Başbakan Tayyip Erdoğan çok değil birbuçuk ay önce IMF’ye neden soğuk baktığını açıklarken “Yatırımlardan vazgeçmemizi istiyorlar, bunu kabul edemeyiz” diyordu. Ve IMF’nin öne sürdüğü koşulların Türk ekonomisinin “ümüğünün sıkılması” demek olduğunu dile getiriyordu.
Ekonominin büyümesi, toplumsal gelir ve refahın artması tabii ki herkesin ortak arzusu. Başbakan’ın da bu noktada ısrarlı olması son derece doğal.
Ancak doğal olmayan nokta şu:
Türk ekonomisi AKP iktidara geldiği günden beri (ki daha önce de öyleydi) IMF kontrolünde. Ana çerçevesi IMF ile birlikte çizilen bir ekonomik program uygulanıyor. Ve bu Türkiye ekonomisi tarihinin kesintisiz en yüksek büyüme performansını gösterdiği bir dönem oldu. IMF ile stand-by bu yılın Mayıs ayında sona erdi ve o zamana kadar Türk ekonomisinin büyümesine, yatırımlarının artmasına engel olmadı IMF. Başbakan’ın, hükümetin de bu yönde hiçbir şikayeti yoktu.
Sosyal demokratlarda değişen bir şey yok. Birleşme için yola çıkanlar geçmiş dönemlerde de örneği çok görüldüğü gibi yine ayrışmayı derinleştirmekle meşgul.
2007 seçimleri öncesi yüzde 10 barajını geçme umudu ve ihtimali sıfır olan DSP ile en azından koalisyon ortaklığını hedefleyen CHP seçime tek liste halinde girmiş ve böylelikle DSP Meclis’e 13 milletvekili sokabilmişti.
O günlerde iki parti arasında başlayan yakınlaşma ve işbirliğinin sadece seçim ittifakından ibaret kalmayacağı, adım adım birleşmeye gideceği hayal ediliyor, öyle söyleniyordu.
2009 yerel seçimlerinde de CHP’nin güçlü olduğu il ve ilçelerde DSP’nin bu partinin adaylarını desteklemesi, aynı şekilde DSP’nin güçlü olduğu illerde de CHP’nin aday çıkarmayıp DSP’yi desteklemesi öngörülüyordu. Böylelikle sosyal demokratların yerel yönetimlerden başlayarak adım adım iktidara yürüyebileceği umutları vardı.
Önlem paketi ve IMF konusunda ayak sürümenin bedeli giderek ağırlaşıyor. Hükümet ekonomide yaşanmakta olan sorunu muhtemelen borsa ve döviz kuru hareketlerinden ibaret sanıyor ancak sorun onun çok ötesinde.
Önlemler geciktikçe, sorunun daha da derinleşeceği, çözümün daha da güç ve sancılı olacağı da belli.
Acaba hükümet bugün Türk ekonomisinin nasıl bir sorunla karşı karşıya olduğunu net olarak göremiyor mu? Durumu, yaşanmakta olan sorunun nedenlerini, gelişmelerin yakın vadede Türk ekonomisini nasıl bir anaforun içine sürükleyebileceğine bürokratik kadronun gördüğüne hiç kuşku yok. Fakat acaba bu siyasi iradeye, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’a tam olarak anlatılamıyor mu?
Herkesin kuşkusu anlatılamadığı yönünde.
Başbakan Erdoğan, “kriz tepe noktasına ulaştı ve inişe geçti” diyor önceki günkü Ulusa Sesleniş konuşmasında. Ama kimin krizi?
Türkiye’nin değil. Küresel mali krizin Türk ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri daha yeni yeni görülmeye başlıyor.
Muhtemelen Başbakan da küresel krizle ilgili bir tespit yapıyor. Yoksa Türk ekonomisi üzerinde yeni yeni görülmeye başlayan etkilerin ne kadar devam edeceğini, ne kadar tahribata yol açacağını henüz kimse kestiremiyor.
Küresel krizden bağımsız olarak Türk ekonomisinde zaten üretim, yatırım ve büyüme hızı göstergeleri olumsuz bir seyir izlemeye başlamıştı. Şimdi dünyada finansal kesimde başlayıp yavaş yavaş reel ekonomileri sarsmaya başlayan küresel krizin Türkiye üzerindeki etkisi ağır biçimde reel sektör üzerinde görülecek.
Ekonomik krizin yerel seçimler üzerinde nasıl bir etkisi olacak? Seçim sonuçları siyasal dengeleri değiştirebilir mi? Tayyip Erdoğan genel başkanlıktan çekilir mi? İzmir’i, Çankaya’yı kim alır? Deniz Baykal gider mi? DSP ne yapar? DTP’nin Diyarbakır kalesi düşer mi?
Bu sorular son günlerde siyasi kulislerin en heyecanlı tartışma konusu. Siyasette geleceğe dönük ince hesaplar bu sorular etrafında şekillendiriliyor.
Ekonomik krizin seçimler üzerinde şu veya bu ölçüde bir etkisi olacağı kesin. Ancak bu etkinin iktidar partisini ağır bir seçim yenilgisine sürükleyeceği ve dolayısıyla da Tayyip Erdoğan’ı taahhüt ettiği gibi partisinin genel başkanlığından ayrılmak zorunda bırakacağı gibi bir ihtimal hemen hemen sıfır. Ancak diğer sorulara sandıktan nasıl bir yanıt çıkacağı gerçekten önemli. O nedenle de dört ay sonrasına dönük ince siyasi hesaplar genellikle bu soruların muhtemel yanıtları üzerinden yapılıyor.
Örneğin AKP cephesi...
Küresel mali krizin yol açtığı yıkımla birlikte tüm dünya serbest pazar ekonomisinin kurallarını yeniden tartışırken, Türkiye’de çok daha farklı bir süreç işliyor. Krizin Türkiye’ye mevcut ve yakın gelecekteki olumsuz etkilerinin ne olduğu veya olacağı konusunda kafalar henüz netleşmiş değil. O nedenle alınması gerekli önlemler konusundaki yol haritası da bir türlü netleştirilemiyor.
Başbakan Erdoğan’ın özel bankaları terbiye etmek amacıyla kamu bankalarını devreye sokarım tehdidinin ötesinde serbest piyasa ekonomisinin işleyiş kuralları ile ilgili felsefi bir tartışma yok. Sistem partilerinden hiçbirinin pazar ekonomisiyle sorunu da yok.
Aksine yaklaşan yerel seçimler öncesinde pazar ekonomisinin kurallarını siyasete taşımakla meşgul siyasi partiler. Partiler, parti kadroları ve seçmen tabanları arasındaki eski duvarlar, sınırlar yerle bir. Partiler arasında tam bir serbest dolaşım sistemi işliyor bugünlerde.
Bugünlerde ekonomik hayatta bir pazar sorunu, durgunluk yaşanıyor ama siyaset pazarı çok canlı.
Konu sıkıntısı çeken, bir numaralı tartışma konusu türbanlı ve çarşaflı kadınların CHP üyeliği olan siyasete yeni bir tartışma konusu çıktı: Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yerel seçimlerde partisinin ikinciliğe düşmesi durumunda genel başkanlıktan çekileceği taahhüdü. Fazlaca bir derinliği, pratik sonucu ve önemi olmasa da iki günden beri siyasetçiler, partilerin etkili sözcüleri bu konuyu tartışıyor. Erdoğan’ın “çekilirim” taahhüdünün en az yankı bulduğu parti de kendi partisi AKP. AKP’liler bu açıklamayı pek önemsememiş gözüküyorlar. Çünkü nasıl olsa bu seçimden de yine açık ara birinci parti olarak çıkacaklarına inançları tam, AKP kurmaylarının. Ancak bu sözlerin yine de parti teşkilatları için önemli bir motivasyon unsuru olacağını, tabanda işin daha sıkı tutulacağını düşünüyorlar.
AKP kurmaylarının fazla önem vermediği “ikinciliğe düşersem genel başkanlığı bırakırım” açıklamasının, muhalefetin, özellikle de muhalefetin muhaliflerince fazlasıyla önemsendiği görülüyor. Erdoğan’ın bu taahhüdünün kendileri açısından da önemli bir koz olabileceğini düşünüyor muhalefetin muhalifleri. Özellikle de CHP’li müzmin Baykal muhalifleri.
Kısa aralıklarla yapılan seçimli kurultaylarda Deniz Baykal’ı devirmeyi başaramayan CHP’deki parti içi ve parti dışı muhalefetin tek umudu, Genel Başkan’ın kendiliğinden çekilmesi. Yani Erdoğan’ın taahhüdünü örnek alıp, “Başarılı olamadım bırakıyorum” demesi. Bunun için açıkça söylemeseler, sadece dost sohbetlerinde konuşsalar da partilerinin yerel seçimlerde hezimete uğramasını yürekten arzulayan çok CHP’li var.
Şimdiden hesap yapıyorlar. Varsayımları şu şekilde özetlenebilir CHP’li muhaliflerin:
Başbakan Tayyip Erdoğan küresel kriz ve Türkiye’ye etkileri konusunda Washington dönüşünde bugüne kadar yaptığı açıklamalardan biraz daha farklı bir değerlendirme yaptı.
Erdoğan’a göre bazı olumsuz esintiler var ama şu anda kriz sözkonusu değil. “2009’un ilk altı ayında sıkıntı yaşayabiliriz” diyor Başbakan.
Acaba Başbakan Erdoğan “önlem alın” diye feryat eden işadamlarının, bankacıların boşuna panik yaptığını veya kendi deyimiyle “krizden fırsat yaratmaya çalıştığını” mı düşünüyor?
Muhtemelen öyle. Ancak son iki aylık süre içinde piyasalarda meydana gelen iki temel gelişmeye bakalım: Son iki aylık süre içinde dolar kuru yüzde 36 oranında yükselmiş yani Türkiye’de bu oranda bir devalüasyon gerçekleşmiş. Borsa 37 binlerden (Ki bir ara 60 bine dayanmıştı endeks) 22 binler seviyesine inmiş. Hisse senetlerinde iki aylık ortalama değer kaybı yüzde 40 olmuş.