Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamesini kabul edip etmeyeceği henüz belli değil. Dava kabul edilse bile ne sonuç çıkacağını, AKP’nin kapatılıp kapatılmayacağını da kimse bilmiyor henüz.
Belki de dava kabul edilse bile, Anayasa Mahkemesi sunulan delilleri yeterli görmeyecek, işlenen fiillerin partinin kapatılmasına neden olacak ölçüde ağır olmadığı kanaatine varacak ve dosyayı kapatacak.
Bazılarına göre yüksek, bazılarına göre son derece düşük de olsa böyle bir ihtimal var. Ayrıca AKP’nin iddia ettiği gibi, iddianame eğer “dayanaktan yoksun saçma sapan iddia ve iftiralardan oluşuyor” sa o zaman Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi beraat ettirme ihtimali kesine yakın bir ihtimal.
Bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde AKP aklanmış olacak. Bugüne kadar kamuoyunda, özellikle laiklik konusunda duyarlılığı yüksek olan çevrelerde duyulan kuşku ve güvensizlikleri de giderme fırsatı yakalamış olabilecek AKP.
AKP, iddianame ve dava sürecinin en hafif hasarla nasıl atlatılacağını, gelişmeleri nasıl lehe çevirebileceğini tartışıyor.
Önümüzdeki süreçte izlenecek strateji henüz netleşmiş değil. Net olan tek şey, AKP’nin iddianameye karşı Anayasa Mahkemesi’ne savunma verip, kaderine razı biçimde beklemeyeceği. Aksine kapatılma riskini bertaraf edebilmek için Anayasa değişikliği de dahil her yolu deneyecek gibi gözüküyor AKP.
Aslında bu noktada da MHP AKP’ye yardım ve destek elini yine uzatıyor, “AKP’yi kurtarmaya varım” diyor.
Devlet Bahçeli daha ilk günden görüşünü açıkladı: “Parti kapatılmasın, suç işleyen varsa onlar cezalandırılsın...”
MHP bugüne kadar geçen süreçte gerek kendi tabanının bir bölümünce gerekse de AKP muhalifleri ve laiklik konusundaki hassasiyetleri yüksek çevrelerce “AKP’ye koltuk değneği olmakla” eleştiriliyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde “367 problemi olmaz. Biz Meclis’e girip oylamaya katılırız” açıklamasıyla Abdullah Gül’e Çankaya yolunu açtığı için eleştirildi MHP.
Ardından referandum gündemindeki cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin anayasa değişikliğinin yolda değiştirilmesi gündeme geldi. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının tartışmalı hale düşmesini engellemek için halk oylaması gündemindeki değişikliğin değiştirilmesi gerekiyordu. CHP, “Cumhurbaşkanı seçildiğine göre bu değişikliği tümden durduralım” teklifi yaptı. AKP kabul etmedi ama MHP “Ben destek veririm” deyince AKP’nin dediği oldu.
Son olarak AKP’nin öteden beri gündeminde olan ancak bir türlü başaramadığı üniversitelerde türban serbestisinin sağlanması konusu...
AKP hakkındaki iddianamenin açıklandığı geçen hafta Cuma günü akşam saatlerinden itibaren Türkiye’de kıyamet kopuyor. Anayasa hukukçuları, hukukçular, hukukçu olmayanlar, siyasi partiler, siyasetçiler, işçi ve işveren örgütleri, işadamları ve sokaktaki vatandaş herkes iddianameyi tartışıyor.
Beş yıldan fazla süredir Türkiye’yi idare eden ve 8 ay önceki seçimlerde de yüzde 47 oranında oy alarak iktidarını pekiştiren bir parti hakkında kapatma davası açılması elbette çok önemli olay ve bu olayın bu denli büyük yankı yapmış olması da son derece doğal.
Ancak doğal olmayan iddianamenin altında imzası olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın hedef adam haline getirilmesi.
Kapatılma iddianamesi ve riski ile karşı karşıya gelen iktidar partisinin sözcüleri başsavcıyı suçluyor, parti kapatılmasına ilke olarak karşı olan çevreler başsavcıyı suçluyor, iddianameyi yetersiz ve “zorlama” bulanlar başsavcıyı suçluyor.
DTP, “PKK bir terör örgütüdür. Bu örgütün kanlı eylemlerini şiddetle kınıyoruz” dediğinde ne olacak?
Türkiye’nin çeyrek asırdır mücadele ettiği binlerce şehit verdiği terör sorunu mu çözülecek? Kürt meselesi, Güneydoğu meselesi hemen hal yoluna mı girecek? PKK “Bunlar da beni kınadığına göre benim işim bitti demektir” deyip silah bırakarak teslim mi olacak?
Tabii ki hayır.
Belki terör konusunda değişen bir şey olmayacak.
Sosyal güvenlik reformuna muhalefet eden çevreler, iflas etmiş, çökmüş durumda olan sistemi ayağa kaldırmak için alternatif bir model önermiyorlar. En fazla söylenen “niye kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınmıyor” eleştirisi.
Evet doğru, kayıt dışılığın ekonominin her alanında bozucu etkileri olduğu bir gerçek. Bununla mücadele edilmesi gerekliliğini de bugüne kadar hiç bir iktidar yadsımış değil. Yıllardan beri “kayıt dışı ile mücadele” konusunda çok iddialı ifadeler de kullandı politikacılar, bakanlar. Ama bu konuda ciddi bir mesafe alınabildiğini söyleyebilmek güç.
Kayıt dışılığın en basit ama en çarpıcı örneği istihdam verilerinde mevcut. Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK’in son rakamlarına göre Türkiye’de mevcut istihdamın yaklaşık yarısı kayıt dışı. TÜİK verilerine göre çalışıyor gözüken 10 milyon kişinin hiçbir sosyal güvenlik kurumuna kaydı yok.
Bu 10 milyon kayıt dışı çalışanı kayıt altına almak, sosyal güvenlik kurumu ile ilişkilendirip prim kesmeye başlamak reforma gerek kalmaksızın sistemi kurtarmaya yeter mi?
Başbakan Tayyip Erdoğan partisinin dünkü grup toplantısında yine esip gürledi. Her zaman olduğu gibi yine muhalefete ve basına yüklendi. Bu kez hedef tahtasına sendikaları da ekledi Başbakan.
Sendikalara da demediğini bırakmadı. Sendikaların değiştirtmeye, sulandırtmaya çalıştıkları bunun için eylem hazırlığı içinde oldukları sosyal güvenlik reformunun her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar arkasında olduğunu ortaya koydu Erdoğan dün.
Bu konuda hem geçmiş iktidarları, hem bugünkü muhalefeti hem de eylem hazırlığındaki sendikaları çok sert ifadelerle eleştirdi.
Haksız mı?
Türk Silahlı Kuvvetleri askeri literatüre girecek kadar önemli ve başarılı bir sınır ötesi kara harekatı gerçekleştirdi.
Ağır kış koşulları altında yapılan operasyonda 300’e yakın terörist etkisiz hale getirildi ve bu arada 24 askerimiz de şehit oldu.
Hedefi, kapsamı ve süresi Türk Silahlı Kuvvetleri’nce önceden belirlenen operasyon öngörüldüğü gibi bir haftada sonuçlandı.
Operasyon son derece başarılı biçimde sonuçlandı ama tartışması anlamsız biçimde tırmanarak devam ediyor. Hem de hiç alışık olmadığımız biçimde, teamül dışı bir üslupla...