Siyasetin bir numaralı tartışma gündemine bakılacak olursa, Türkiye şu günlerde Honduras benzeri bir Latin Amerika ülkesi görüntüsü veriyor.Her gün darbe tehditleri ile yatılıp kalkılıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde yuvalandığı, en üst rütbe ve makamları ele geçirdiği iddia edilen cunta yapılanmaları ile ilgili haberler her gün gazetelerin birinci sayfalarını işgal ediyor. Aylardan beri iktidarın da muhalefetin de başlıca gündemi bu konu.Ne oluyor Türkiye’ye?Demokrasiye, anayasal düzene karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin emir komuta zinciri içinde bir kalkışması, darbe hazırlığı mı söz konusu?Hayır...Peki ya Silahlı Kuvvetler içinde çok üst makamlara kadar yükselmiş bazı generallerin de aralarında bulunduğu, darbe için örgütlenmiş bir cunta yapılanması mı söz konusu?Bilemiyoruz....Bu konuda Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un kamuoyuna verdiği çok net bir teminat var. Başbuğ, demokrasi ve hukuk dışı faaliyetler içine giren hiçbir personelin TSK bünyesinde barınamayacağını söylüyor.Bunu söyleyen Genelkurmay Başkanı genellikle haftada bir Başbakan’la olağan görüşme yapıyor. Bu görüşmelerde elbette bu konular ele alınıyor. Ki, en son 29 Ekim günü yapılan 75 dakikalık başbaşa görüşmeden sonra yapılan açıklamaya bakılacak olursa ana gündem bu konu, yani darbe-cunta iddiaları ve ıslak imzalı İrticayla Mücadele Belgesi...Peki o görüşmede Orgeneral Başbuğ’un basın toplantısında verdiği taahhüdün dışında görüş belirttiği düşünülebilir mi? Tabii ki hayır...Fakat belli ki Başbakan Tayyip Erdoğan ikna olmuş değil. Kuşkuları ve kafasındaki soru işaretleri devam ediyor.Partisinin grup toplantısında Genelkurmay Başkanı’na açık çağrı yapma ihtiyacı duyuyor: “Tutuculuk yapma, zanlıları koruma, adalete teslim et...” Acaba Genelkurmay darbecilikle, cuntacılıkla itham edilen şüphelileri koruyor, yargıdan kaçırmaya mı çalışıyor?Oysa daha geçen hafta Genelkurmay’da görevli 8 subay savcılığın talimatıyla İstanbul’a gönderilip ifade vermeleri sağlanmıştı. Adı çok konuşulan kilit isim konumundaki Dursun Çiçek de dört ay önce İstanbul’a gidip savcılığa ifade vermiş, hatta mahkemece önce tutuklanıp sonra serbest bırakılmıştı.Bu tabloya bakıldığında bir koruma kollama yok. Ama acaba başka daha üst rütbeli subaylar mı korunuyor?Genelkurmay’ın gelişmelere nasıl baktığına gelince...İddialar, “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik psikolojik harekatın bir parçası” olarak değerlendiriyor.Her şeyin bağımsız yargı tarafından incelenip sonuçlandırılması isteniyor. Ancak bu incelemeyi yürüten savcılık makamına karşı çok ciddi bir güvensizlik duyulduğu da ortada. Her türlü belgenin inceleme sonucunun medyaya sızması, “soruşturmayı yürüten makamların art niyetli gayretleri” diye yorumlanıyor.Özetle askerde hem hükümete karşı derin bir güvensizlik atmosferi hakim, hem de belge soruşturmasını yürüten makamlara karşı. Çünkü bu soruşturmanın en azından yürütülüş biçimi itibariyle kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmayı hedef aldığına inanılıyor.Diğer yandan hükümet de askere güvenmiyor. Ordu içinde darbe hazırlığındaki cunta yapılaşmalarının olduğundan ciddi biçimde kuşku duyuyor. Askeri yargıya güvenmiyor. Hatta Genelkurmay Başkanı’nın şüphelileri koruyup kolladığından şüpheleniyor. Ergenekon savcıları, askeri yargıya, askeri savcılara güvenmiyor. O nedenle ellerindeki belgeleri askeri yargı ile paylaşmaktan imtina ediyor. İşte bu karşılıklı güvensizlik ortamı, kaygı ve kafa karışıklıklarını daha da arttırıyor.
Siyasi partilerin dünkü Meclis grup toplantılarının önemli gündem maddelerinden biri yine “İrticayla Mücadele Belgesi” ve “ıslak imza” konusuydu.Özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın konuşmalarında Türk Silahlı Kuvvetleri ve Genelkurmay Başkanı’na yönelik önemli mesajlar vardı.Yaklaşık beş aydan beri devam eden bu tartışmada bugüne kadar söylediklerine bakılırsa Başbakan’ın belgenin gerçekliği konusunda ilk günden itibaren kuşku duymuyor. Çünkü Erdoğan, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde ama emir-komuta zinciri dışında, yani komuta kademesi dışında hükümete ve partisine karşı kötü emeller besleyen bir nüve olduğuna inanıyor. Muhtemelen sonuca ulaşmayan “Sarıkız” ve “Ayışığı” diye adlandırılan darbe girişimlerini yürüten kadronun artıklarının hala sinsi biçimde faaliyetlerini sürdürdüğünü düşünüyor Başbakan.O nedenle de Albay Dursun Çiçek imzalı belgenin gerçekliğinden başından beri hiç kuşku duymadı.Şimdi de belgenin gerçekliğinden kuşkusu yok. Elbette kesin hüküm vermiyor, “yargı gerçekleri ortaya çıkaracak” diyor.Belge tartışmaları üzerinden “kurumlar (yani Türk Silahlı Kuvvetleri) yıpratılmamalı” diyor Erdoğan. Öte yandan da Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a çok önemli bir çağrı yapıyor: “Bütün yanlışlar ortaya çıkarılmalıdır ve süreç hakkaniyet içinde devam etmelidir. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun bunların ortaya çıkarılması lazım. Ama bunlar ortaya çıkarken kurumlar asla yıpratılmamalı. Bu silahlı kuvvetlerimiz için de diğer güvenlik teşkilatlarımız için de gereklidir. Bütün mesele, oradaki zanlılar varsa bunların ortaya çıkarılması, hukuka teslim edilmesidir. Burada da yönetici makamında olanların tutuculuk içine girmemesi gerekir. Rahatlıkla gelip, yargıya bunları teslim etmelidir...” Başbakan’ın bu ifadelerindeki mesaj da adres de son derece açık. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’a sesleniyor Başbakan; “Belgede ve ihbar mektubunda adı geçenleri koruyup kollamayın, yargıya teslim edin” diyor.Anlaşılamayan nokta şu: Belge ortaya çıktığı zaman Ergenekon savcıları Albay Dursun Çiçek’i ifadeye devam etmişler ve Genelkurmay bu çağrıya engel olmamıştı. Hatta o fotokopi belge ile ilgili olarak Çiçek tutuklanmış ve itiraz üzerine serbest kalmıştı.Şimdi akla şu soru geliyor:Acaba bu kez ıslak imzalı belge ortaya çıkınca Genelkurmay’ın Çiçek’i korumaya alması düşünülemeyeceğine göre acaba başka isimler, üst rütbeli subaylar da soruşturma kapsamına alınmak isteniyor da Genelkurmay Başkanı onları mı koruyor?Buna da ihtimal vermek güç. Çünkü Genelkurmay Başkanı’nın çok açık ve net bir taahhüdü var: Demokrasi ve hukuk dışı davranışlar içine giren hiçbir personel Türk Silahlı Kuvvetler’i bünyesinde ba-rı-na-maz...Ayrıca bu noktadan sonra yargının tüm gerçekleri ortaya çıkarmasına en fazla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyacı olduğu da gerçek....O zaman Başbakan’ın bu çağrısı neyi ifade ediyor?Acaba Başbakan’da, bu belge olayının Dursun Çiçek’i de aşan ciddi bir cunta yapılaşmasının girişimi olduğu yolunda ciddi bilgi ve belgeler var ve bunun gereğinin yapılması için de Orgeneral Başbuğ’un harekete geçmesini mi istiyor?
Ergenekon soruşturması kapsamında darbe hazırlığı gerekçesiyle gerçekleştirilen hemen her gözaltı operasyonu, her dalga Türkiye’yi derinden sarsıyordu. Fakat bu son olay, hepsinin ötesinde anlam ve önem taşıyor.Çünkü bugüne kadar yürütülen operasyonlar, aralarında bazı muvazzaf subaylar da olsa daha çok emekli generaller, bazı öğretim üyeleri, gazeteci-yazarlar ve genellikle de hükümete muhalif kesimler üzerinden yürüyordu.Dursun Çiçek imzalı “İrticayla Mücadele Eylem Planı” ile ilgili soruşturma ise doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Genelkurmay’ın kalbine, ordunun sinir uçlarının geçtiği merkeze yönelik.Soruşturma nasıl yürütülecek, nasıl sonuçlanacak henüz bilmiyoruz. Bilinen iki önemli unsur var. Birincisi, daha önce düzmece olabileceği kanısı hakim olan ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından da “hiçbir hukuki değer taşımayan kağıt parçası” diye nitelenen belgenin şimdi ıslak imzalı aslının savcıların elinde oluşu.İkinci nokta ise Genelkurmay bünyesinde hazırlıkları yürütülen bir darbe girişiminin bütün aşamalarını bildiğini iddia eden adı savcılarda gizli bir subayın ihbar mektubu ve tanıklık yapmaya hazır olduğu beyanı.Artık bu konu, açılım tartışmalarının bile önüne geçmiş ve siyasetin, hatta ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiş durumda.Belgenin gerçekliği kabul edildiği andan itibaren şu nokta da ne yazık ki kesinlik kazanıyor: Genelkurmay bünyesinde siyasete ve siyasi iktidara karşı ciddi bir müdahale hazırlığı yapılmış. Yani, demokrasiye ve anayasal düzene karşı vahim bir suç işlenmiş.İşte bu noktada İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı bu konuyu soruşturuyor. Genelkurmay da soruşturma açıldığını bildirdi ama asıl olan İstanbul’da Ergenekon savcılarının yürüttüğü soruşturma. Kritik soru şu:Bu soruşturma belgenin altında imzası olan Kurmay Albay Dursun Çiçek ve aynı dairede çalışan bir kaç alt rütbeli subayla mı sınırlı tutulacak?Bu işin üstünün örtülmesi, kırığın yen içinde saklanması olur.Aksi olur, olay bütün yönleri ile soruşturulacak olursa ne olacak? İşte o zaman Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde çok derin, çok kapsamlı bir cunta soruşturması gündeme gelecek. O soruşturmayı acaba Ergenekon savcıları mı yürütecek yoksa Genelkurmay Askeri Savcılığı mı?Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un 26 Haziran günü yaptığı açıklamaya dikkat edilecek olursa bu soruşturmanın TSK içinde cadı avına dönüştürülmeden ancak bu demokrasi ve hukuk dışı faaliyet içine girmiş bulunan, rütbe ve makamı ne olursa olsun herkesi içine alabileceğini söylemek yanlış olmaz.Çünkü Orgeneral Başbuğ o toplantıda demokrasi ve hukuk dışı faaliyeti tesbit edilen hiçbir personelin TSK bünyesinde barınamayacağı teminatını vermişti.Bu durumda, eğer belgenin gerçek olduğu kesinlik kazanırsa o zaman bu belgeyi hazırlama talimatını kim, hangi üst rütbeli komutan verdi? Kim veya kimler onayladı? Daha sonra da kim veya kimler niçin gizledi? Bütün bunlar açığa çıkarılacak. Ergenekon savcılarının elindeki ihbar mektubunda bu belgenin hazırlanışı ile ilgili çok önemli iddialar var. TSK bünyesinde halen kritik görevlerde bulunan komutanların adı geçiyor bu ihbar mektubunda. Özetle bu soruşturma, demokrasi ve demokratik sürecin devamlılığı açısından olduğu kadar Türk Silahlı Kuvvetleri’nin itibarının korunması açısından da kritik önem taşıyor.
Genelkurmay Karargahı’nda hazırlandığı öne sürülen “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” adı verilen belge ile ilgili tartışmalar 5 ay aradan sonra yeniden güncellik kazandı.Çünkü beş ay önce belge fotokopi olduğu için “kağıt parçası” denilerek kapatılan tartışma, şimdi ıslak imzalı orijinal belge Ergenekon savcılarının elinde olduğu için çok daha kritik boyuta geldi.Taraf Gazetesi’nin haberiyle günışığına çıktığında bu belge konusunda akıllara üç ihtimal gelmişti:1. Bu girişim emir komuta zinciri içinde bir darbe hazırlığı olabilir,2. Emir komuta dışında ordu içindeki bir cuntanın darbe girişimi olabilir,3. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratmak, itibarsızlaştırmak amacıyla üretilmiş düzmece bir belge olabilir.Birbirinden vahim üç ayrı ihtimal...Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un konuya gösterdiği hassasiyet, yaptığı açıklamalar birinci ihtimali baştan çürütmüştü. Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma ve ardından gerek Askeri Savcılığın gerekse de yine bizzat Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un yaptığı “bu belge değil, kağıt parçası” açıklaması ikinci ihtimali de çürütmüştü 5 ay önce.Çünkü belgenin aslı bulunamamıştı ve fotokopi de delil değeri, belge değeri taşımadığı için gerçekten kağıt parçasından öte gitmiyordu. Genelkurmay’dan o günlerde yapılan açıklamalardan çıkan sonuç şu şekilde özetlenebilir:“Bu sahte veya sözde belge, kötü niyetli birileri tarafından hazırlanıp Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı bir süredir sistemli olarark yürütülen ’a-simetrik psikolojik harekat’ın bir sonucu olarak TSK’yı yıpratmak amacıyla gazeteler aracılığıyla kamuoyuna sunulmuş...” Kamuoyunun önemli bölümü de muhtemelen buna inandı, böyle düşündü. Ama kuşkusuz inanmayanlar, TSK içinde bir cunta faaliyeti olduğunu düşünenler de vardı. En başta da belgenin gönderildiği cumhuriyet savcıları... İşte geçen hafta sonunda ortaya çıkan “ıslak imzalı orijinal belge Ergenekon savcılarının elinde” haberleri, bugün itibariyle bu olayı çok farklı bir boyuta taşımış durumda. Eğer bu iddia kesinlik kazanırsa TSK bünyesinde ciddi bir depreme neden olabilir.Gerçi Genelkurmay, bu belgenin gerçekliğine hala ihtimal vermiyor. Ve orijinal belgenin savcıların eline yeni geldiği iddiasına da itibar etmiyor Genelkurmay. Eğer böyle bir belge varsa bile, yeni değil, aylar öncesinden savcıların elinde olabileceği kanaati de ağırlıkta.Fakat bütün bunlar durumun vehametini değiştirmiyor.Eğer böyle bir belge var ise, gerçekse bunun tek sorumlusunun Albay Dursun Çiçek olamayacağını hemen herkes biliyor. Çiçek’in bu belgeyi aklına estiği için hazırladığına kimseyi inandırabilmek mümkün değil. O zaman şu sorulacak:“Belli ki Orgeneral Başbuğ’un bu hazırlıktan, belgeden haberi yok. Genelkurmay 2. Başkanı’nın, Harekat ve İstihbarat Başkanı olarak görev yapan korgenerallerin de karargahta olup bitenden haberi yok mu? Öyle olsa bile Acaba Albay Çiçek hazırlık emrini kimden, kimlerden aldı?” Eğer belge gerçekten gerçek çıkarsa bu soruların yanıtının bulunması ve iddia edildiği gibi Genelkurmay bünyesinde bir cuntasal faaliyet varsa bunun açığa çıkarılması gerekiyor ki Orgeneral Başbuğ’un bu konuda da kamuouyuna çok net taahhütleri var...
Hükümetin uygulamakta olduğu açılım sürecinin önündeki en büyük tehlikenin DTP ve PKK’nın izlediği ve izleyeceği tutum olduğu ortaya çıktı.DTP ve PKK’nın hafta başından itibaren izlediği tutum ve gösteriler Türkiye’yi ciddi biçimde rahatsız ediyor. Rahatsız olan sadece toplum değil. Gelişmelerden kurumlar da rahatsız, hükümet hatta Başbakan Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de kaygılı. Başbakan’ın son olarak “Milli Birlik Projesi” adını verdiği uygulamaların toplumu ayrıştıracağı kaygısı öne çıkmış durumda.Yargının içine düşürüldüğü durum son derece önemli ve Silopi ’de yaşanan gelişmelerin bir daha tekrarlanabilmesinin garantisi yok. O zaman dağdan inecek diğer PKK’lılar için başka bir formül bulunması kaçınılmaz. Ama nasıl?Dahası bu sürecin önündeki en yakın mayınlardan biri Anayasa Mahkemesi’nde görülmekte olan DTP davası.Anayasa Mahkemesi raportörü DTP’nin temelli kapatılmasına ilişkin dava ile ilgili raporunu bu ay sonuna kadar Mahkeme Başkanı’na sunacak.Bunun ardından da Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, raporu üyelere dağıtıp karar oturumları için gün belirleyecek. Dava zaten demokratikleşme sürecine, barış ortamının oluşmasına zarar vermemek için bugüne kadar yavaş ilerledi. Fakat bu aşamadan sonra Kılıç karar oturumlarını ne kadar ileriye atabilir?Muhtemelen Kasım sonu Aralık ayı başlarında bu dava ile ilgili olarak yüksek Mahkeme kesin hükmünü açıklayacak.Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın kapatma davasındaki temel gerekçeleri ve Anayasa’nın 68 ve 69. maddelerinin mevcut haliyle DTP’nin kapatılması ve bazı yöneticilerinin, milletvekillerinin siyasi yasak kapsamına alınması yönünde bir karar çıkma ihtimali hiç de düşük değil. Çünkü bu dava açıldıktan sonra bile bu partinin bazı ilgili ve yetkilileri, Başsavcı’nın iddialarını destekleyici nitelikte delilleri adeta kendi elleriyle verdiler. “Biz bölücü örgüt PKK ile iç içeyiz” mesajını adeta pekiştirmeye çalıştılar. Irak’tan gelen PKK’lıları karşılama görüntüleri, parti otobüsünün üzerinde gerçekleştirilen şovlar bunun son çarpıcı örneği.Acaba DTP’nin kapatılmasını sağlayıp, ondan sonra da dönüp “Bakın bize legal siyaset yapma imkanı tanınmıyor. Bütün partilerimiz kapatılıyor. Zaten PKK da o yüzden dağa çıktı” mı demek istiyorlar?Ne yapmak istiyor olurlarsa olsunlar ama Anayasa Mahkemesi’nden çıkacak bir kapatma kararı, açılım sürecini ciddi biçimde risk altına sokuyor.Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleri durduğu müddetçe Anayasa Mahkemesi’nin Silopi hakiminin yaptığını yapabilmesini, bir defalık da olsa hukuku eğip bükmesini beklemek de gerçekçi değil. Mahkeme’nin tek yapabileceği görüşme tarihini bir kaç ay daha ileri atmak olabilir. AKP davasındakine benzer bir sonuç ise elbette herkesi çok rahatlatır. Ama iki parti de, iki dava da birbirine pek benzemiyor...
Türkiye, PKK’nın dış desteğini kesebilmek için yıllardan beri mücadele veriyor ama sonuç alamıyordu. Son dönemde ise hava belirgin biçimde değişti.Hükümetin Irak merkezi hükümeti ve Kürt yönetimiyle sürdürülen açık ve örgütlü temasları olumlu sonuç verdi. Daha da önemlisi ABD’nin tutumunda belirgin bir değişim başladı. Kuzey Irak’taki serbest terör üssü PKK açısından giderek korunaklı olmaktan çıkmaya, lojistik destek azalmaya başladı. Ve son olarak da ABD’nin geçen hafta aldığı sürpriz bir kararla PKK’nın lider kadrosunu uyuşturucu kaçakçısı ilan etmesiyle PKK’nın tabutuna etkili bir çivi vuruldu.Hükümetin yürütmekte olduğu demokratik açılım faaliyetleri içerde olduğundan daha fazla dışarda , Avrupa Birliği’nde etkili oldu. Örgüt üzerindeki dış basınç artmaya başladı.Bütün bu gelişmelerin, PKK’yı silahı bırakıp, içerde siyasal mücadeleye ağırlık verme yolunu tercih etmeye zorladığına kuşku yok.Hükümetin, hatta Türkiye’de aklı başında herkesin istediği de bu aslında; terörsüz, istikrarlı ve daha demokratik bir Türkiye... PKK ve DTP, açılım sürecini “barış süreci” diye adlandırıyor. Buna da itiraz yok. Fakat dağdaki militanların eve dönüşü nasıl olacak?Önceki gün yaşananlar gibi mi?İşte kamuoyunu da hükümeti tedirgin eden nokta bu.Eve dönüş için hükümetin düşündüğü formül Türk Ceza Yasası’nın 221. maddesi idi. Ancak PKK’nın uygulamayı kendince test etmek için yaptığı girişim bu formülü çok zorladı.Sınırdan geçen örgüt militanlarının tutum ve davranışlarının da, ifadelerinin de 221. madde ile alakası yok.221. maddenin bu olayla ilgili 2. ve 4. fıkraları şöyle: “Madde 221/2: Örgüt üyesinin, örgütün faaliyetleri çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.Madde 221/4: Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz...” Önceki gün serbest bırakılan örgüt militanları yaptıklarından pişmanlık belirttiler mi? Hayır...Örgütten ayrıldıklarını beyan ettiler mi? Hayır. Aksine örgüt üniformalarını bile sırtlarından çıkarmadılar.Örgüt adına işlenen suçlarla ilgili çok önemli bilgiler verdiler mi? Hayır...Peki nasıl serbest kaldılar? Hakim takdiri ile.Bu şekilde gruplar halinde dönüşlerin devam edeceği anlaşılıyor. Bu ilk örnek tekrarlandığında acaba hakimler yine aynı yorumdan hareketle aynı kararı verecekler mi vermeyecekler mi? Meçhul. En azından aksi yönde karar verme riski de var. Çünkü ceza yasasında örgüt üyeliğinin cezası, suça karışıp karışmadığına bakılmaksızın 7,5 yıldan başlıyor.Sorunun, yargıyı bu sıkıntılı durumdan kurtarmanın, hukuku eğip bükmeyi önlemenin, adalet duygusunun daha fazla zedelenmesinin önüne geçmenin tek yolu yeni bir yasal düzenleme. Bu da siyasi açıdan elbette riskli bir durum.
Hükümetin yürüttüğü demokratik açılım sürecinin en kritik virajı önceki gün ve dün Habur’da geçildi. PKK’nın talimatıyla silah bırakıp sınıra gelen 8 PKK’lı ilk sorgularından sonra serbest bırakıldı. Tabii ki muhalefet başta olmak üzere bazı kesimleri son derece rahatsız eden görüntüler de yaşandı Habur’da. Sürecin bu aşaması hem siyasi, toplumsal ve psikolojik açıdan zordu, hem de hukuki açıdan.Hukuki zorluğu, silah bırakıp sınırdan giren militanların “etkin pişmanlık hükmünden yararlanmak istemiyoruz” biçimindeki beyanları ve DTP yönetiminin de buna destek olmasından kaynaklanıyordu. Türk Ceza Yasası’nın 221. maddesinde düzenlenen “etkin pişmanlık” hükmünden yararlanmak istemeyen, “Biz pişman değiliz, barış elçileriyiz” diyenler nasıl serbest bırakılacaklardı?Dün bu konuda ciddi sıkıntılar yaşandı. Çünkü sözkonusu pişmanlık hükmünden yararlanmak istemeyen militanların en azından bölücü örgüt üyeliğinden yargılanması ve tutuklanmaları gerekiyordu. Bu da bütün süreci dinamitleyip çok ciddi gelişmelere neden olabilirdi. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk, hükümete “hukukun, ceza yasasındaki hükümlerin siyaseten yorumlanarak bir çözüm bulunmasını” önerdi.Yani yasası olmayan, idari af...Böyle bir uygulama elbette mümkün değil. Ama sonuçta dün itibariyle bir formül bulunduğu anlaşılıyor ki teslim olan militanlar ilk sorgunun ardından serbest kaldılar.Bu konuda gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri ile Rixos otelde kahvaltılı bir sohbet toplantısı düzenleyen İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “Bu konuda uygulanan mevzuat 221. maddedir (etkin pişmanlık). Ama buradaki durumu tam olarak bilmiyorum, o yargının işi” dedi.Yargı da muhtemelen o hükmü uyguladı; ya PKK’lılar etkin pişmanlığı kabul ettiler veya yargıç “etkin pişman olmuşlardır” kanaati ile bu hükmü uyguladı.Sonuçta İçişleri Bakanı Atalay’ın deyimiyle “eve dönüşlerin” yolu dün itibariyle açılmış oldu.Açılım süreciyle ilgili planlarında dünkü gelişlerin hesabının bulunduğunu da hatırlatan Atalay, önümüzdeki günlerde küçük gruplar halinde 100 - 150 PKK’lının daha sınıra geleceğini beklediklerini söyledi.Süreçle ilgili hedef ve amaçlarını, “Terörsüz Türkiye... Demokratik standartların yükseldiği Türkiye” diye özetleyen Atalay, başta DTP olmak üzere herkese sağduyu çağrısı yaptıktan sonra şunları ekledi:“Silah bırakılmadıkça, terör son bulmadıkça, şiddet oldukça demokratik açılım dediğimiz süreçler zorluk çeker, sıkıntı çeker. Terör daima özgürlükleri olumsuz yönde etkiler. Bunlar birbirinin adeta düşmanıdır...” Evet, şu veya bu formülle PKK’lılar 12 - 13 saatlik sorgunun ardından serbest kaldılar. Zafer işareti yaparak mağrur birer kahraman gibi sınırdan geçen militanlar serbest kaldıktan sonra da toplanan onbinlerce DTP’liyi DTP seçim otobüsünün üzerinden selamladılar. Televizyonlardan naklen yayınlanan bu görüntülerin hükümeti de Türkiye’nin büyük bölümünü de rahatsız ettiğine hiç kuşku yok.Beşir Atalay’ın sağduyu çağrısı da bu nedenle aslında; bu tür gösterilerin de, buna karşı gösterilebilecek tepkilerin de abartılmaması, bu yüzden sürecin zarar görmemesi için.Bu görüntülerin, bu gelişmelerin tepki doğurması kaçınılmaz. Mesele, DTP ve PKK’lıların kutlamalarının da, doğan tepkilerin de dozunda tutulabilmesi, yönetilebilmesi. Bu kutlama ve tepkiler dozunda tutulabilirse PKK’lıların eve dönüş süreci hızlanabilir. Hükümet de demokratik açılım konusunda çok uygun bir zemin bulabilir.Bulunacak bu zeminde de hukukun daha fazla eğilip bükülmemesi, yargıçların zorlanmaması için belki de bir af veya af benzeri düzenleme yararlı olabilir. Ama acaba hükümet bunu göze alabilir mi?
Açılım sürecine CHP’nin de şu veya bu şekilde katılmasını sağlamaya dönük yoğun bir çaba var. Başbakan Erdoğan’ın görüşme için yaptığı manevralar, medya aracılığı ile yürütülen “görüşün” telkinleri. Ve son olarak da Cumhurbaşkanı’nın ortaya attığı Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına ana muhalefet partisi liderinin de katılması önerisi. Böylelikle kritik önemdeki ulusal sorunlarda ana muhalefeti sorumluluğa ortak etmek amaçlanıyor muhtemelen.Ancak CHP Genel Başkanı Deniz Baykal direniyor.Cumhurbaşkanı’nın Kurul toplantıları öncesinde ve sonrasında ana muhalefet liderine bilgi vermesi düşüncesini sorduğumuzda, “Mümkün değil, olmaz öyle şey” diyor Baykal ve ekliyor:“Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal statüsü, Kurul’a kimlerin katılabileceği belli. Görüşmelerin özelliği ve niteliği de net. MGK görüşmelerinin gizli olacağı da çok açık anayasal ve yasal bir zorunluluk. Şimdi bu tablo içinde, bu anayasal ve yasal çerçeve içerisinde Cumhurbaşkanı’nın Kurul görüşmeleri hakkında bilgi vermesi olabilecek, düşünülebilecek bir şey değil. Bu yöndeki tutum ve girişimler Kurul’u dejenere etmekten başka bir şey değildir. MGK’nın sağlıklı çalışması bakımından da doğru bir yöntem değildir...” Peki, anayasa değişikliği ile anamuhalefet başkanının Kurul üyeliği, Kurul toplantılarına katılımının sağlanması?O öneriye de sıcak yaklaşmıyor Baykal:“Hiç bunlara gerek yoktu. Mevcut anayasal statüye göre iktidar MGK’da çoğunluktadır. Orada iktidarın dediği olur. Ayrıca oylama da yapılmaz. Cumhurbaşkanı görüşleri toparlar ve istediği gibi bir bildiriyi kamuoyuna açıklar. Kurul toplantıları gizli olduğu için kimin ne dediği, ne önerdiği de bilinmez. Yani muhalefet temsilcisi de iktidarın kararına katılmış gibi gözükür. Bunun çok canalıcı örneği bundan önceki ‘açılım’ın görüşüldüğü son MGK toplantısında yaşandı. Kurul’un açılıma tam destek verdiğine ilişkin bildiriye karşı asker ayrı bir açıklama yaparak kendi pozisyonunu ortaya koyma zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı.Muhalefete mensup genel başkanların Kurul toplantılarına katılmasının gereği de yoktur. Demokrasilerde yöntem bellidir. Demokrasilerde esas olan kamuoyuna açık diyalogdur. Bu diyalog zeminlerini sağlıklı tutabilmek önemlidir. Bizim herhangi bir ulusal meseledeki tutumumuz merak ediliyorsa onu kamuoyuna açıkça zaten söylüyoruz. Onları dikkate alsınlar...” Önce “espiri” olduğunun altını çizerek şunu da söylüyor Baykal:“Bu ana muhalefetin MGK üyeliği tartışması bence iktidarın seçimler sonrasına ilişkin bir hazırlığı; seçimden sonra da bir ayağımız MGK’da olsun istiyorlar...” Bu noktada konuyu Başbakan’la yapması gündemde olan açılım görüşmesi ve kamera tartışmalarına getiriyor Baykal:“Ben aslında o konudaki görüşlerimi cevap ve davet mektubumda ayrıntılı biçimde ortaya koydum. O görüşlerime bir yanıt yok Başbakan’dan. Görüşme için gelirse onları konuşacağız. Şunu da söyledim; devlet sırrı söyleyecekse onu elbette ayrıca kamera kaydı dışında yaparız dedim. Ama şunu da biliyorum ki, ben bugüne kadar yaptığım hiçbir görüşmede devlet sırrı mahiyetinde bir şey duymadım. Daha önce hiç bilmediğim, duymadığım, düşünmediğim, bana ‘vay anasına neler oluyormuş’ dedirtecek bir şeye tanık olmadım...” Özetlemek gerekirse Deniz Baykal, Cumhurbaşkanı’nın MGK toplantıları ile ilgili kendisine bilgi vermesinin hukuken mümkün olmadığını söylüyor, ana muhalefet liderinin MGK üyeliğine karşı, Başbakan’ın kamerasız görüşme talebine de karşı... “Esas olan kamuoyuna açık demokratik diyalog” diyor. Ama o da bir türlü kurulamıyor.