Açılım tartışmaları siyaseti yine mahkemelik etti. Başbakan Tayyip Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi mahkemeye veriyor.1980 öncesinin geçer akçe malzemesi “Komünizm”di. Sağcı liderler rakiplerini karalamak için “komünist”likle itham ederek itibarsızlaştırmaya çalışıyorlardı. Artık kimse kimseyi komünist olmakla suçlamıyor. Yeni dönemin modası “Ergenekoncu” veya “Bölücü” suçlamaları...İktidar muhaliflerini Ergenekoncu olmakla suçlarken, muhalifler de iktidarı bölücülükle suçluyor.Açılımın adı bile ortaya konmadan, hükümetin ne yapacağı belli olmadan MHP peşinen bölücülükle suçlamaya başladı iktidarı. İktidarın, Tayyip Erdoğan’ın muhalefete, MHP ve Bahçeli’ye söyledikleri de aşağı kalır ifadeler değildi aslında. En hafifi geçen hafta Meclis kürsüsünden dile getirdiği “şehit cenazesi gelsin diye bekliyorlar”, “kan üzerinden siyaset yapıyorlar” suçlamaları...Ve şimdi Erdoğan ile Bahçeli mahkemelik. Belki yarın öbür gün Deniz Baykal’ı da mahkemeye verecek Başbakan.Çünkü Baykal da “bölücülük”le suçluyor hükümeti. 13 Kasım günü Meclis’te İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın açılımla ilgili sunuşunun ardından Baykal da “bölücülük” suçlamasını dillendirmeye başladı.Atalay ne söyledi, hükümet açılım adına ne yaptı da bu suçlamayı hak etti?İçişleri Bakanı’nın açılımla ilgili söylediklerinin özeti şu: - 18 yaş altındaki tüm çocukların Çocuk Mahkemeleri’nde yargılanması,- Tutuklu ve hükümlülerin yakınlarıyla anadillerinde (Kürtçe) görüşmesine imkan sağlanması,- Özel televizyon ve radyoların da farklı dil ve lehçelerde (Kürtçe) yirmi dört saat yayın yapması,- Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yol kontrollerinin azaltılması ve yayla yasaklarının kaldırılması, - Toplumsal ve dini hizmetler dahil, vatandaşlarımızın sosyal yaşamlarında farklı dil ve lehçeleri (Kürtçe) kullanmalarının önündeki engellerin kaldırılması, - Bağımsız bir Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu kurulması,- Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın, bağımsız ve sivil bir İnsan Hakları Kurumuna dönüştürülmesi,- İşkenceye Karşı BM Sözleşmesi onaylanarak, işkence ve kötü muameleyle mücadelenin uluslararası denetim boyutunun pekiştirilmesi, - Bağımsız Kolluk Şikâyet Mekanizması oluşturulması, - Bugüne kadar çeşitli sebeplerle isimleri değiştirilen yerleşim birimlerine, yerel talep olması halinde, mevzuat hükümlerine uygun olarak eski isimlerinin verilebilmesine imkân sağlanması, - Siyasi partilerin seçim çalışmalarında vatandaşların kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de onlara seslenebilme imkanı verilmesi, yani Kürtçe propaganda. Yapılması öngörülen bu düzenlemelerin neresi bölücülük? Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti bu tür demokratikleşme adımlarına nasıl karşı durabilir? Bu ve benzeri düzenlemelerin daha ilerilerini yıllar önce SHP savunmuştu, CHP savunmuştu.Şimdi hükümet bunları yapıyor diye bölücülükle suçlanabilir mi?Aslında Baykal bu nedenle itham etmiyor hükümeti. Bu düzenlemelere temel bir itirazı da yok. “Onlar yapılabilir, yapılmalı da” diyor.Baykal’ın itirazı İçişleri Bakanı’nın şu ifadesine: “Vatandaşlarımızın kullandığı farklı dil ve lehçelerle ilgili üniversitelerimizde akademik araştırma yapılması, enstitü kurulması ve seçmeli ders konması...” Bölücülük suçlamasını bu ifadeye dayandırıyor. Bunun anayasaya aykırı olduğunu, bugün masumane görünse dahi ulusal bütünlüğü dinamitleyecek bir adım olacağını söylüyor.
Türkiye krizler ülkesi. Bütün dünyayı olduğu gibi ekonomik kriz Türkiye’yi de yakıp kavuruyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun resmi verilerine göre iş bulma umudunu kaybettiği için istihdam piyasası dışına çıkanlar da dahil edildiğinde kentlerde işsizlik oranı yüzde 20’yi geçiyor. Bu oran genç nüfusta ise yüzde 30’lar civarında. Bu rakamlar, ekonomik krizin üstüne bir de sosyal kriz habercisi. Fakat bu hayati sorunlar bugün için siyasetin, dahası Türkiye’nin de öncelikli gündem gündem maddesi değil.Bugün daha heyecanlı kriz konuları var Türkiye’nin. Hem de birden fazla.Üç hafta önce açılım krizi vardı. PKK’lıların Habur’dan girişi ve DTP öncülüğünde düzenlenen mitinglerin yarattığı gerilim vardı. Ama bu krizi bir başka kriz gölgeledi. İrticayla Mücadele Belgesi’ndeki ıslak imza tartışmaları, asker gerilimi ön plana çıktı.O da geçen hafta patlayan dinleme skandalı ile ikinci plana düştü.İktidar-muhalefet ilişkileri zaten uzun süredir gerilim ötesi bir kavga havasında yürüyor. Devlet kurumları arasında Anayasa’da tarif edilen uyum ve ahenk bir yana, gerilim ötesi bir çatışma durumu hakim. Askerle ilişkiler cunta iddiaları, ıslak imza tartışmalarının estirdiği gerilim rüzgarlarının ağır etkisinde.Yürütmenin, yargı erki ile de normal, olması gereken bir ilişki düzeni öteden beri yok. Kapatma davası, Ergenekon soruşturmaları, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu toplantılarında yaşananlar nedeniyle bu ilişki zaten arızalıydı. Bunun üstüne gelen dinleme skandalı hükümet-yargı gerginliğini daha da tırmandırmış durumda.Dinleme skandalının etkisi sadece yürütme-yargı gerginliği ile sınırlı kalmadı. Bu olay, Türkiye’yi demokratikleştirdiği iddiasındaki hükümete yönelik genel kamuoyundan da ciddi tepkiler yükseldi.Hükümet şimdi bu tepkileri hafifletmek, bozulan imajını tamir edebilmek için yasa değişikliği hazırlığında.Hazırlık şu: Yasa dışı dinleme yapanlara verilecek cezalar ağırlaştırılacak. Bu tür yasa dışı dinlemelerin bant çözümlerini yayınlayan medyaya daha da ağır cezalar getirilecek.Buna kimsenin itirazı yok. Ancak acaba yasal dinlemelerdeki usulsüzlük ne olacak?Çünkü bugün yaşanan krizin sebebi , yasa dışı dinleme değil, yasal olduğu söylenen hukuk dışı dinlemeler...Gerçi Başbakan Erdoğan bu olaylar üzerine “Beni de yasa dışı biçimde 6 sene dinlemişler” yakınmasını dile getirdi. O da elbette korkunç bir durum. Başbakan’ı bile dinlemeye cüret gösterebilen güç, sıradan insanlara acaba neler yapabilir? Ki bugüne kadar çok örneği oldu...Ancak bu yasal olduğu iddia edilen hukuksuz dinlemelerin ve bu dinleme kayıtlarının iddianamelerde sayfalarca yer alması, ardından da medyada yayınlanması normal mi, hukuki mi? İddia edilen suçla ve suçlanan şüphelilerle ilgili olanlar tabii ki iddianamede yer alacak. Ama ya ne suçla ne de suçlama ile hiçbir ilgisi olmayan kişilerin konuşmaları? Bu tür örneklerin de sayısı az değil...O nedenle sorun sadece yasa dışı dinlemelerle sınırlı değil. Belki ondan bile daha fazla ve daha acil olarak yasal dinlemelerin çerçevesini netleştirmek önem taşıyor.
Olup bitenden aklı başında kimsenin mutluluk duyduğu söylenemez. Herkes, “ne oluyoruz, nereye gidiyoruz” diye soruyor. Son zamanlarda dillerden düşmeyen sözcük şu: “Vahim...” Evet vahim. Genelkurmay’dan sızdığı iddia edilen imzasının ıslak mı, yoksa kuru mu olduğu tartışılan belgeler vahim...Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde hükümete komplo kuran cunta olduğu iddiaları vahim...Yargıtay’ın, hakimlerin, başsavcıların telefonlarının dinlenmesinin yasal mı hukuki mi olduğu tartışmaları vahim...Bugün Türkiye’yi yönetmekte olan iktidar partisi hakkında Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu “laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiştir” hükmü vahim...İktidar muhalefet ilişkilerinin hangi düzlemde yürütüldüğü bir yana devletin temel anayasal kurumları arasındaki güvensizlik krizinin çatışma ortamına dönüşmüş olması çok daha vahim...Siyasi tablonun özeti bu. Bu tablonun ağırlığı, ekonomik krizin yakıcı etkilerini, işsizliği bile gölgelemiş durumda.Gündem siyasi kriz.Dinleme skandalı, bu konudaki şikayetler sorulduğunda Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisinin de hukuksuz olarak altı yıl dinlendiğinden yakınıyor. Anamuhalefet partisi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile konuşuyoruz. O da tablonun vahim olduğunu söylüyor ve “Devletin temel kurumlarına karşı bir savaş yürütülüyor” diyor. Devam ediyor Baykal:“Çok vahim bir durum var ortada. Bu böyle gitmez, bu durum sürdürülemez, bir yerde devrilir. Bu böyle gitmez. Böyle ne demokrasi olur, ne istikrar...” Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir normal demokraside olamayacak şeylerin bugün Türkiye’de yaşandığına dikkat çekiyor Deniz Baykal ve ekliyor: “Bugün Türkiye’de, ancak keyfi, otoriter rejimlerde görülebilecek uygulamalara tanık oluyoruz. Hakimler dinleniyor, izlettiriliyor. Hukuk, en temel insan hakları ayaklar altına alınıyor. Devletin en temel kurumlarına karşı, yargıya, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı örtülü değil açık kampanyalar yürütülüyor. Bu kurumlar dinleniyor, yıpratılıyor. Buna karşı hukuk, yargı işlemiyor. Böyle şey olmaz...” Baykal, bir süredir tekrarladığı gibi, yaşanan krizin temelinde Anayasa Mahkemesi’nin AKP ile ilgili “irticai faaliyetlerin odağı haline gelmiştir” kesin hükmünün yeniden altını çiziyor: “İktidar bu hüküm karşısında kendini düzelteceği yerde, devletin temel kurumlarını esir almaya çalışıyor. Hakimleri korkutarak, siyasetçilere şantaj yaparak, medyayı susturarak, baskı altına alarak kendine yol açmaya çalışıyor. Sıkıntı burada...” Bu kriz durumu sürdürülemez olduğuna göre çare ne?“Seçim” diyor Baykal:“Bu sıkıntılı kriz durumunu çözecek, Türkiye’yi sükunete kavuşturacak olan seçimdir. Ama seçime de daha bir buçuk yıl var. Bu gerilim bir buçuk yıl daha nasıl taşınır? Taşınamaz...” Bu noktada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dün Yargıtay Başkanı ve Adalet Bakanı ile yaptığı görüşmeleri hatırlatıp, “Parti liderlerini de bir araya getirse sonuç alınabilir mi?” diye sorduğumuzda ise şu yanıtı veriyor Baykal:“İşte şimdi Türkiye’nin ihtiyacı hiçbir zaman olmadığı kadar tarafsız bir cumhurbaşkanı, ama o yok. Bugün herkes krizin parçası durumunda...” Sorunun yanıtı boş kalıyor...
Düne kadar iki gerilim konusu vardı. Genelkurmay’da hazırlandığı iddia edilen “İrticayla Mücadele Belgesi” ve açılım tartışmaları. Şimdi ise çok daha derin, çok daha vahim bir başka gerilim konusu bunların üstüne çıktı. Dinleme skandalı...İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın yardımcısı konumundaki Ergenekon savcılarının istemi üzerine dinlenmesi, izlenmesi. Bundan da vahim olanı Adalet Bakanlığı’nın İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nden aldırdığı bir kararla Yargıtay’ı dinletmesi.Aklı başında herkesi şaşırtan, şoka sokan bir gelişme. Türkiye uzunca bir süredir zaten dinlenme paranoyası yaşıyor, herkes telefonunun dinlendiğinden kuşku duyuyordu ama bu kadarı kimsenin aklına gelmemişti. Yargıtay’ın yerel mahkeme kararıyla dinletilmesi, Başsavcı’nın dinletilip, izlettirilmesi.Bu olay herkese “ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorusunu sorduruyor artık. Ve ne yazık ki bütün bunlar, bugün Türkiye’yi idare eden siyasi iktidarın, “demokrasimizin standardını yükseltiyoruz, daha da demokratikleşiyoruz” diye övündüğü bir ortamda yaşanıyor. Bu yaşananları ne demokrasiyle, ne de hukuk devletiyle açıklayabilmek mümkün değil.CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, bu olaya, “Çılgınca... felaket bir durum... Olacak şey değil” diye tepki gösteriyor.Salı günü partisinin grup toplantısında dile getirdiği AKP ile ilgili şu görüşünü tekrarlıyor Baykal:“Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında verdiği ’laiklik karşıtı eylemlerin odağı’kararı kırılma noktasıdır. Çünkü laiklik, bizim sistemimizin temelidir, her şeyidir. Şimdi Türkiye’yi sistemin temeline karşı eylemlerin odağı olan bir anlayış yönetiyor. Anayasa Mahkemesi odak olma kararı verdi ama kapatmadı AKP’yi . Şimdi yaşanan o kapatmamanın sıkıntılarıdır.Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı sonucunda AKP şunu yapmalıydı: ’Hatalarımızdan ders çıkaralım, kendimizi toparlayalım, yanlış işlerden vazgeçip, kendimizi dönüştürelim, sistemle, laiklik ilkesiyle barışalım...’Ama bunu yapmadılar. Açık, meşru bir anayasa değişikliği de yapamadıkları için anayasal kurumlara bu halleriyle kendilerini hazmettirmek için akıl almaz yöntemlere başvurmaya başladılar. Kendilerini inceleyen, denetleyen kurumları, inceleyemez, denetleyemez hale getirme yoluna gittiler.” “Bugünkü tablo tam anlamıyla bir kriz tablosudur, rejimin temel dokusunu değiştirme girişimlerinin yol açtığı ağır bir kriz durumudur” diyen CHP Genel Başkanı, Yargıtay’ın ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın dinlenmesi ile ilgili olarak da şunları söylüyor: “Bu durum vahimdir. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın durumuna bakın. Yardımcıları, Başsavcıyı incelemeye alıyorlar, dinletiyorlar, izletiyorlar. Savcı yardımcıları o gücü nereden alıyor? O güç meşru bir güç mü? Güç aldıkları odak meşru bir odak mı? Yargıtay telefonları dinletiliyor. Şimdi Yargıtay’ın üstünde bir yargı mercii mi var? Yargıtay’ı dinleme kararını veren, dinletenler o gücü nereden alıyor?Bu gelişmeler, sistemde çok ciddi, çok büyük bir krizi yansıtmaktadır.Bu olay Watergate skandalından bile daha vahim bir skandaldır...” Durum gerçekten de vahim. Hükümet, yüksek yargı başta olmak üzere anayasal kurumlarla, kendine muhalif gördüğü güç odaklarıyla ciddi bir çatışma, hesaplaşma sürecinde...Bunun adına demokratikleşme süreci mi diyeceğiz?
Açılım görüşmeleri İçtüzük engeline takıldığı için bir gün rötar yaptı. Bugün yapılması beklenen Meclis’teki genel görüşme yarına kaldı.Ön görüşmesinin bile bu kadar kavgalı, gerilimli geçtiği açılımın esası üzerinde yarın yapılacak oturumda acaba sağlıklı bir tartışma ortamı yaşanabilecek mi?Sıfır ihtimal... Artık bu konuda iktidar ile muhalefet arasında ipler kopmuş durumda. Yumuşama bir yana gerilim dozunun giderek artacağı, yarınki Meclis oturumunun dün yapılan ön görüşmeden bile daha gergin geçeceği anlaşılıyor. Önceki gün yapılan ön görüşmede parti sözcüleri konuşmuştu. Yarın ise genel başkanlar kürsüye çıkacak.CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin de hangi ton ve üslupta konuşacakları kimse için sürpriz değil. Her iki muhalefet lideri de hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ı yine çok ağır ifadelerle eleştirecek, eleştirmenin ötesinde suçlayacaklar.Deniz Baykal, ne söyleyeceğinin ipuçlarını önceki günkü grup toplantısında verdi. Hükümetin yürütmekte olduğu açılım projesini cumhuriyete, cumhuriyetin temel niteliklerine karşı tuzak olarak niteliyor Baykal. Başbakan Erdoğan’ın son olarak “Milli Birlik Projesi” diye adlandırdığı açılım Baykal’a göre “ulusal birliği parçalama adımı.” Bahçeli’nin de en hafif suçlaması “bölücülük” yapıldığı iddiasıyla başlıyor...Hükümet uygulamaya çalıştığı açılım projesini “bir devlet projesi” diye takdim ediyor. Ama ne yazık ki bu proje bir mutabakat projesi olamadı. Başlangıçta destek vereceği tahmin edilen DTP’nin bile isteklerinin tamamı karşılanmadığı için yarınki görüşmelerde hükümete ne ölçüde yakın durabileceği meçhul.Oysa hükümet işin başlangıcında DTP’nin desteğine kesin gözüyle bakarken CHP’nin de kamuoyu baskısıyla kerhen de olsa destek verebileceğini, en azından köstek olamayacağını varsayıyordu. Fakat şimdi görünen o ki bu yolculukta AKP tek başına. Ve ciddi biçimde sıkıntı yaşıyor.Bu aşamadan sonra Meclis’te mutabakat sağlayamamanın ötesinde toplumda da bu mesele üzerine ciddi kamplaşma ve kutuplaşma eğilimleri gözleniyor. Siyasetin zirvesinde tırmanan gerilim dalga dalga topluma da yansıyor. AKP kendi içinde, parti örgütleri ve tabanında henüz açığa çıkmamış olsa da ciddi açılım sıkıntıları yaşıyor. Ayrıca yaptırılan anketler de açılımın partinin oy potansiyelini, toplumsal desteği aşındırdığını ortaya koyuyor.O yüzden AKP sözcüleri, “gündemimizde anayasa değişikliği yok” ifadesinin ısrarla altını çiziyorlar. O yüzden “Bu bölünme değil, milli birliği, kardeşliği güçlendirme projesidir” diyorlar. PKK’nın Öcalan’ın muhatap alınmasının sözkonusu olmadığı konusunda kamuoyunu iknaya çalışıyorlar.Fakat Silopi görüntülerinin neden olduğu hasarı tamir edebilmeleri zor...Böyle gerilimli, sorunlu ve sıkıntılı bir ortamda hükümetin atabileceği adımlar terörü bitirmeye, huzur ve istikrarı sağlamaya yetecek mi? O da kuşkulu...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “tarihi fırsat” diye tarif etti. Başbakan Tayyip Erdoğan ve iktidar sözcüleri, “devlet projesi, devlet kararı” olduğunu söylediler. İktidar kanadı projenin nasıl adlandırılacağı konusunda hâlâ net bir karara varabilmiş değil. “Kürt Açılımı” diye yola çıkıldı, “Demokratik Açılım” dönüldü, sonra da “Milli Birlik Projesi” diye Başbakan Erdoğan yeni bir tarif yaptı. DTP dışındaki muhalefet ise başından beri net. CHP ve MHP farklı tonlarda da olsa yapılmak istenenin “Atatürk Cumhuriyetinin temellerinin dinamitlenmesi, ulusal bütünlüğün tahrip edilmesi” diye eleştiriyor. İktidarı, Başbakan Erdoğan’ı bölücülükle suçluyor.Dün özellikle CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın grup toplantısında söyledikleri iktidar açısından kolay hazmedilebilecek eleştiriler değil. “İlk kez Cumhuriyete karşı bir tertibin iktidar tarafından planlanarak yürürlüğe konulduğuna tanık oluyoruz” diyor Baykal. Hükümetin açılım projesini de “Türkiye’ye karşı Türkiye’nin kendisinden saklanan bir tuzak” diye niteliyor. Suçlamalar çok ağır. Hükümetin “açılım projesi” acaba gerçekten Türkiye’ye, Cumhuriyete karşı planlı bir tuzak mı? Hükümet cumhuriyetin temellerini dinamitlemeye mi çalışıyor?Elbette değil. Ama Baykal’ın da “niye ne yapacağınızı çıkıp söyleyemiyorsunuz?” dediği gibi, hükümet bugüne kadar somut ve net olarak açılımla neyi planladığını, ne yapmak istediğini söylemiş değil. Bugün hükümeti suçlayan Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli de dahil herkes, toplumun büyük bölümü, birtakım varsayımlardan yola çıkarak hükümetin yapmak istediğini tesbit etmeye çalışıyor. Eleştiri ve suçlamalar hep bir takım varsayımlar üzerine kurulu.Bir de tabii toplumun hafızasında derin izler bırakan, çok büyük kaygı ve tepkilere yol açan 29-30 Ekim Habur ve Silopi görüntüleri var. Kandil’den gelen PKK militanlarının çadırda oluşturulan seyyar mahkemede yargılanıp serbest bırakılması, örgüt üniformasıyla DTP’nin seçim otobüsünün üzerinde yaptıkları zafer işaretleri...Hükümetin de arzuladığı görüntüler, arzuladığı tablo elbette bu değildi ama sonuç bu oldu. O yüzden de şimdi eleştiri ve suçlamaların en temel dayanağı bu görüntüler oluyor. Açılım bu görüntüler üzerinden yorumlanıyor.Hükümet gerçek niyetini muhtemelen yarın yapılacak olan genel görüşmede açıklayacak. Ancak o noktada da hükümeti anlayabilmek güç. Bir yandan bu çok önemli ve kritik süreç konusunda muhalefetle asgari mutabakat arandığı söyleniyor, diğer yandan gerilimi düşürmek konusunda son derece özensiz davranıyor iktidar kanadı.Örneğin dün yapılan ön görüşmeler... DTP de dahil muhalefet partilerinin bu kadar hassasiyet gösterdikleri bir konuda AKP inatlaşma yolunu seçti dün. Muhalefet ön görüşmenin Atatürk’ü anma günü olan 10 Kasım’da değil başka bir tarihte yapılması önerisini kabul etmek iktidar partisi açısından çok mu zordu, anlamak mümkün değil... Bu görüşmeler 10 Kasım’da değil de 11 Kasım’da yapılsaydı iktidar partisi ne kaybederdi? Hiç bir şey. Ama iktidar adeta madem ki Meclis çoğunluğu bende, ben ne dersem o olur mantığı ile hareket etmeyi, zaten gergin olan iktidar muhalefet ilişkilerini daha da germeyi tercih etti.Yarınki genel görüşmede yapılacak olan açılım tartışmalarının çok daha gerilimli bir atmosferde geçeceğine hiç kuşku yok. Ve bu gerilimin topluma yansıyacağına da.Böyle bir ortamda açılım projesi sağlıklı bir sonuç verebilir mi?Dahası iktidar bir yandan muhalefetin sert baskısı, diğer yandan da seçim kaygıları ile bu yolda cesur adımlar atabilir mi? O da çok zor...
Ekonomideki her dalgalanmanın, krizin, ya da iktidar değişikliğinin ardından vergi borcu affı, ceza affı, sigorta prim borcu affı, hatta kredi kartı borçlarına af...Türkiye son 10-15 yılda bu tür örnekleri fazlasıyla yaşadı. Ve şimdi de Türkiye küresel ekonomik krizin, yakıcı, yıkıcı etkilerini fazlasıyla yaşadı. İnsanlar işini kaybetti, gelirini kaybetti. Şirketlerin mali yapıları bozuldu, borçlar birikti. Bu arada vergi ve sigorta borçları da büyüdü. İşte bu ortamda yine hükümetten, siyasetten af beklentileri yoğunluk kazanmaya, konuşulmaya başladı. Edinburg’da yapılan G-20 toplantısı dönüşünde uçakta Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile sohbet ederken bu beklenti ve talepleri de sorduk. Babacan’ın yanıtı son derece net ve çarpıcı oldu:“Artık af olmaz. Maliye, ödeme güçlüğü çekenlere yeniden yapılandırma yapıyor. Mükellef gelip müracaat ettiğinde borcu yeniden yapılandırıyor. Gecikme faizini yüzde 2.5’tan yüzde 1.95’e düşürüyoruz. Ama af kesinlikle yok. Aynı şekilde sigorta prim borçları için de bu uygulama yapılabilir ama af yok. Devletin alacağıysa bunda af yok. Adil de değil. Ödemeyenle ödeyen arasındaki farkı korumanız lazım. Biri krizin en önemli zamanında gitmiş ödemiş, diğeri ödememiş. Bunu affederseniz olmaz. Adalet duygusu zedelenir...” Ekonomi konuşurken Babacan’ın tekrar tekrar altını çizdiği nokta, güven ve adalet duygusunun zedelenmemesi oldu. Ayrıca, ekonomide, siyasi kaygılarla, günü kurtarma mantığı ile popülizme sapılmayacağı konusunda da kararlı olduklarını, geçmişin hatalarının tekrarlanmayacağını söylüyor Babacan.Elektrik tarifesine yapılan yüzde 10’luk son zamla ilgili yakınmalar konusundaki soruyu yanıtlarken de ekonominin gereği ne ise onu yapma konusundaki kararlılığa vurgu yaptı Babacan. İşte Babacan’ın elektrik zammı sorusuna yanıtı:Elektriğe yapılan yüzde 10 zam çok yüksek değil mi?- Elektriğe 5 yıl zam yapmadığımızı hesap etmiyorsunuz. Enerji KİT’lerinde durum vahimdi. BOTAŞ, doğalgazı ithal ediyor, KDV’yi Maliye’ye ödemiyor. Niye? Fiyatı düşük tutmak için. 7.5 milyar lira KDV borcu birikmiş. Nereden çıktı bu borç? Fiyat düzenlemesinden. TEDAŞ, EÜAŞ, TETAŞ; hepsi birbirine bağlı. Enerji üretenlere 2.5 milyar borç birikmiş. Üstelik yüzde 2.5 faizle büyüyor bu tutar. Fiyatı düşük tutalım ama her ay enerji KİT’leri 300 milyon lira içeride, yani zararda. Bu, sürdürebilecek durum değil. Dayanılır bir şey değil. Yüzde 10 zam yapılmasa enerji KİT’leri 1990’ların kötü yapısına dönecekti. Yüzde 10 zam, aylık 300 milyon liraya ulaşmış enerji KİT’lerindeki zararı başa baş noktaya yaklaştırmak için yapıldı. Buna rağmen sorunu tamamen çözmek mümkün değil. Fiyatları aşağıya çekersen halk omuzlarda taşır. Ama bunun acısı bir yerde çıkar. Bizim politikamız o değil. Ekonomiyi gerçeklere dayandırmak lazım. Başbakanımıza arz ettik, hemen yüzde 10’un onayını verdi.Enerji KİT’lerindeki ayarlamadan amaç Hazine’ye kaynak aktarmak değil, zarar etmesinler, maliyetlerini karşılasınlar yeter. Ama ithal ettiğin gazın KDV’sini Maliye’ye ödemezsen doğru olmaz... Özetle Babacan, bundan sonra “ekonominin gereklerinden taviz yok” diyor. Maliye politikasının sıkılaştırılacağını söylüyor.Ama en geç 2011 yılı Temmuz ayında Türkiye seçime gidecek. O nedenle 2010 her bakımdan kritik bir yıl. Yerel seçimler öncesinde bile maliye politikasını gevşeten hükümet acaba bu kez katı tutumunu devam ettirebilecek mi?Babacan’a göre evet, ettirecek..
G-20 zirvesine giderken uçakta konuştu Başbakan Yardımcısı Babacan, 12 şehit verdiğimiz Ekim 2007’deki Dağlıca saldırısından sonra hükümetin nasıl strateji geliştirdiğini anlattı: “Her şeyi göze aldık. Dönemin başkanı Bush’u aradık, ’Bunu yapacağız, yardımcı olacak mısınız’ dedik. Eve dönüşte yaşananlar rahatsız ediciydi. Ama buna rağmen sürecin devam etmesi konusunda niyetliyiz”İngiltere’de düzenlenen G-20 bakanlar zirvesine katılan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan uçakta gazetecilerle sohbet etti. IMF görüşmeleri, ekonominin genel durumu ve demokratik açılım konusunda önemli açıklamalarda bulunan Babacan soruları şöyle yanıtladı:* Başbakan Erdoğan, “Terör olmasaydı Türkiye nerede olurdu” dedi. Bu konuda bir teknik çalışma yapıldı mı?Bu konuları rakama indirgemek doğru olmaz. Ama bir fırsat maliyet var. Örneğin Bursa-Şanlıurfa farkı neden? Topraksa toprak, araziyse arazi, insansa insan. Bursa dev sanayi kenti olmuş ama Urfa olmamış. Konuştuğumuz tüm yabancılar bize Türkiye’nin Doğusu’nda, Güneydoğusu’nda bir Çin, bir Hindistan var diyorlar. Oradaki nüfus, toprak kaç Avrupa ülkesinden daha büyük. Ancak ne kadar yol, ne kadar altyapı yaparsanız yapın, terör sorunu çözülmeden olmaz... * Eğer terör biterse dağdan inecek silahlı militanlar... 70 bini bulan geçici köy korucularının durumu ne olacak? Bunlar için özel bir proje, hazırlık var mı?Mahmur’un politikası ayrı Kandil’in ayrı. Korucuların takvimi ayrı. Korucular için erken, adım atılmayabilir. Mahmur ağırlıklı olarak kadın ve çocuklardan oluşuyor. Kandil’de farklı gruplar, farklı ülke vatandaşları, suça bulaşmış, bulaşmamış olanlar var. Mahmur kadın ve çocuk. Kandil ise kategori kategori. Onun için ayrı bir proje uygulanacak.* Eve dönüşte yaşananlar sizi rahatsız etti mi?Habur’daki, Diyarbakır’daki görüntüler rahatsız ediciydi. Örgütün ve DTP’nin politikası var. Ama insanlar niye seviniyorlar, halk niye gidiyor? İnsanlar bu iş bitiyor diyor ümitleniyor. Orada devamlı bir risk, normal olmayan bir hal var. İnsanlarda normal döneme gidiyoruz sevinci var. O görüntülere bakınca önce biz de irkildik. Ama kadın ve çoluk çocuklar niye seviniyor? Artık rahatlıyoruz sevinci söz konusu. Zorla evlerinden koparılmış dağa gitmiş. Çoğunda aslanım hadi git dağa çık durumu yok..* Kandil nasıl çözülecek?Çok muhatabı var. Çok dikkatli yönetilmesi gerekiyor. Ekim 2007 Dağlıca sonrası yeni strateji geliştirdik. Emre Taner Bey’i Kuzey Irak’a göndermemiz o zamana rastlar. Her şeyi göze almıştık. 5 Kasım 2007’deki Bush-Erdoğan görüşmesi öncesi bir telefon görüşmesi olmuştur. “Biz bunu yapacağız” denmiştir, “Siz yardımcı olacak mısınız olmayacak mısınız, bunu öğrenmek istiyoruz.” Böyle Washington’a gidilmiştir. O zaman F-16’lar Erbil’de uçuş yapsın, binaların camları kırılsın. “Hadi hadi” diyenler de oldu. Ama biz Kuzey Irak’ta yaşayan 4 milyon insanın günlük hayatına olumsuz yansıyacak bir karar almak istemedik. Bizim orada halkla bir sorunumuz yok. O sırada İsrail Gazze’ye ekonomik ambargo uyguluyordu. Onları eleştirirken benzer bir duruma düşmemiz mümkün değildi. Son olaylara rağmen sürecin devam etmesi konusunda niyetliyiz. Teröristler silah bırakıp dağdan iniyor. Önemli olan bu. Terörü tamamen sıfırlamak iddiasında olmadık. Amacımız hal yoluna girmesi. O amaca ulaşmak için bütün kurumlar çalışıyor. Askeri, istihbari, diplomatik boyutun amacı bu. Silah bırakılması.Bizim banka sistemimiz dünyaya örnek olacak...* IMF’den mezuniyet ne zaman?Bu tür klişe söylemlerle bu işi götürmek zor. İşin gerçeğine bakacağız. Öncelikle şu var ki, G-20’ler arasında bir ön gözetim başlayacak. G-20’lerin birbirini raporlayacağı ve IMF’nin de bunu denetleyeceği bir sisteme geçiliyor. ABD de, Japonya da buna dahil. Kriz öncesinde büyükler incelemeyi istemiyordu. G-20’de politika standartları çerçevesinde sürekli ve şeffaf bir şekilde politikaların birbirine uyumu ve politikaların IMF tarafından denetleneceği bir sisteme gidiyoruz. Her ülkenin dış denetime açık olacağı sisteme geçiliyor. Şeffaflık, politikaların dışarıdan denetlenmesi sistemine geçiliyor. IMF diyecek ki, “Japonya şu konuda yanlış yapıyor. ABD’de şu konuda hassasiyet var.” IMF, Dünya Bankası daha da güçlenecek, oraya gidiyoruz. Önemli olan dışarıdan yönlendirme ile şunla bunla değil, Türkiye’nin kendi kendine doğru politikaları uygulamasıdır.İstemediğimiz hiçbir şeyi imzalamadıkTürkiye’nin bugünü, yarınını kurtarma değil, orta ve uzun vadede kendini kurtaracak politikalar uygulamasıdır. Biz bu dönemde 18 ve 19’ncu stand-by’ları bitirdik. İnanmadığımız hiçbir şeye imza atmadık. Önemli olan Türkiye artık aklı başında işleri kendisi yapıyor mu, yapmıyor mu? Popülizme kayıyor mu, kaymıyor mu? * Mahalli seçimlerde harcamalar attı...Yasa çıktı. 2008’de yasa ile belediyelerin gelir payları artırıldı. O düzenleme olmasaydı, 2009’da vergi gelirlerinin düştüğü bir ortamda çoğu belediye perişandı. Vergiler düşmesine rağmen belediye gelirleri, merkezden aldıkları paraların miktarı düşmedi. Ama her belediyenin hesabına ve kitabına dikkat etmesi gerekiyor.* Merkez Bankası’nda 2001 krizinden verilen tahviller var. Piyasada, “Merkez Bankası özel tertip tahvil alacak beklentisi” var.2001 krizi döneminde Hazine özel tertip kağıt çıkardı, TMSF’ye verdi, o da bankalara verdi. Onlar da Merkez Bankası’na gittiler. Bizim zamanımızda öyle bir şey yapılmadı. Tıkır tıkır onları ödüyoruz. Bu kağıtlar 2010’da tükeniyor. Sıfırlanıyor. Merkez Bankası, “az bir miktarda da olsa benim açık piyasa gereği bu kağıtlara ihtiyacım var. Hazine’den değil ikinci el piyasadan alacağım” diyor. Ama daha oturup konuşmadık. Tamamen Merkez Bankası’nın ortaya attığı fikir. Merkez Bankası’nın kendi vereceği karar. Alırlar almazlar, bizi hiç ilgilendirmez. Ama bir kapı açıyor. Merkez Bankası’nın iyi değerlendirmesi gerekir.G-20’de tartışılıyor...* IMF kaynağı ile büyüme yüzde kaça çıkar?Bu konuda bir şey söylemeyeyim ama IMF’den kredi alıp almama durumu tamamen Türkiye’nin ödemeler dengesiyle ilgili konudur. Ne zaman ödemeler dengesi ihtiyacı ortadan kalkarsa, kredi konusu da ortadan kalkar. Biz IMF meselesini bir onur meselesi, bir önyargı, bir kompleks yapmıyoruz. Tamamen ekonomin dengeleri açısından bakıyoruz. IMF parasını sırf hazine finansmanı için düşünmüyoruz, Türkiye’nin döviz rezervleri açısından düşünüyoruz. Biz Merkez Bankası’na koyacağız o parayı. Merkez Bankası’na döviz satacağız, alacağımız parayı da piyasada borçların ödemesine kullanacağız.* Küresel ekonomide kriz geride kaldı mı?Dünya ekonomisinin önü açık demek çok kolay değil. Bana göre hala önemli risk batı Avrupa Bankaları. İngiltere’de 2 bankanın maliyeti 25 milyar paund. 60-70 milyar dolar ediyor. Bizim 2002’de yaşadığımız krizin tamamını İngiltere’de 2 banka götürdü.* Bizim banka sistemimiz dünyaya örnek olacak herhalde...Öyle, öyle. Ülkeler bu bankaları kurtarmak için bedel ödedi. Peki bunlar nasıl tahsil edilecek diye G-20’de tartışılıyor. Biz gittik canlarına okuduk. Bir bakıma hala hikayeleri devam ediyor. TMSF’de bunu yaptık. Paraları tahsil ediyoruz. ABD’de de formül arıyorlar. Ne civcivi sıkıp öldürmek ne de serbest bırakıp uçurmak istiyorlar. Ancak bu harcamaların cezasının kesileceği gün gelecek. IMF ile çalışmalar devam ediyor “Ben belli bir noktaya gelmeden Türkiye’ye heyet çağırmayacağım. Onlar ısrarla heyet gönderelim diyorlar. Ben onu yapmıyorum heyet gelince psikoloji değişiyor. Piyasalar görüşmelere odaklanıyor. Konuşmaların kontrolü zorlaşıyor” * Bir seneden fazla oldu görüşüyorsunuz...Kaç senesini bilmem. 16 Eylül’de bir program hazırladık gönderdik. Görüşmeler devam edecek.* Hükümetimiz IMF ile anlaşma yapmaya niyetli değil ama elimizin altında bulunsun mu deniliyor?IMF’nin üyesiyiz. Üye ülke olarak sürekli irtibat halindeyiz. Zaten o fiili olarak öyle. Yani elimizin altında.* IMF ile hangi noktadayız? Gelir İdaresi’nin özerkliği, servet incelemesi, belediye gelirleri kanunu gibi konular da sorun vardı. Şu anda tıkanıklık noktalarında neredeyiz?O konular eski müzakereler sırasında ortaya atılmış konular. En az 6 aylık konular. Şu anda öyle konular yok gündemde. Ben onlara müzakere edilen konularla ilgili hiçbir şey söylemeyin dedim. Biz de söylemeyeceğiz dedim. * Müzakere ediyor muyuz?Tabii, sürekli. Her programın 4 ayağı olur. Para politikaları, maliye politikaları, yapısal sorunlar ve finans sektörü. Bizim finans sektörüyle ilgili yapacak bir şeyimiz yok. İyi uygulamalar devam edecek. Yaptığımız gayet güzel işlere devam ettireceğiz. O zaman geriye 3 ayak kalıyor. Bu üç ayakta nokta hedefler açıkladık. Onlara da “orta vadeli programımız bizim müzakere zeminimizdir” dedik. Orta Vadeli Program’ın Resmi Gazete’de yayınlanmış şeklini ve teknik detaylarını gönderdik. O günden bu yana karşılıklı müzakereler devam ediyor. E-maillerle, tele konferanslarla devam ediyor.* Niye böyle?Ben belli bir noktaya gelmeden Türkiye’ye heyet çağırmayacağım. Onlar ısrarla heyet gönderelim diyorlar. Ben onu yapmıyorum, heyet gelince psikoloji değişiyor. Piyasalar görüşmelere odaklanıyor. Konuşmaların kontrolü zorlaşıyor. Dedik ki teknoloji çok ilerledi, yüzyüze oturmak şart değil. Yazışarak, telekonferanslarla görüşebiliriz.* Ne kadar yakınız?Hiç belli olmuyor. Bu konuda sinyal vermek istemiyoruz. Bu işin olur noktası gibi bir sinyal vermek istemiyorum. Küçük bir detaydan kopabiliyor. Zaten onların da açıklaması var. Orta Vadeli Program’ın hedefleri iyidir, dediler. Bu güzel hedeflere nasıl ulaşacağına ilişkin detaylar önemli, dediler. Şu anda yapılan o.Maliye politikası ayağı da zaten belli. O hedefleri nasıl tutturacağımız konusunda paket elimizde var. Zaten orta vadeli politikaları açıkladığımızda mali ayakta neyi ne zaman yapacağımızın kararı aldık ama onu açıklamadık. Bir kısmını yaptık, bir kısmı da sonra devreye girdi. Örneğin 1 Ekim’de sağlıktaki politikalar devreye girdi. Tedbirler listesi budur, demedik, demeyeceğiz. Bir takvim açıklayıp, sırası geldi uygulanacak da demeyeceğiz. Takvimde sırası geldikçe adımlar tek tek atılacak ve o hedefler tutturulacak.* 2010’da resmi 3.5 büyüme hedefleniyor. Bu IMF’siz bir senaryo. Bu büyüme yeterli değil. IMF ile anlaşma yaparsak büyümenin alternatif senaryosu var mı?Yüzde 3.5 büyüme arzu ettiğimiz bir rakam olmasa da Avrupa’nın en yüksek büyümesi olacak. 27 AB ülkesi büyüme projeksiyonlarını açıkladı. En yüksek yüzde 1.5. Biz yüzde 3.5 açıkladık. IMF yüzde 3.7 açıkladı. 4-4.5 diyenler var. Dün bir yatırım bankasından heyet geldi büyümeyi 5 bekliyoruz dediler. Biz daha ihtiyatlıyız. Muhafazakar bir tahmin. Onu da özellikle yaptık. Doğal siyasi eğilim büyümeye yüksek bir şey yazarsınız, daralacaksanız da az yazarsınız. Moralleri bozmayım diye düşük tutarsınız. Büyüme ile vergi gelirlerinin korelasyonu neredeyse aynı çıkıyor. Daha yüksek büyüme tahmini koyup, daha yüksek gelir olacak diye gider tahmini yapsaydık, büyüme o kadar çıkmasaydı dönüp masrafları kısmamız mümkün olur muydu? Seçimden önce muhafazakar gittik, kredibilite sıkıntısı yaşamayalım istedik. Pesimistik senaryoda bile tutturulabilecek hedefler koyduk. Bu tür bir dönemde ihtiyat, ihtiyat, ihtiyat\’85 Türkiye’nin seçimden önce kredibilete kaybına tahammülü yok. Halkla kurduğumuz bir güven ilişkisi var. Güven ilişkisinin korunması gerekiyor. Güven kolay kazanılmıyor. Nakış işler gibi, iğne ile işler gibi güven kazanıyorsunuz, ama bir anda kayıp gidebiliyor. Güven kaybına tahammülümüz yok. Son derece muhafazakar, son derece emniyetli, Allah korusun Türkiye’ye bir yol kazası yaşatmayacak, çok kötü senaryoda bile Türkiye’yi koruyacak bir program açıkladık. İngiltere 2 banka kurtardı. Merkel “ben vergileri indireceğim, harcayacağım” diyor. Borç stokunu arttırıyor. Onlar uzun vadeli borçlanıyor ve borcu gelecek nesillerin kesesinden yiyor. Bu borçların ödeneceği zaman o yöneticiler olmayacak. Bana göre riskli. Bunlar doğru politikalar değil. Bizim borçlanma vademiz kısa. Hem bizim daha uzun vadeli bir perspektifimiz var. Ak Parti alternatifi olmayan bir parti. 5 sene sonrasını düşünmek zorundayız. Borçlanalım da kim öle kim kala diyemeyiz. Borcu biz ödeyeceğimiz. Hem gelecek nesillere karşı hem de siyasi sorumluluğumuz var. Başka ülkelere bakamayız. Hele hele genişlemeci maliye politikalarında neyi ne zaman yerine koyacağınızı bilmezseniz getirdiğinden çok götürür. Kamu harcamalarını artırın ki büyüsün. Bu olmuyor. 60’den 70’den beri uygulanmış. Türkiye bunları defalarca test etti. Önlem almasaydık bütçe açığı 70 milyarın üstünde sabit devam edecekti. Borç stoku yüzde 39’dan yüzde 47’ye sıçrıyor, her sene üzerine ekliyordu. Hiçbir şey yapmasak Türkiye’nin gideceği yer yer değildi. Mart ayında başlatılanların yarısını çektik. Haziran’da baktık tabloya hemen frene bastık. Pek çok ülkeden de önce yaptık. Önemli olan bizim hesabımızı kitabımızı sağlam tutmamız.* Sosyal güvenlikteki problem nedir?Sosyal güvenlikte hem kendi içindeki dengesinde hem bütçede sorun var. Bütçede bir açık var. Ekonominin yavaşlamasından kaynaklanıyor. Sosyal güvenlik tarafında prim gelirlerinde bir düşüş var. Kayıtlı çalışan işçi sayısında ciddi bir düşüş var. Ama özel sektör tarafında. Yoksa devlette iş garanti. Primler düşerken bazı harcamalar da artırıldı. Açık buradan. Sağlıkta da ciddi bir artış var. Onu ciddi kontrol altına aldık. Sağlık konusunda kaliteden ödün vermeden kaynakları daha rasyonel kullanma, kontrolü sıkılaştırma ve sistemde kaçaklar varsa onları önleme konusunda bayağı kontrol altına aldık. Gelecekte ekonomideki toparlanma ile hem prim, hem gelir kalemlerinde bir artış olacak. Hem ayrıca biz gider kalemlerinde de frene bastık.* IMF anlaşması olursa yüzde 3.5 büyüme kaça yükselir?Şimdi onu söylemeyeyim ama mutlaka onun üzerine çıkar.DUMANSIZ HAVAİrlanda’da tuttuysa bizde tutmaması imkansız İrlanda bu yasağı 2003 yılında getirdi. 2004 yılı. Ocak ayında Davos’tayım. “İrlandalı bakan sizden randevu istiyor” dediler. Adamla oturduk, “Ben İrlanda’da sigara yasağını getiren bakanım” dedi. “Anlat bakalım” dedim. Anlattı. Orada Pub’lar var. “Orayı da şöyle çözdük” dedi, “üzeri kapalı ama 2 duvarı açık olacak dedik. Kamuoyu araştırması yaptık, yüzde 85” dedi; “içenlerin de yarısı memnun dediler”. Bizim arkadaşlar buna başlayınca anlattım. Aynı yüzde 50 şeyini biz de koyduk. O İrlanda’dan aldık. Kamuoyu araştırması yapıyoruz, çok büyük destek var. İrlanda’da tuttuysa bizde tutmaması imkansız.