Ekonomi, “krize giriyorum, girdim” diye sinyal vermiyor, her yönüyle, her veriyle bas bas bağırıyor. Ekonomiyle ilgili olarak açıklanan her veri krizin günden güne derinleşmekte olduğunu, önlem almak gerekiyorsa hiç zaman geçirmeden almak gerektiğini net biçimde ortaya koyuyor.
Dün, TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) 2008 Aralık ayı sanayi üretimi rakamlarını açıkladı. Durum karamsar tahminlerden bile daha kötü. Geçen yılın Aralık ayında toplam sanayi üretimi yüzde 17,6 azalmış. İmalat sanayiindeki üretim düşüşü daha da felaket: Yüzde 19,9.
Aslında üretim düşüşü kimse için sürpriz değil. Ağustos ayından beri imalat sanayii üretimi düşüyor. Sanayi, “önlem alın, işler kötü gidiyor” sinyalini ilk olarak Ağustos ayında vermişti. Ağustos’ta yüzde 5 oranında düşen imalat sanayii üretimi, Eylül’de yüzde 5,3, Ekim’de 8,2, Kasım’da 14,9 geriledikten sonra Aralık’ta da 19,9 azaldı. Bugün bu yılın Ocak ayına ilişkin eğilimi açıklayacak düşüş trendinin devam ettiğine hiç kuşku yok.
Bunun anlamı şu: Daha az üreten sanayi sektörü, muhtemelen önümüzdeki dönemde, daha düşük bir istihdam kapasitesi ile yoluna devam etmeye çalışacak. Bu da daha çok işsizlik ve daha az tüketim, daha az üretim kısır döngüsü...
IMF (Uluslararası Para Fonu) ile görüşmelerin neden kesildiği konusunda, ilgili Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’ten aydınlatıcı bir açıklama gelmedi. Aksine Şimşek’in birkaç gün içinde yaptığı çelişkili açıklamalar kafaları daha da karıştırdı.
Bu konuda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamada geçen bir cümle ise son derece çarpıcı: “IMF’nin iki şartı var ki bunları kabul etmemiz mümkün değil, bunlar kabul edilemez...”
Küresel krizin etkilerinin tüm ağırlığı ile Türk ekonomisinin üzerine çökmekte olduğu bugünkü ortamda umut bağlanan IMF anlaşmasına (veya parasına) kamuoyunda büyük bir duyarlılık var. Piyasalar ve ekonomiyle ilgili aktörler başta olmak üzere tüm toplum, IMF’nin öne sürdüğü bu kabul edilemez şartları merak ediyor. Muhalefet partileri de merak ediyor, Başbakan’ın bunları açıklamasını istiyor.
Fakat şu ana kadar doyurucu bir açıklama gelmiş değil...
Kamuoyunda özellikle de bürokrasi olsun, iş dünyası olsun ekonomi çevrelerinde son günlerde yanıtı aranan soru bu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “IMF’siz yola devam” diyecek mi?
Aslında bu soru etrafında yürütülen tahminler son günlerde ülke sınırlarını aşmış durumda. Atlantik ötesinde Washington’da, IMF merkezinde de en hararetli sohbet konuları arasında.
Dün, IMF ile hâlâ yakın ilişkileri olduğunu bildiğim eski bürokrat bir dostumla telefonla konuştum. Washington’daymış. Halen IMF’de görev yapan bir arkadaşını ziyarete gitmiş, birlikte yemek yemişler.
IMF yemekhanesinden aldığı Türkiye izlenimini şöyle anlatıyor:
Küresel krizin Türkiye’yi teğet geçmediği, geçmeyeceği artık herkes tarafından net biçimde anlaşılmış durumda. Piyasalarda yaşanmakta olan durgunluk, sanayinin içine girdiği darboğaz, işsizliğin hızla artmaya başlaması, krizin Türk ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya başladığının net belirtileri.
Yurt içi talep geçen yılın Haziran ayından itibaren daralmaya başlamıştı. 2008’in son aylarında da dış talep keskin bir düşüş trendine girdi. 2008 Aralık ayında yüzde 21 oranında azalan ihracat, bu yılın Ocak ayında da geçici verilere göre yüzde 28’e varan oranda düştü. Önümüzdeki aylarda da trendin tersine dönmesi ihtimali zayıf. Hem iç talebin hem dış talebin birlikte düştüğü bir kriz ortamını Türkiye belki de ilk defa yaşıyor. Geçmişte Türkiye’nin kendi kendine yarattığı özel krizlerinden çıkışta döviz kuru artışları ihracatı tetiklediği için döviz sorunun çözümüne katkıda bulunduğu kadar üretimi ve dolayısıyla toplam ekonomiyi canlandırabiliyordu. Şimdi ise durum çok farklı.
Geçmişten farklı olan bir başka nokta da dış finansman ihtiyacının büyüklüğü. Bu büyüklük ve uluslararası likidite koşullarındaki keskin değişim IMF ile anlaşmayı kaçınılmaz kılıyor.
O yüzden IMF ile yeni bir anlaşmaya öteden beri sıcak bakmayan, “ümüğümüzü sıktırmayız” diyen Başbakan Erdoğan “kerhen” de olsa yeni bir anlaşmaya “evet” diyor.
İstanbul, Ankara ve İzmir’de büyükşehir belediye başkanlıkları için AKP ile CHP arasındaki yarış giderek kızışıyor. Her iki parti de ülke genelinden çok, bu üç büyük şehirde rekabeti şimdiden üst düzeye çıkarmış durumda.
AKP, “CHP’nin son kalesi” olarak nitelediği İzmir Büyükşehir’i alıp ana muhalefeti kendisine rakip olmaktan çıkarmanın hesaplarını yapıyor.
CHP’nin hesabı ise Ankara ve İstanbul’u alıp AKP’ye onulmaz bir yara açmak...
Bu kapsamda iki parti ve adaylar birbirlerinin eksiklerini, yolsuzluk iddialarını gündeme getirirken diğer yandan da yeni projelerini teker teker açıklıyorlar.
Ortada henüz kesinleşmiş bir IMF anlaşması yok. Ekonomik krize karşı kapsamlı bir önlem paketi de yok. Ama her şeye rağmen soruna çare olup olmayacağı tartışmalı da olsa Hükümet, ekonomik krize karşı taksit taksit, ufak tefek önlemler almaya devam ediyor.
Bakanlar Kurulu önceki gün de krize karşı bazı önlem kararları aldı. Bunlardan en önemlilerinden biri de Bankacılık Yasası’nda değişiklik yapılması.
Krizde bankacılık sistemi ve bankacılık yasasında yapılacak değişiklikler son derece önemli. Çünkü daha işin başında, Başbakan Erdoğan krizin Türkiye’den “teğet” geçeceğine inandığı günlerde bile bankaları suçluyor, bankaları reel sektöre daha fazla kredi vermeye zorluyordu. Benzer eleştiriler zaman zaman ilgili ilgisiz bakanlardan, iktidar partisi sözcülerinden de geldi.
Piyasalarda yaşanan sorunun, durgunluğun bankaların kredileri keyfi olarak geri çağırmalarından, sisteme taze kredi enjekte etmediklerinden kaynaklandığı sanıldı. Durumun öyle olmadığı en yetkili ağızlardan, Bankalar Birliği yönetimince Başbakan’a anlatılmaya çalışıldı. Hatta şu da ifade edildi:
Milletvekili seçimleri “laiklik”, “Müslüman Cumhurbaşkanı” ve “darbe” tartışmalarının gölgesinde gerçekleşmişti. Seçim tartışmalarının ana malzemesi de bu konular olmuştu. 29 Mart’ta yapılacak olan yerel seçimlerin de dalga dalga Türkiye’yi sarsmakta olan Ergenekon tartışmalarının gölgesinde geçeceği anlaşılıyor.
Tabii ki sadece Ergenekon tartışmalarıyla yürümeyecek partilerin seçim kampanyası. Yolsuzluk iddiaları ve yardım vaadleri de önemli yer tutacak.
İstanbul, Ankara ve İstanbul’da iktidar partisi AKP ile CHP arasında futboldaki tirübün deyimiyle “ölümüne” bir mücadeleye sahne olacağı anlaşılıyor.
AKP büyükşehir belediyelerindeki hakimiyetini koruyacağına inanıyor. Hatta CHP’nin yıkılamayan kalesi diye nitelenen İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni de kazanarak Baykal ve CHP’ye çok ağır bir darbe vurabilmenin hesapları yapılıyor. Özellikle de arsenikli su tartışmalarının bu alanda iktidar olanakları elinde olan AKP’ye önemli bir avantaj getirebileceği düşünülüyor.
Böyle bir uzlaşma hemen hemen imkansız. Çünkü Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) ve Maliye Bakanlığı’nın hesapları son derece açık ve net. Uzanlar’ın İmar Bankası nedeniyle TMSF’ye kalan borcu 21 milyar dolar (Dünkü kurla yaklaşık 35 milyar TL). Maliye Bakanlığı’na olan vergi borçları ise 6 milyar TL. Toplam 41 milyar TL. Yani 24,6 milyar dolar...
Oysa Cem Uzan, “Bugüne kadar sattığınız mallardan elde edilen gelir 7 milyar doları buluyor, bizim İmar Bankası borcumuz 6 milyar dolardı. Bu hesap, bu kavga artık kapansın” diyor.
Cem Uzan’ın söylediği İmar Bankası başlangıç borcu gerçekten de 6 milyar dolardı. Ve TMSF Uzan ailesine ait varlıkların satışından yaklaşık 7 milyar dolar civarında bir hasılat sağladı. Fakat bu para TMSF’nin kasasına girmedi. Dolayısıyla da İmar Bankası borcu kapanmadı.
Elde edilen para Uzan Grubu’na ait şirketlerin vergi borçlarının kapatılması için doğrudan Maliye’nin kasasına aktarıldı. Ceza ve gecikme faizleriyle astronomik rakamlara ulaşan vergi borçları bu ödemelerle de kapatılamamış olacak ki Maliye Bakanı Unakıtan hala 6 milyar TL’lik bir alacaktan söz ediyor.