Bugün itibariyle tam 17 gün kaldı. Aylardan beri devam eden hararetli tartışmalar, iktidar-muhalefet çatışmaları 17 Nisan günü itibariyle artık yeni bir boyut kazanacak. Yapılan tahminlerin, girilen ikili bahislerin sonucu o gün belli olacak.
Dün AKP’li önemli bir isimden 16 Nisan’da başlayacak olan adaylık başvurusunun ikinci günü olan 17 Nisan’da olacaklarla ilgili bir 17 Nisan senaryosu dinledim. Senaryonun özeti şu:
Saat 11.00...
AKP Grup toplantılarının yapıldığı eski Senato salonu tıklım tıklım dolu. Bütün milletvekilleri yerlerini almış Başbakan Tayyip Erdoğan’ı bekliyorlar. Salona tam bir sessizlik hakim. İzleyici locaları Türkiye’nin dört bir tarafından gelen partililerle dolu. Ama orada da sessizlik hakim...
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın önceki gün yakındığı gibi cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başlamasına artık üç haftadan az bir süre kaldı ama hala kimin veya kimin aday olacağı belli değil. Aslında kimin aday olacağı değil de Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olup olmayacağı belli değil. Çünkü Erdoğan aday olduğunda seçim formaliteden ibaret. Adaylığını açıkladığı anda herkes bilecek ki Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olarak 16 Mayıs günü Çankaya Köşkü’nü Sezer’den devralacak.
Bu nedenle Erdoğan’ın ne karar vereceği merakla bekleniyor. Ana muhalefeat partisi genel başkanı bir an önce kararını açıklamasını istiyor. Erdoğan da haklı olarak son ana kadar bekleyip tepkileri ölçmeyi yeğliyor.
Durum böyle olunca da dün Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın söylediği “papatya falı” açılıyor. Hem de günlerden beri...
Aslında açıkça söylemese de Bülent Arınç’ın yaptığı da farklı değil. O da muhtemelen sabırsızlanıyor, Erdoğan’ın tavrını bir an önce netleştirmesini bekliyor. Üstelik geçen hafta Roma’da İtalyan RAİ News TV kanalındaki sözlerinin “aday olmayacak” diye yorumlanmasını eleştiriyor, bugüne kadar söylediklerinden farklı bir anlam taşımadığını vurguluyor, adaylık kapısını açık tutuyor.
Sürecin başlamasına bugün itibariyle 19 gün kaldı. 19 gün sonra adaylık başvuruları başlayacak. Başta TÜSİAD olmak üzere sivil toplum örgütlerinin büyük bölümü ve sağduyulu kesimler bu kritik seçimin uzlaşmayla yapılması temennisini dile getiriyorlar. Ancak süreç yaklaştıkça bu temenninin tam aksi yönde gelişmeler yaşanıyor. İktidarla muhalefet arasındaki gerilim iyice yükseliyor. Tayyip Erdoğan ve Deniz Baykal birbirlerini çok ağır ifadelerle suçlamaya başlıyorlar. Sadece dün Meclis’te yapılan konuşmalara bakıldığında dahi tarafların uzlaşma zeminine ne kadar uzak durduklarını göstermeye yetiyor.
Belli ki bu kritik seçim için arzu edilen iktidar muhalefet uzlaşması artık hemen hemen imkansız. Aksine oldukça gergin bir ortamda ve oldukça tartışmalı bir biçimde yapacak seçimi parlamento.
Çünkü daha dün bile Başbakan Erdoğan CHP’yi ve Baykal’ı adını vermeden “siyaset dışı eğilimlere sığınmakla, anti demokratik arayışlara özlem duymakla” suçluyor.
Baykal’ın yanıtı, eleştiri ve suçlamaları da yenir yutulur cinsten değil. O da Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinin Türkiye’yi ne gibi tehlikeli karanlıklara itebileceğini anlatırken, “Anayasamıza ve demokrasimize en büyük sıkıntıyı Başbakan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi verir. Sayın Başbakan Anayasa’nın özünü içine sindirememiş, eline fırsat geçtiğinde, ortamı uygun bulduğunda Anayasa’nın özüne aykırı uygulamalar yapabilir” diyor.
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci fiilen üç hafta sonra başlayacak. Fakat tartışmaları, heyecanı ve kaygısı aylardan beri devam ediyor. Siyasal atmosfere, tartışmaların düzeyine, kamuoyunda estirilen rüzgara ve yaratılan kaygılara bakılırsa bu Türkiye’nin 1980 sonrası yapacağı en kritik cumhurbaşkanlığı seçim süreci.
İktidarla ana muhalefet partisi CHP arasındaki gerilim, sert polemikler ve karşılıklı ağır suçlamalarla süreç tam anlamıyla çatışma ortamına dönüşmüş durumda. CHP ve Deniz Baykal’ın izlediği sertlik politikası, Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya layık olmadığı yönünde estirmeye çalıştığı rüzgar, “olamazsın, olamayacaksın” söylemi iktidar kanadından aynı sertlikle yanıt buluyor.
AKP sözcüleri de Deniz Baykal’ı askeri kışkırtmaya, siyasete sokma gayreti içinde olmakla suçluyor.
Baykal’ın yanıtı gecikmiyor, “Tam aksine ben asker konuşmasın, karışmasın diye böyle konuşuyorum” diyor.
Zaten çok önceden belliydi. Yasa, Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildiği gün, hükümetin niyeti ortaya çıkmış, sosyal güvenlik reformunun seçim sonrasına kalacağı anlaşılmıştı. Fakat nedense bu durum şimdiye kadar resmen ilan edilmedi. Temmuz ayına kadar tasarının yeniden düzenlenerek sosyal güvenlik reformunun gerçekleştirileceği duyuruldu. Fakat önceki gün Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu gerçeği resmen ilan etti: Sosyal güvenlik reformu 2008 yılına, yeni Meclis ve yeni hükümete bırakıldı...
Yeni Meclis’e, yeni hükümete bırakılan sadece sosyal güvenlik reformu değil. Türkiye’nin öncelikli pek çok işi artık doğal olarak yeni döneme kalıyor. Mevcut parlamento ve hükümet bundan sonra durumu idare edecek, Türkiye’nin rutin işlerini yürütecek.
Çünkü bu aşamadan sonra (aslında bu noktayla kadar geçen son birkaç aydan beri de öyle) Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin, herkesin aklı iki seçime takılı.
Onun için şimdi hükümetin ve parlamentonun geniş toplum kesimlerinin tepkisini çekebilecek bir sosyal güvenlik reformunu yeniden tartışma gündemine getirmesi düşünülemezdi.
Türkiye’de garip bir ruh hali var. Sözde büyük çoğunluk askerin siyasete müdahalesine karşı ama her sıkışıklıkta, içine düşülen hemen her açmazda şöyle ya da böyle askerin duruma müdahil olmasını isteyenlerin sesi yükseliveriyor.
Ve hiç kuşku yok ki siyasi tartışmaların içine çekilmesinden en fazla rahatsızlık duyan da yine asker oluyor.
Aylardır cumhurbaşkanlığı tartışması yapılıyor. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olamayacağı konuşuluyor. Erdoğan renk vermedikçe tartışma daha da şiddetleniyor. Sanki isteniyor ki “Olmayacağım, o makam bana yakışmaz” desin.
Bunu demeyeceği çok açık. Ama aday olmasın, seçilmesin isteniyor.
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci yaklaştıkça Ankara kulislerinde üretilen senaryolar da giderek uçuklaşmaya başlıyor. Askerin sürece müdahalesinden tutun da AKP içerisinde oluşabilecek derin çatlaklara kadar pek çok ileri tahmin ve senaryo yazılıp çiziliyor son günlerde Ankara’da.
Tabii ki bütün senaryolar Tayyip Erdoğan’ın aday olup olamayacağı üzerine kurulu. Aday olduğunda zaten gerisi formalite. En geç üçüncü tur oylamada seçilip Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya’ya çıkacağı kesin. Olsun veya olmalı diyenlerin de geliştirdikleri senaryolar var ama en çarpıcı olanlar “olmasın-olmamalı” diyenlerin anlattıkları.
SENARYO 1: “Olamayacak” diyenlerin bir süreden beri kulislerde anlattıkları en ileri senaryo şuydu: “Çok istiyor ama olamayacak. Çünkü, son anda Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt kuvvet komutanları ile birlikte Erdoğan’ı gizlice ziyaret edecek. Komutanlar bu görüşmede Erdoğan’a şunu diyecekler:
Meclis’te sayısal çoğunluğunuz var, isterseniz cumhurbaşkanı seçilebilirsiniz ama bu ülkeyi büyük karışıklıklara götürür. Türk Silahlı Kuvvetleri sizin cumhurbaşkanı olmanızı hazmedemez. O nedenle sağduyulu davranın ve bütün toplumu kucaklayabilecek nitelikte, cumhuriyetin temel değerlerine bağlılığı konusunda hiçbir tereddüt duyulmayacak bir ismi muhalefetle de uzlaşarak aday göstermeniz çok yerinde olur...”
Türkiye yıllardan beri koalisyon hükümetlerinden çok çekti; koalisyon hükümetlerinin yarattığı siyasal istikrarsızlığın ekonomik ve sosyal faturaları çok ağır oldu.
Şimdi 4 yılı aşkın süredir Türkiye’de tek başına bir çoğunluk iktidarı var. Bu tek başına iktidar sayesinde Türkiye önemli kazanımlar elde etti. Ekonomik sorunların önemli ölçüde üstesinden gelindi. Buna hiç kuşku yok. Ancak bu durum acaba genel algılamaya uygun bir siyasi istikrar getirdi mi ülkeye?
Ankara’daki genel manzaraya bakıldığında, işlerin o kadar da iç açıcı yürüdüğünü söylemek güç. Devlet kurumları ile hükümet arasında inanılmaz bir iktidar mücadelesi yaşanıyor...
Manzara şu: