sırasında hükümet acaba Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Başbuğ’un 25 Ağustos 2006’da dile getirdiği “zorlayıcı hareket tarzları” nı mı gündeme getirecek?Nedir zorlayıcı hareket tarzı? Diplomasiye, iyi niyetle beklemeye devam mı? Meclis’ten sınırötesi harekat yetkisi almak mı? Sınıra kapsamlı yığınak yapmak mı? Kandil Dağı’na hava operasyonları düzenlemek mi? Yoksa hepsi birlikte mi?

Devamını Oku

Küçük sağ partilerde ortak cephe arayışı

15 Ocak 2007

Siyasetin ana gündem maddesi, aslında artık Türkiye’nin de tek önemli gündemi Cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış durumda.Siyasi tartışmalar Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olup olamayacağı ekseninde yürütülüyor. Ana muhalefet partisi CHP’den Meclis dışındaki en küçük partiye kadar bütün partilerin bu konuda bir görüşü, bir pozisyonu var. Görünürde öyle ama gerçekte ise CHP ve MHP dışındaki partiler cumhurbaşkanlığı seçimiyle fazlaca ilgili değiller. Çünkü onların dertleri başka, arayışları başka. Özellikle küçük partiler, baraj endişesini bütün ağırlığıyla ölümcül biçimde üzerlerinde hisseden partiler cumhurbaşkanının kim olacağı ile değil, barajdan nasıl geçecekleri ile daha ilgililer.Kürtler’in partisi DTP’deki eğilim öteden beri konuşulan bağımsız adaylık formülü. DTP seçime göstermelik olarak girecek. Batı illerinde seçime asılacak ama asıl güçlü olduğu bölgede göstermelik adaylar çıkararak “bana oy vermeyin benim işaret ettiğim bağımsız adaylara verin” mesajını yayacak seçmenine. Böylelikle başta Diyarbakır, Şırnak, Hakkari, Bingöl, Batman, Ağrı, Van ve Tunceli gibi Doğu Güney Doğu illerinden 30 - 35 milletvekili çıkararak yeni dönemde Meclis’te grup oluşturabilmeyi planlıyor DTP.Bir de küçük sağ partiler var. Örneğin Cem Uzan’ın Genç Partisi (GP), Erbakan’ın Saadet Partisi (SP), Yazıcıoğlu’nun Büyük Birlik Partisi (BBP)’si. Onların da derdi baraj. ANAP da baraj sıkıntısını bütün ağırlığı ile üzerinde hissediyor.Son günlerde Ankara’da bu partileri kurtaracak bir geniş cephe formülü üzerinde bazı görüşmeler, bazı formül arayışları yürütülüyor.Barajdan kurtulma konusunda en tecrübeli isim kuşkusuz Necmettin Erbakan. Ki Erbakan, 1991 seçimlerinde öteden beri hiç yıldızının barışmadığı Alpaslan Türkeş’le, BBP’lilerle, IDP ile seçim ittifakı yapıp ortak liste ile seçime girerek baraj tehdidini aşabilmişti.Şimdi benzer bir hazırlık yapılıyor ve bu kez ANAP’ı da, hatta çok zor görünüyor ama mümkün olursa DYP’yi de içine alacak bir geniş cephe formülü.Yani içinde en dincisini de, en milliyetçisini de, en liberalini de barındıracak bir geniş cephe.Bütün bu küçük partiler tek parti listesinden seçime girecek; örneğin AP veya DP, hatta Mehmet Ağar cephe formülünü kabul ederse DYP bile olabilir deniyor. Recai Kutan ve arkadaşları, Cem Uzan ve ekibi, kabul ederse Erkan Mumcu ve ANAP’lılar DYP listesinden seçime katılacaklar. Her partiye tahmini gücü oranında garantili adaylık kontenjanı tanınacak, seçimden sonra isterlerle seçilen milletvekilleri yine kendi partilerine geçerek parlamentodaki yerlerini alabilecekler.Sonuç alınıp alınamayacağını bugünden kestirebilmek güç. Ancak böyle bir çaba var. Cephe formülü gerçekleştirilebilir mi, sonuç verir mi bilinmez ama eğer sonuç verirse yeni dönemde Meclis çok eğlenceli olur doğrusu...

Devamını Oku

9 Eylül’de erken seçim mi?

14 Ocak 2007

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de destek verdiği, CHP ve MHP’nin “Mart’ta erken seçim yapılsın, Cumhurbaşkanını yenilenen parlamento seçsin” formülü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlı karşı çıkışıyla öldü.Artık bu imkansız ama erken seçim gündemden düşmüş değil. Cumhurbaşkanlığı seçiminin hemen ardından erken seçime gidilmesi kuvvetle muhtemel.AKP kurmaylarının kafalarında henüz netleşmemiş bir erken seçim formülü var; Cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen sonra düğmeye basıp, hiç vakit kaybetmeden seçime gitmek. Bunun AKP açısından da ülke çıkarları ve özellikle de ekonomi açısından yararlı olabileceği öngörülüyor. Bir kere AKP, kendi içinden ve muhtemelen genel başkanını cumhurbaşkanı seçtirmiş olmanın rüzgarı ile seçime girip oyunu daha da arttırabileceğini düşünüyor. Ayrıca cumhurbaşkanlığı seçiminin yaratabileceği olası gerilimlerin Kasım ayına kadar estireceği sert rüzgarların, ekonomiyi olumsuz etkileyebileceği, piyasaları bozabileceği ve ülke çapında doğacak kamplaşma ve kutuplaşmaların AKP’ye zarar verebileceği de yine bu hesaplar içinde dikkate alınıyor.Dün Kanal 7’deki “Başkent Kulisi” programında sorularımızı yanıtlayan Devlet Bakanı Ali Babacan ile program öncesi ve sonrasında sohbet ederken, konu erken seçime de geldi. Babacan’ın, “Cumhurbaşkanını seçtikten sonra erken seçim kararı alacağız” gibi bir ifadesi olmadı. Ortadan yanıtlar verdi. Ancak benim edindiğim izlenim o ki, Babacan da 4 Kasım’a kadar beklememek gerektiğini düşünüyor. Seçimi birkaç ay öne çekmenin, AKP’nin “beş yıllık anayasal süreyi dolduracağız” iddiasını da zayıflatmayacağını,Türkiye’ye bir şey kaybettirmeyeceğini, aksine kazandıracağını hesaplıyor. Örneğin, seçim normal zamanında yapılırsa, Türkiye 2008’e bütçesiz girecek. Üç aylık bir geçici bütçe yapılacak, normal bütçe Nisan ayını bulacak. Bu gibi teknik aksamaları önlemek için dahi seçimin iki ay öne alınması faydalı olabilir görüşünde Babacan. Bir başka nokta da cumhurbaşkanı seçiminden sonra ülkenin artık iyice seçim havasına girecek olması; parlamentonun fiilen tatile girmesi. Ülkenin gündeminin iyice milletvekili genel seçimine kilitlenmesi. Siyasi tansiyonun giderek yükselmesi ve bunun da ekonomi üzerinde şu veya bu ölçüde yaratabileceği olumsuz etkiler.İşte bu etkileri asgariye indirebilmek ve zaman kazanmak için seçimin birkaç ay öne çekilmesi 16 Mayıs’tan itibaren her an gündeme gelebilir.Bu konuda şimdiden bazı zihin egzersizlerinin yapılmakta olduğu biliniyor. Hatta kulislerde erken seçim tarihleri bile konuşuluyor. Tarih konusunda iki görüş var. Biririncisi, “baskın seçim”. Muhalefetin cumhurbaşkanlığı seçim şokunu üzerinden atamadan, özellikle bazı küçük sağ partiler arasında şu anda ön görüşmeleri yapılmakta olan birleşme, seçim ittifakı projelerinin sonuçlanmasına izin vermeden, Mayıs ayı ortalarında seçim kararı almak ve seçim sürecini de 90 günden 60 güne çekerek, 22 veya 29 Temmuz’da seçim yapmak.İkinci tarih ise 9 Eylül. Deniliyor ki; “13 Eylül’de Ramazan başlıyacak. Ramazan ayında seçim olmaz. Onun için en uygun tarih 9 Eylül Pazar günü...” Tabii kavurucu yaz sıcaklarında seçim kampanyası yürütmenin zorluğu da ayrı bir sorun...

Devamını Oku

Bürokrasiye AB uyarısı: Atalete kapılmayın...

11 Ocak 2007

İlişkilerde yaşanan olumsuz gelişmeler, özellikle de Kıbrıs konusunda karşılaşılan bazı dayatmalar AB konusunda varolan muhalefeti giderek güçlendiriyor. Bunun yanı sıra AB yanlısı kesimler hatta siyasi kadrolarda ve bürokraside de hissedilir bir bıkkınlık gözlenmeye başladı.Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Irak’la ilgili gelişmeler üzerine yaptığı “Bizim için şu anda Irak AB sürecine göre daha öncelikli bir mesele haline gelmiştir” biçimindeki açıklaması da kamuoyunda hükümetin AB heyecanının kırıldığı, iç politika kaygılarıyla reform sürecini askıya alma eğilimlerinin ağırlık kazanmaya başladığı yorumlarına yol açmıştı. Ancak Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül önceki gün kendi başkanlığında yapılan geniş katılımlı “Yol Haritası Belirleme Toplantısı” nda durumun öyle olmadığını açıklama ihtiyacı duydu. Özellikle son aylarda toplumdaki AB karşıtlığının giderek yükselmeye başladığının, bürokrasideki gevşemenin, savsaklamanın elbette Gül de farkında. Muhtemelen de bu havayı kırmak için önceki günkü toplantı düzenleniyor. Hem bürokrasiye hem de kamuoyuna yeni bir heyecan dalgası aşılanmaya çalışılıyor.Gül, Hükümetin AB konusundaki kararlılığını bir kez daha vurgulayarak müsteşarlara özetle şu mesajı verdi:“AB süreci konusunda hükümetin siyasi iradesi hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık ve nettir, sürecin kesintiye uğratılmaması konusunda kararlıyız. Bürokrasi de kesinlikle gevşeklik göstermemeli, atalete kapılmamalıdır. Herkes üzerine düşeni tam olarak yapmalıdır...” Toplantıda bütün bürokratik birimlere kendi alanları ile ilgili ev ödevleri verildi. Bütün birimler bu ay sonuna kadar kendi alanları ile ilgili yapılacak yasal ve ikincil düzenlemelerin listesini çıkaracaklar. Bu listeler alındıktan sonra da AB konusunda Türkiye’nin yeni yol haritası belirlenecek. 2007 ve 2008 yıllarında gerçekleştirilecek birincil ve ikincil düzenlemelerin ayrıntılı, 2009 - 2013 döneminin de genel eylem planları çıkarılacak.Bunun ardından da müktesebat uyumu için gereken yasa çalışmaları hızlandırılacak. Aslında seçim yılı olması nedeniyle bu yıl içinde hükümetin Meclis’e yeni AB yasası sevk etmesi zor görünüyor. Fakat buna rağmen Gül ve ekibi en azından öncelikli bazı yasaların çıkarılabileceği umudunda.Fakat yasal düzenlemeler seçim sonrasına sarksa bile en azından ikincil düzenlemelerin yani tüzük ve yönetmelikler konusundaki çalışmaların hızlandırılabileceği ifade ediliyor.Ki zaten bunlar da AB Genel Sekreteri Büyükelçi Oğuz Demiralp’in dediği gibi Kıbrıs konusuyla da ilintili değil. AB için koşul ama ondan öte Türk toplumunun yaşam kalitesinin yükseltilmesi bakımından yapılması gerekli zorunlu düzenlemeler.Büyükelçi Demiralp soruyor: “Gıda güvenliğinin, hijyen yasasının Kıbrıs’la ne alakası var? Suyun, sütün temizliği, standardı, yolların, kaldırımların, demiryollarının standart ve kalitesinin yükseltilmesine ilişkin teknik düzenlemeler. Bunların Kıbrıs’la ya da başka bir sorunlu ne alakası var? Bunlar kendi hayat kalitemizi arttırmak için yapmamız gereken düzenlemeler değil mi?” Elbette öyle. Ama bunları gerçekleştirebilmek için sadece bürokrasinin çalışması yeterli olmuyor. Hükümetin de heyecanını gerçekten kaybetmemesi, seçim kaygılarına düşmemesi gerekiyor.

Devamını Oku