Bu yıl yapılacak iki kritik seçimden ilki Nisan ayı sonundaki cumhurbaşkanlığı seçimi, ikincisi de Kasım’da yapılacak olan milletvekili genel seçimi.
Normal olarak bugünün gündeminin ilk seçim, yani cumhurbaşkanlığı seçimi olması gerekiyor. Ancak bu noktada ilginç bir hava var Ankara’da. Başbakan Tayyip Erdoğan Nisan ayına kadar bu meseleyi konuşmayacağız dedi ve tartışmaya doğrudan müdahil olmuyor.
CHP ve diğer muhalefet ise hala “seçilirsin-seçilemezsin, ilk turda 367 olmazsa Anayasa Mahkemesi’ne giderim” tartışmasını sürdürüyor.
İlginç olan Tayyip Erdoğan’ın sergilediği tavır. Bir kere muhalefetin, daha doğrusu CHP’nin tehditlerini pek ciddiye almıyor Erdoğan. Kendinden, izlediği stratejiden son derece emin ve sanki bu meseleyi en azından kafasında bitirmiş izlenimi veriyor.
Hukukçuları da ikiye bölen cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk iki turunda Meclis toplantı yeter sayısı ile ilgili tartışma devam ediyor.
Ana muhalefet partisi CHP ısrarlı ve iddialı; AKP’yi tehdit ediyor:
“Uzlaşma sağlamadan seçime giderseniz, biz oylamaya katılmayız ve ilk iki turda Meclis 367’nin altında bir sayı ile toplanırsa Anayasa Mahkemesi’ne gideriz. Anayasa Mahkemesi seçimi iptal eder ve Türkiye erken seçime gider...”
AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı, Anayasa Profesörü Burhan Kuzu, “yanlış yoldasınız” diye yanıt veriyor CHP’ye:
AKP ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan dışında herkes aynı şeyi söylüyor: Cumhurbaşkanı uzlaşmayla seçilsin...
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ, “Cumhurbaşkanı uzlaşmayla seçilmelidir” diye açıklama yapıyor. Odalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da benzer temennilerde bulunuyor. Özetle iş dünyası ve sivil toplum örgütleri, cumhurbaşkanlığı seçiminin ülkede yeni bir gerilim kaynağı olmaktan çıkarılmasını istiyor. Bunun için de iktidarla ana muhalefet CHP’nin uzlaşması öneriliyor.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da, dün NTV’ye yaptığı açıklamada yeni cumhurbaşkanını uzlaşmayla seçmenin şart olduğunu söyledi. Anayasa’nın cumhurbaşkanlığı seçimini düzenleyen 102. maddesini, seçimin ilk iki turu için toplantı yeter sayısının salt çoğunluk olan 367 olmasını şart koşuyor diye yorumlayan Baykal, bunun da uzlaşmayı kaçınılmaz kıldığını düşünüyor.
“Aksi takdirde seçim mahkemelik olur” diyerek doğabilecek gerilimin de sinyalini veriyor.
Türkiye’nin gündemi son derece ağır iç ve dış sorunlarla yüklü. Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve Kerkük sorunu, Kıbrıs, AB ile ilişkilerdeki tıkanıklıklar, ABD ile varolan sorunlar gibi...
Ancak bütün bu sorunlar zaman zaman ülke gündeminin ilk sırasına otursa, siyasal tartışma alanının ön planına çıksa da akıllar hep başka bir noktada kilitli. Cumhurbaşkanlığı seçimi, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olup olmayacağı...
Siyasette de, iş dünyasında da herkesin aklı bu noktaya kilitlenmiş durumda.
Erdoğan, “O meseleyi 16 Nisan’dan önce konuşmayacağız” dese de, AKP’de bu konunun konuşulması örtülü biçimde yasaklanmış olsa da, bakanların da milletvekillerinin de danışmanların da en çok konuştukları konu bu aslında.
Hükümetin, daha doğrusu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilişkisinin, rayında, olması gerektiği gibi gitmediği çok açık.
Zoraki bir uyum görüntüsü var ama geri planda derin bir güvensizlik iklimi hakim. Özellikle de Özkök döneminin sona ermesiyle Başbakan’la Genelkurmay arasındaki ilişkilerdeki hassasiyet daha da arttı.
Dün yaşanan örnek, asker hükümet ilişkilerinin hangi çizgide ilerlemekte olduğunu çarpıcı biçimde ortaya koymaya yetiyor.
Önceki gün akşam CNN Türk’te Taha Akyol’un sorularını yanıtlarken, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın Washington’daki basın toplantısı sırasında Kuzey Irak’lı Kürt liderlerle görüşme konusunda söyledikleri hatırlatıldığında şunları söylüyor Erdoğan:
Cumhuriyetin 60 yıllık çok partili demokrasi tecrübesi var. Aslında bir açıdan bakıldığında buna belki de askeri müdahaleler tecrübesi demek daha doğru olar. Bu 60 yıllık dönemde Türkiye tam üç askeri darbe, bir de bugün kimilerine göre “postmodern darbe” kimilerine göre de yumuşak müdahale, yapıcılarına göre ise “balans ayarı” (ki en doğru tarif bu olsa gerek) diye adlandırılan 28 Şubat süreci yaşadı. Yani 60 yılda dört müdahale...
Şimdi 28 Şubat 1997’nin onuncu yılında bu olay tartışılıyor televizyonlarda, gazetelerde. Sahiplenenler, iyi bir şey yapıldı, demokrasi ve cumhuriyet kurtuldu diyenler var, demokratik süreç sekteye uğratıldı, millet iradesi ayaklar altına alındı diyenler de var.
Sorumluları, bu süreçte etkin rol oynayanlar da tartışılıyor. En önemlisi de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in rolü bazı çevrelerce acımasızca eleştirilere konu oluyor.
Özellikle bazı dinci gazeteler Demirel’i 28 Şubat’ın bir numaralı sorumlusu olarak gösterip, demokrasi düşmanı, demokrasiyi katleden adam ilan ediyorlar.
Deniz Baykal’ın “iş dünyası ve medyanın korkup pıstığı, ülkenin karşı karşıya bulunduğu sıkıntılara tepkisiz kaldığı” yolundaki sözleri, hem medya hem de iş dünyasında rahatsızlık yaratmış durumda.
Baykal’ın, “Şikayet edemeyiz. Şikayet ettiğimiz getir defterleri diyorlar” sözlerini örnek gösterdiği Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’ndan bir açıklama geldi. Sözlerinin yanlış değerlendirildiğini ifade eden Hisarcıklıoğlu’nun açıklaması özetle şöyle:
“Ben bu ifadeyi vergi bilincini oluşturmak ve kayıtdışılıkla mücadele etmek adına ortak bir çağrı olarak yaptım. Her zaman şunu söylüyorum, diyorum ki; hesap sormak istiyorsak göğsümüzü gere gere hesap da vermeliyiz. Yani hesap sormak için önce kayıtdışılığı bırakmalıyız.
Bu çağrımı ben yurt içinde yaptığım bütün gezilerimde tekrar ediyor ve herkesi kayıt içine girmeye davet ediyorum. Bu çağrı ve ifadeye, gerek siyasiler, gerekse bürokratlar ve hatta vatandaşlar da katılmalı. Çünkü bu hepimizin ortak menfaatidir.
Türkiye’nin gündemindeki en temel, en önemli mesele hiç kuşku yok ki cumhurbaşkanlığı seçimi. Bugün için siyasetin gündemindeki en temel konu da bu. Ancak, Tayyip Erdoğan renk vermediği, partisine de “Nisan’dan önce bu meseleyi gündeme taşımayın” dediği için Ankara’da adeta sessiz film oynanıyor. Konu yüksek sesle dillendirilmiyor ama bütün aktörlerin akılları bu noktaya takılmış durumda.
AKP’de partinin en etkili yöneticileri bile Tayyip Erdoğan’ın o günkü yüz ifadesinden, söylediği herhangi bir sözün altından derin anlamlar çıkarmaya çalışıyorlar.
“Şu mesele konuşulurken öyle bir tebessüm etti ki, kesin cumhurbaşkanı olacak”
veya