Meclis’te dün siyasi partilerin haftalık olağan grup toplantıları, parti liderlerinin birbirlerine karşı haftalık salvo atışları vardı.Atışların dozu her hafta sertleşiyor.Öyle ki artık karşılıklı söz düellosu, eleştiri sınırlarını aşıp, suçlamanın da ötesinde kavgada bile ağza alınmayacak hakaretler seviyesine ulaşıyor.Dün önce AKP grup toplantısı yapıldı. Başbakan Tayyip Erdoğan burada, ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na demediğini bırakmadı.İşte Başbakan Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na yönelik ifadelerinden öne çıkan birkaç cümlenin kısa özeti: - Bir gün BDP’nin vagonu oluyor, bir gün yabancı yazara çanak tutuyor...- Bazı medya kuruluşlarını, bazı yazarları yedeğine alarak Türkiye’yi karalayarak son derece çirkin bir kampanya yürütüyor. Kendi ülkesinin imajına zarar veriyor...- Cebinde gazeteci kimliği çıkan polis katilini savunuyorsun, Roj TV’yi de savun...- Bırakın Türkiye’yi, CHP bile böyle genel başkan görmedi...Kısa bir süre sonra partisinin grup toplantısında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kürsüye çıktı.Kılıçdaroğlu, uzun yıllar kamu görevinde bulunmuş, devlet bürokrasisininin en üst kademelerinde yıllarca görev yapmış bir isim. Bürokrasi hayatında da siyaset hayatında da dürüst, bilgili, kültürlü saygın bir isim olarak ön plana çıkmıştı. Sinirini, öfkesini kontrol altında tutabilen, sakin, saygılı, ölçülü beyefendi bir kişilik olarak tanınıyordu.Fakat özellikle dün çok farklı bir Kılıçdaroğlu vardı kürsüde. Özellikle dünkü grup konuşması Başbakan Erdoğan’ın sert üslubuyla yarışır nitelikteydi.Hatta Başbakan’ın kullandığı sert üslubu bile en azından dün itibariyle geride bıraktı Kemal Kılıçdaroğlu.İşte bazı örnek, özet ifadeler:- Postmodern diktatör...- Bölücü... Toplumu bölüyor. Toplumun fay hatlarını tetikleyip deprem yaratmak istiyor...- Dindar görünümlü din tüccarı...- Şu densizliğe, şu ahlaksızlığa bakar mısınız? Sende ahlak kırıntısı var mı?İşte siyasetin zirvesindeki üslup bu...Oysa her iki lider de birbirlerine yönelik eleştirilerini daha farklı bir üslupla, kırıcı olmadan, hakarete vardırmadan yapabilirlerdi.Hatta her ikisi de daha saygılı ifadelerle çok daha sert, çok daha can alıcı eleştiriler de yapabilirlerdi. Her ikisinin de bilgisi, kültürü, görgüsü, hitabet kapasitesi buna elveriyor.Ama onlar bu sert, deyim yerinde ise kırıcı ve kaba üslubu tercih ediyorlar.Bir süreden beri karşılıklı olarak bu kavgacı üslubu tercih ettiklerine göre belki de bunu bir tür yeni siyaset biçimi, yöntemi haline dönüştürmek istiyorlar.Taraftarlarını, seçmen tabanlarını bu yöntemle kemikleştirmek, kutuplaştırmak istiyor da olabilirler. Ki Türkiye zaten uzunca bir süreden beri kutuplaşmış durumda; bunun için ekstra gayrete çabaya da ihtiyaç yok.Şu da var ki, Başbakan Erdoğan bu tür sert, kutuplaştırıcı siyaset biçiminden karlı çıkıyor. Sağ ve merkez sağdaki küçük partilerin seçmen tabanlarının AKP’de konsolide olmasında bu yöntemin kuşkusuz etkisi oldu.Bu yöntem, bu sert ve kırıcı üslup Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye de olumlu katkı yapar mı?Kuşkulu...
Yeni anayasa projesi uzunca bir süreden beri siyaset gündeminde önemli yer işgal ediyor. Sokaktaki sıradan vatandaştan tutun, sivil toplum örgütlerine, siyasi partilere, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na kadar herkes yeni anayasanın elzem olduğunu düşünüyor.Siyasetin bunca gerilimli, kavgalı, gürültülü bir süreçte ilerlemesine karşın, yeni anayasa meselesi, adeta siyaset üstü bir proje olarak yürütülmeye çalışılıyor.Meclis Başkanı Cemil Çiçek, liderler ve siyasi partiler arasındaki gerilim ve kavgaların bu projeyi etkilememesi için büyük çaba gösteriyor. Bu bakımdan şu ana kadar başarılı olduğu da söylenebilir. Gerçekten de bunca kavga gürültüye karşın “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” en azından şimdilik, sükunet içinde uzlaşma arayışlarını sürdürüyor.Tabii ki bu çalışmaların nasıl sonuçlanacağı, sonuçlanıp sonuçlanamayacağı ayrı konu...Çünkü, 2011 seçimlerinden bu yana yaşanan gelişmelere bakıldığında Meclis’in umulduğu gibi geniş kapsamlı bir uzlaşmaya yakın olmadığı görülüyor.Özellikle geçen hafta görüşülmeye başlanan Meclis İçtüzük değişikliği teklifi, uzlaşmanın ne kadar güç olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.İçtüzük konusunda yaşanan kavgalar, iktidarla muhalefet arasındaki sert tartışmalar yeni anayasa projesinin geleceği konusunda fikir verebilir.Meclis İçtüzüğü, anayasa kadar olmasa bile parlamenter demokrasinin işleyişi konusunda son derece önemli bir konu. Ve bu önemli konuda iktidarla muhalefet uzlaşamıyor. Dahası, iktidar uzlaşma ihtiyacı görmeden içtüzüğü kendi anlayışı doğrultusunda tek başına değiştirebileceğini söylüyor muhalefete.Muhalefet ayağa kalkıyor...“İktidarın içtüzük değişikliği ile muhalefetin sesini kesmeyi, denetim hakkını elinden almayı hedeflediğini” söylüyor.İktidar sözcüleri ise aksini savunuyor. Muhalefetin sesini kısmak, denetim yetkisini, hakkını kısıtlamak gibi bir düzenlemenin sözkonusu olmadığı ifade ediliyor. Öngörülen düzenlemelerin Meclis’in daha çağdaş, daha verimli ve sağlıklı bir çalışma sistemine kavuşturmaktan ibaret olduğu savunuluyor.Peki iktidar mevcut içtüzükten niye şikayetçi?Normal olarak şikayetçi olmaması gerekiyor. İktidar çoğunluğunun bugüne kadar Meclis’ten geçirmeyi düşündüğü hiçbir düzenleme içtüzük engeline takılmadı. Muhalefetin şiddetle karşı olduğu en kritik yasal düzenlemeler dahi belki birkaç saatlik veya birkaç günlük gecikme ile Meclis’ten geçti. İçtüzük hiçbir zaman engel oluşturmadı. Sadece bazı yasalarda öngörülen süre bir miktar uzadı...Şimdi muhalefet önerilerilerine gün ve konuşma süreleri ile ilgili sınırlama getirilmeye çalışılıyor. Muhalefetin itirazı da bu.Muhalefet partilerinin vereceği grup önerilerinde konuşma süresinin 5 dakika ile sınırlandırılması. Mevcut uygulamada bu süre 40 dakikaydı. İkincisi toplantı yeter sayısı isteyecek milletvekili sayısının 1’den 15’e çıkarılması...İşte içtüzük krizi bu iki noktada düğümleniyor.Bu kriz siyasi partiler grup başkanvekillerinin bugün yapacağı toplantıda aşılmaya çalışılacak.Cemil Çiçek’in girişimleriyle muhtemelen bir orta yol bulunabilecek. Ancak bu olay muhalefette öteden beri var olan bir kuşku ve güvensizliği iyice derinleştirmiş durumda.Yani yeni anayasa projesi konusunda AKP’nin bir noktadan sonra kendilerini oyuna getireceği kuşkusu...Uzlaşma komisyonunu çalıştırıp, muhalefeti bir süre daha uyuttuktan sonra anayasadaki kritik maddelerle ilgili düzenlemeleri kendi istediği ve planı doğrultusunda sürpriz bir şekilde Meclis Genel Kurulu’nun onayına sunacağı ve sürpriz transferlerle bu düzenlemeleri referanduma götürebileceği şüphesi var muhalefette.Ancak şimdilik bunu dillendiremiyorlar. Çünkü şu aşamada kimse yeni anayasada uzlaşmadan kaçan taraf olmak istemiyor.O nedenle yeni anayasa çalışmaları şimdilik sorunsuz yürüyormuş gibi gözüküyor ama henüz işin esasına gelinmedi...
Teorik olarak olacak gibi gözüküyor. 26 Şubat günü Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısı ile tüzük değişikliği gündemi ile olağanüstü kurultay toplanacak, ardından muhaliflerin 362 imza ile sundukları talep doğrultusunda 1 veya 2 Mart günü yine tüzük değişirkliği gündemiyle ikinci olağanüstü kurultay yapılacak.Şu anda genel merkez yönetimi bunun olacağını söylüyor. Çünkü muhalefetin sunduğu 362 imzalı başvuruyu yok saymak hukuken mümkün değil. Bunun gereği yapılacak. Ama sadece teorik olarak bu mümkün. Pratikte ikinci olağanüstü kurultayın toplanabilmesi mümkün değil; toplantı için gerekli çoğunluk sağlanamaz. Bunu yönetim de biliyor, muhalifler de. Muhaliflerin isyanı da bu yüzden zaten.Muhalif kanat Kılıçdaroğlu’nun tüzük değişikliklerini kendi isteği, kendi planlaması doğrultusunda Kurultay’a onaylatıp, kendi taleplerini, en başta da Parti Meclisi’nin çarşaf liste yöntemi ile seçilmesi talebini kaynatacağını düşündükleri için itiraz ediyorlar.Hatta bu nedenle muhalifler işi yargıya götürerek Kılıçdaroğlu’nun çağrısını mahkeme kararıyla geçersiz kılmak dahil her yolu denemeye hazır görünüyor.Aslında parti içi çatışmanın bu noktaya tırmanması parti yönetimini de rahatsız ediyor. Önder Sav ve arkadaşlarına, Baykal ekibine çok kızıyorlar, “Partiyi ne hale getirdikleri ortada, ama kişisel hırslarından hala vazgeçemiyorlar” diye tepki gösteriyorlar.Ama öte yandan bu tartışmaların partiyi kamuoyu nezdinde yıprattığını, itibar aşınmasına neden olduğunu da görüyorlar.Dün konuştuğumuz Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak, kurultay tartışmalarının, muhalif kanadın suçlamalarının “hoş olmadığını” söylüyor. Ve şu çağrıyı yapıyor muhaliflere:“Bu arkadaşlarımız yanlış yapıyor. Parti içinde gerilimi tırmandırıyorlar. Bu arkadaşlarımızın taleplerine kimse karşı çıkmıyor. Onların istedikleri gündemle kurultay toplanabilir. Bu çağrı yapılacak. Ama bence buna gerek bile kalmayabilir. Genel Başkanımızın çağrısı ile toplanacak olan 26 Şubat Kurultayı bu arkadaşlarımızın taleplerini de karşılayacaktır. Tüzük değişikliği için oluşturulacak komisyonlara o arkadaşlarımız da dahil edilebilir. Gelsinler komisyonlarda kendi önerilerini yapsınlar, önergelerini versinler, biz onların önergelerini, verecekleri katkıyı 26 Şubat Kurultayı’nda değerlendirmeye hazırız...”Erdoğan Toprak’ın çağrısı, söyledikleri önemli. Yani, muhaliflere “Niye kavga ediyoruz? Hepimizin isteği tüzüğün demokratikleşmesi. O zaman gelin bu işi, uzlaşarak, uyum için gerçekleştirelim ve kurultayımız demokrasi şölenine dönüşsün” diyor.Son derece makul, mantıklı bir çağrı bu.Ama CHP’de bugün yaşanan bu tartışmaların, kavgaların gerisinde sadece tüzüğün değiştirilmesi mi yatıyor?Hayır, tüzük değişikliği tartışmaları, CHP’deki iç savaşın sadece görünürdeki gerekçesi.İç savaşın asıl sebebi, yakın gelecekteki olağan kurultaydan sonra Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibinin CHP’nin yeni mutlak hakimi olacağından kaynaklanıyor.Kemal Kılıçdaroğlu, CHP’deki eski alışkanlıkları “tarihe gömeceğini” açık açık söylüyor. Bu aynı zamanda o alışkanlıkları CHP’ye yerleştiren eski dönemin şöhretli isimlerin de tarihe gömülmesi anlamına geliyor.O yüzden de eski şöhretler, Kılıçdaroğlu’na bu fırsatı vermemek için her türlü manevrayı deniyorlar. Ama şu anda inisiyatif Kılıçdaroğlu’nun elinde.
Kurultaylar, daha doğrusu olağanüstü kurultaylar partisi diye anılıyor CHP. İktidar olamıyor, seçim kazanamıyor ama sürekli kurultaylarla veya kurultay kavgalarıyla siyaset gündeminde önemli yer işgal ediyor.Olağan kurultaydan çok olağanüstü kurultay yapan bir siyasi hareket haline geldi CHP. Özellikle 1980 sonrası dönemde önce SODEP ve SHP ardından da CHP çok sayıda olağanüstü kurultay gerçekleştirdi ama bu kurultaylar da sorunu çözemedi.Şimdi yine ciddi iç sorunlar var ve bu sorunları aşmak için yine olağanüstü kurultaya gidiyor CHP. Fakat, daha kurultay tarihi açıklanır açıklanmaz sorunun bu sefer de çözülemeyeceği ortaya çıktı. Hatta partinin iki numaralı ismi Genel Başkan Yardımcısı Nihat Matkap, “Gerekirse, imza veren arkadaşlarımız ısrar ederse, 26 Şubat’tan sonra bir olağanüstü kurultay daha yapılabilir” diyerek bu kavganın 26 Şubat’ta da sonuçlanmayabileceği mesajını verdi.Bugün CHP’de parti içi muhalefet de iktidar da kurultay istiyor. Yönetim de muhalefet de mevcut tüzüğün değiştirilmesini istiyor. O halde bu kurultaya neden inatlaşmayla, kavga gürültü ortamında gidiliyor?Zaten garip olan da bu...CHP’nin tüzüğü olağanüstü kurultayın nasıl toplanabileceğini açık ve net biçimde yazıyor. Tüzüğün 54. maddesine göre 3 şekilde kurultay toplanabiliyor:1. Parti Meclisi kararı ile,2. Genel Başkanın çağrısı ile,3. Delegelerin beşte birinin talebi ile,Kemal Kılıçdaroğlu, genel başkan seçildiği günden beri tüzüğün anti demokratik olduğunu ve değişmesi gerektiğini, değiştireceğini söylüyordu. Ama nedense bugüne kadar bir tüzük kurultayı yapmadı.Parti içi muhalefet harekete geçti ve mevcut tüzüğe, siyasi partiler yasasına uygun biçimde 362 delegenin imzası ile olağanüstü kurultay talebini genel merkeze iletti.Bunun üzerine Genel Başkan Kılıçdaroğlu, bu imzaları bir kenara koyup, “Ben de tüzük kurultayı çağrısı yapıyorum; tarih 26 Şubat 2012” dedi. Normal olarak bu duruma tüzük kurultayı talebi ile imza veren muhalefetin de karşı çıkmaması lazım, ama çıkıyorlar.Çünkü bu noktada iki tarafın da bir hesabı var: Kurultay gündemi...İki taraf da, gündemi, yani tüzüğün hangi maddelerinin görüşülüp değiştirileceğini kendisinin belirlemesini istiyor. İki taraf da, anti demokratik bulduğu tüzük hükümlerini kendi anlayışına göre değiştirmek istiyor.Örneğin, muhalefetin özellikle istediği değişiklik, Parti Meclisi’nin “blok liste” yöntemi ile değil, “çarşaf liste” yöntemiyle seçilmesi. Yani Genel Başkan’ın etrafını kuşatma, elini kolunu bağlama taktiği...Genel Başkan da haklı olarak uyumlu çalışabileceği bir ekip oluşturmak istediği için, bu taktiği gündemi kendisi belirleyerek boşa çıkarmak istiyor.Şimdi genel başkan adaylığını kolaylaştıracak, demokratikleştirecek, milletvekili seçimlerinde ön seçim esasını getirecek bir tüzük değişikliği için 26 Şubat’ta kurultay yapılacak. Ardından eğer imzacı muhalifler ısrarlı olurlarsa ikinci bir tüzük kurultayı daha yapacak CHP...Peki bu kurultaylar CHP’ye ne kazandıracak?Kuşkusuz tüzükteki anti demokratik, ayıplı bazı maddelerden kurtulacak CHP. Ama iç hesaplaşması yine bitmeyecek.Çünkü CHP işin esasına giremiyor. CHP’yi halkın partisine, gerçek anlamda sosyal demokrat bir partiye dönüştürme iddiasıyla yola çıkan Kılıçdaroğlu ve ekibi bugüne kadar bu yolda kayda değer mesafe alamadı.Dahası, önemli bir seçim başarısı ortaya koyamadı. Belki en önemli nokta bu. CHP’nin bu kadar çok olağanüstü kurultay yapmasının nedeni de bu. Genel seçimlerde beklentileri karşılayamayan, öngörülen başarıyı yakalayamayan genel başkanlar, kurultay zaferleriyle parti içi iktidarlarını sağlama alıyorlar.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy’nin “konjonktürel hesaplarla” hareket ettiğini “vizyoner” olmadığını söyledi.Sarkozy’nin Ermeni soykırımını inkar etmeyi cezalandıran yasayı Ermeni oylarının yanı sıra “aşırı sağcı İslamofobik oyları” da almak için çıkardığını söyleyen Davutoğlu, “Bu Avrupa için kaygı verici” dedi. Davutoğlu, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’a da “Gorbaçov değil, Miloseviç olmayı tercih etti” eleştirisinde bulundu.Moskova’da Türkiye-Rusya Federasyonu ÜDİK(Üst Düzey İşbirliği Konseyi) bünyesindeki Ortak Stratejik Planlama Grubu’nun toplantısına katılan Davutoğlu ile giderken olduğu gibi dönerken de uçak sohbetinin ana gündemi Fransa oldu. Moskova’daki görüşmeler sırasında da bu konunun gündeme geldiğini anlatan Davutoğlu, Suriye konusunda da önemli mesajlar verdi. Davutoğlu’nun soruları yanıtlarken yaptığı değerlendirmeler şöyle:- Böylesi köklü bir devlet geleneğine sahip olan bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın konjoktürel hesaplarla hareket etmesi onun vizyoner olmadığını gösterir.- Sarkozy bunu Ermeni oylarını almanın dışında aşırı sağcı İslamofobik oyları almak için de yapıyor.- Bu Avrupa siyaseti için kaygı vericidir. Avrupa’nın vizyoner liderlere ihtiyacı var. Küçük hesaplara değil. Böylesi küçük hesaplar Avrupa için büyük tehdittir. Sarkozy aşırı sağın tabanına hitap etmeye çalışıyor. Bu kaygı verici bir durum.- Anayasa Konseyi bu yasayı iptal ederse, bir şey olmamış gibi yola devam ederiz. Konseyin kararına göre tutum alırız. Siyasi aktörlere ilişkin tutumumuz değişir ama Fransız devletine ilişkin tutumumuz değişmez.- (“AB ile ilişkilerimizi nasıl etkiler?” sorusu üzerine): Bu dönemde AB ilkelerine sahip çıkacak birkaç açıklamanın AB liderlerinden ve kurumlarından gelmesi gerekirdi. Maalesef iyi bir sınav veremediler.- Ama uluslararası Af Örgütü buna karşı çıkıyor. Bu önemli. Zaten bu konu bir müddet sonra Avrupa’nın sorunu haline gelecek. Avrupa’da birileri çıkacak mahkemeye götürecek. Avrupa’da birlikte yaşama kültürünü olumsuz etkiler. Bir şekilde çatışmacı bir ortamın doğmasını sağlar.- Konu Rusya ile görüşmelerde gündeme geldi. “Ne olur?” diye sordular. Ne olabileceğini, Türkiye’nin tavrını söyledim Lavrov’a. Lavrov’a ayrıca şunu da söyledim: Minsk Grubu Eşbaşkanı olma niteliğini kaybetmiştir Fransa. Türkiye olarak biz Minsk Grubu üyesiyiz. Bizim açımızdan bu grubun üyesi olarak artık Fransa’yı böyle bir misyonu tarafsız yürütebilecek eşbaşkan olarak değerlendirmiyoruz. Rusya’ya da bunu söyledik. Çünkü taraf olmanın ötesinde, partizanca taraf oldular. - (“ABD Dışişleri kontrollü bir tepki gösterdi. Nasıl karşıladınız?” sorusu üzerine) Konu Türkiye olunca herkes dikkatli oluyor. Ya şöyle, ya böyle.*****Miloseviç olmayı tercih etti- (“Esat yeni bir Anayasa ve seçim takvimi açıkladı. Bu Esat için bir çıkış olabilir mi?” sorusu üzerine) Esat seçim ve değişim konusunda sürekli tarih verip, sonra erteliyor. Şimdi de 6 sonra seçim var diyor. Zaman kazanmaya çalışıyor. Glastnost’u, Prestroyka’yı engellemeye çalışıyor. Kaçınılmaz bir değişim olacak. Burada doğru tarafta yer almak lazım. Esat Gorbaçov gibi olsa, başarılı olurdu ama o Miloseviç olmayı tercih etti. Artık değişim için, Gorbaçov olmak için de geç kaldı ve inandırıcılığını yitirdi. Ama Arap dünyası kendi Prestroykasını yapıyor. Ortadoğu bugün Glastnost sürecini yaşıyor. Bu tarihin doğal akışı. Burada değişim yanlılarını anlamak, onları desteklemek lazım.Hayal edilemezdi- Bundan 10 sene önce bir Türk ve Rus dışişleri bakanlarının Balkanlardan Karadeniz’e, Orta Doğu’ya Orta Asya’ya kadar tüm coğrafyayı ele alması hayal edilemezdi. Bugün Balkanlar’da beraber proje geliştirelim dedik. Orta Asya’da aynı şekilde. Salt rekabet gibi bir algıyı yok ediyor. Ben bir ara Avrasya Birliği’ni açtım. Ne kastediyorsunuz, diye sordum. Bizim perspektifimiz bir tarafta AB var, bir tarafta Çin ekonomisi var. Ortada Rusya ve Türkiye’nin bir işbirliği var. Biz Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ni Karadeniz, Kafkaslar ve Hazar’da Türk-Rus işbirliği için kullanabiliriz. Karadeniz bölgesinin refah toplumu olabilmesi için Türk-Rus işbirliği önemli.
Çankaya’da farklı bir siyasi partiden seçilmiş cumhurbaşkanı olsa ve Meclis çoğunluğu el değiştirmiş olsaydı herhalde ancak bu kadarı olabilirdi. Ancak o zaman çoğunluğu oluşturan siyasi parti Cumhurbaşkanı’nı sıkıştırmak istese, önüne böyle el yakacak bir yasa bırakabilirdi.Şimdi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önünde seçilip geldiği siyasi parti olan AKP iktidar çoğunluğunun oylarıyla hazırlanıp kabul edilen bir yasa var. Anayasa’da 5 yıl olarak yazılı olan cumhurbaşkanının görev süresini “mevcut cumhurbaşkanı” için “7 yıl” diye belirleyen, “iki defa seçilebilir” hükmünü de “mevcut cumhurbaşkanı” için “bir defa” diye sınırlayan bir yasa.Türkiye, aylardır, hatta anayasa değişikliğinin yapıldığı 2007 yılından beri bu konuyu tartışıyor. Siyaset tartışıyor, hukukçular tartışıyor, sokaktaki vatandaş tartışıyor. Sonuç, Tayyip Erdoğan’ın dediği oldu. Hukukçuların, anayasa profesörlerinin “anayasanın açık hükmü yasa ile değiştirilemez” yolundaki uyarıları iktidar çoğunluğu tarafından pek dikkate alınmadı.AKP oylarıyla kabul edilen yasa şimdi Cumhurbaşkanı’ndan onay bekliyor.Peki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ne yapacak? Nasıl bir tercihte bulunacak?Yasayı onaylayacak mı, veto mu edecek?Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki gerçek düşüncesini açıklayabilmesi çok güç.“Meclis doğru olanı yapmıştır” diyerek gönül rahatlığı ile onay vermeyecek belki sözkonusu yasaya ama veto etmesi de olası gözükmüyor. Muhtemelen fazla bekletmeden onaylayacak.Ki zaten veto etmeyeceğinin mesajını öncek gün örtülü biçimde verdi Cumhurbaşkanı. Muhalefetin düzenlemeyle ilgili itirazları kendisine hatırlatıldığında, anamuhalefet partisine gidebileceği adresi gösterdi.“Anamuhalefet Anayasa Mahkemesi’ne gidebilir” dedi Cumhurbaşkanı.Yani, “benim üzerimde boşuna baskı oluşturmaya çalışmayın. Bir şey yapamam, yapmam. Çünkü bu yasa, doğrudan benim konumumla ilgili” demeye getirdi.Aslında Türkiye’nin bugün yaşadığı bu mesele 2007 ürünü. 2007’de cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan hukuksal, siyasal ve hatta askeri skandalların bir sonucu. O günkü sorunlu siyasi koşullar içinde gerçekleştirilen reaksiyoner, aceleye getirilmiş anayasa değişikliğinin bugün ortaya çıkan sıkıntısı...2007’de cumhurbaşkanının görev süresi ve seçilme şekliyle ilgili anayasa değişikliği enine boyuna düşünülüp tartışılmadığı için yapılan anayasa değişikliğinin ortaya çıkardığı bir garabet bu.Meclis 5 yıl önce yaptığı anayasa değişikliğindeki eksikliği şimdi yasa ile gidermeye çalışıyor. Oysa o değişikliğe bir geçici madde eklense ve “bu değişikliğin yürürlüğe girdiği sırada görevde olan cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıldır. İkinci defa seçilemez” diye bir geçici madde eklenseydi bugün bu tartışmalara hiç gerek olmayacaktı.Şimdi ise doğrudan kendi kişisel konumunu düzenleyen ve anayasal açıdan da son derece tartışmalı bir yasa, onay için Cumhurbaşkanı’nın önüne konuluyor.Cumhurbaşkanı içine sinmese dahi bu yasayı onaylamak durumunda. Anamuhalefet partisi CHP Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açarsa ne olur?Anayasa Mahkemesi’nin değişen yapısı ve özellikle de CHP’ye “reddi hakim” talebi yüzünden verdiği son 6 bin liralık para cezası da dikkate alındığında “ret çıkar” denebilir.Ancak, bu konu, o kadar basit bir yasa değişikliği iptal davası değil. Anayasa’nın açık hükmüyle doğrudan ilgili ve ülkenin pek çok saygın hukukçusunun, anayasa profesörünün Anayasa’ya aykırı gördüğü bir yasa var gündemde.Cumhurbaşkanı, kendisine gelen ateş topunu CHP üzerinden Anayasa Mahkemesi’ne yuvarlayacak gibi gözüküyor ama Anayasa Mahkemesi’nin gönderebileceği başka adres yok.Yüksek Mahkeme’den çıkacak sonuç, en az 2007’deki 367 kararı kadar tartışmalı bir karar olmaya aday.
Güç elindeyken, zirvedeyken belki de hiçbir diktatöre, hiçbir darbeciye nasip olmamış kadar halkı tarafından seviliyordu.Baskıyla, korkuyla falan değil, insanların pek çoğu gerçekten seviyordu O’nu.Belki de sevdirilmişti.Dikta rejimlerine özgü, tek yanlı propagandaya dayalı, aksi propagandanın yasak olduğu bir ortamda yapılan halk oylamasından yüzde 92 oy almıştı.Yani milli irade ise, milli irade onun arkasındaydı.Nutuk atmak için gittiği meydanları dolduruyordu.Öyle zorlamayla falan değil. Mitinglerine kamu görevlileri ve yörenin önde gelenlerinin bir kısmı “ne olur ne olmaz” kaygısıyla gidiyor olsa da çoğunluk isteyerek gidiyor ve kendisine samimi sevgi gösterileri yapıyordu.12 Eylül 1980’e kadar akan kanı durdurduğu için can ve mal güvenliğini sağladığı için halkının büyük bölümü O’na minnet duyuyordu.O meşum eylül gününe kadar, ölümüne peşinden koştukları siyasi liderlerine karşı, Paşa miting meydanındaki kürsüde yüksek perdeden saydırmaya başladığında, “çanağı ellerine verirsek yeniden pisletirler” diye hakaretler yağdırdığında bile avuçları patlayıncaya kadar alkışlıyorlardı.Sanki, önce Hamzakoy (Demirel ve Ecevit) ve Uzunada’da (Erbakan ve Türkeş) sonra da Zincirbozan’da tutuklu bulunan sevgili liderlerine arkasını dönüvermişti milyonlar.Ağzından çıkan her kelam, değil kanun, anayasa hükmü sayılıyordu. Gerçekte de öyleydi... Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hak-hukuk mu?O günlerde onu alkışlayanların çoğunun bu değerler pek de umurunda değildi.O zamanın Türkiyesi O’nunla gurur duyuyordu....Etkisi epey uzun sürdü.Değişim uzun ve yavaş oldu. Darbenin üzerinden geçen 7 yıl sonra bile liderlerin siyasi yasakları kılpayı farkla kalkabildi.Ama kalktı ve sonra da hızla değişti Türkiye. Toplum değişti. Siyaset ve siyaset yapma biçimi de değişti.Artık Paşa’nın eski popüleritesinden eser kalmadı.O kadar ki 2010 yılındaki Anayasa referandumunda en önemli motivasyon maddesi darbecilerin yargılanmasıyla ilgili hüküm oldu. Önce adı caddelerden, bulvarlardan silinmeye başladı.Sonra sıra okullara geldi...Ve Türkiye’de bir ilk yaşandı. Darbeyi, darbeciyi yargılamaya dönük bir iddianame ilk defa Türk hukuk sistemine, yargı sistemine girdi. Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın hazırladığı iddianame hiçbir hukuki sonuç vermese bile, başlı başına önemli bir belge olarak çoktan tarihe geçti.Yargılama adliye mahkemesinde mi görülür, Yüce Divan’da mı tartışmalarının hiç önemi yok. Sonuçlanıp sonuçlanmasının da önemi yok.Ama anlaşılan o ki, Paşa’nın adı muhtemelen bir süre sonra cadde ve sokaklardan, okullardan tümüyle çıkarılacak. Hatta belki ders kitaplarındaki yeri de değişecek.Çünkü Türkiye artık onunla “gurur duymuyor”...Bu noktada Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’deki tutum değişikliği son derece çarpıcı olmuştur. Gül, seçilip Çankaya’ya çıktıktan bir süre sonra darbe lideri Kenan Evren’i 7. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Köşk’te ağırlamıştı. O gün bu durum çok tartışılmış, Gül’ü destekleyen çevrelerce bile eleştirilmişti.Fakat Gül’ün önceki gün sergilediği tutum önemli.KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın cenazesine katılmak üzere, hayattaki 9 ve 10. Cumhurbaşkanlarını uçağına davet etti Gül. Gerçi 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, rahatsızlığı nedeniyle, 10. Cumhurbaşkanı Necdet Sezer de “gitmeyeceğim” diyerek davete icabet etmediler. Ama adı henüz “Cumhurbaşkanlarımız Listesi”nde 7. Cumhurbaşkanı olarak geçen Kenan Evren, bu son derece zarif ve şık davetin kapsamı dışında tutuldu.Şimdi soru şu: “Darbe suçu” eğer suç ise bu fiili işlediği hiç kuşku götürmeyen Evren Paşa’nın adı acaba Cumhurbaşkanları listesinden de çıkarılacak mı?Hatta ders kitaplarının beyaz sayfalarındaki Cumhurbaşkanları listesinde yer alan bu isim, acaba bir gün simsiyah bir sayfada “Darbeciler” listesine eklenir mi?
Siyaset ve bazı yargı kurumları, özellikle son dönemde ülke gündemi, çok garip, hatta “abes” sayılabilecek tartışma konuları ile meşgul ediyor.Örnek çok...Ne yazık ki bir kısmı kanıksandı da...Yargı alanındaki mevcut bazı uygulamaları, “Akla, mantığa, evrensel hukuka uygun değil” diye eleştirenler de aksini savunanlar da yoruldu. Ama değişen bir şey yok...- Tutuklu yargılama, hem de 4-5 yılı bulan tutukluluk kural mıdır, istisna mı?- Tutuklu milletvekilleri niye serbest bırakılmıyor?- Yargı bağımlı mı, bağımsız mı, taraf mı, tarafsız mı?Yıllardır tartışması süren, kamuoyunu yoran yargı ve hukukla ilgili tartışma konularımızın sadece bir kaç örneği...Son günlerde tartışılan iki çarpıcı örnek daha var. Ki bu iki örnek olay gerçekten çok önemli, çünkü doğrudan anayasal sorun olma özelliği taşıyor....Birincisi, Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İstanbul’da özel yetkili ağır ceza mahkemesince tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne konulması hukuka uygun mu değil mi?Anayasa’da çok açık ve net hüküm var. 148. madde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının da tıpkı Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve bakanlar gibi “görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanır” hükmü var...Şimdi hukukçular, siyasetçiler, gazeteciler ve toplumun bir bölümü bu meseleyi tartışıyor.Elbette, ikiye bölünmüş, kutuplaşmış halde...Yargılama merciinin özel yetkili mahkeme olduğunu savunanlar, “Efendim Başbuğ darbe hazırlığı yapmakla suçlanıyor. Darbe Genelkurmay Başkanı’nın görevi ile ilgili değil” diyor.Muhtemelen ilgili özel yetkili mahkeme de aynı görüşte.Peki, Anayasa’nın aynı maddesi Cumhurbaşkanı’nın da Yüce Divan’da yargılanmasını öngörüyor. Ve cumhurbaşkanları sadece ve sadece tek suç isnadından dolayı yargılanabiliyor: Vatana ihanet...Vatana ihanet cumhurbaşkanlarının görevi kapsamında mı?Zaman ve enerji kaybından başka bir şey değil ama bu tartışma hala devam ediyor.Ne yazık ki Türkiye’nin anlı şanlı hukukçuları, bazı yargıçları, siyaset adamları mevcut uygulamayı savunabiliyor...Şimdi sırada daha yakıcı bir hukuk ve anayasa tartışması var: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi kaç yıl?Aslında yürürlükteki Anayasa’da süre açık ve net: 5 yıl...Fakat, muhalefet 5 yıl derken, iktidar 7 yılı savunuyor. Onun için de Meclis, yeni bir yasa ile tartışmayı noktalamaya çalışıyor.Yasa tasarısı, Anayasa Komisyonu’nda muhalefetin tüm itirazlarına karşın iktidar milletvekillerinin oylarıyla kabul edildi. Muhtemelen yarın veya öbür gün de Genel Kurul gündeminde ele alınacak. Ve çok büyük bir aksilik çıkmaz, Başbakan Tayyip Erdoğan farklı bir karar ve değerlendirmeye varmaz ise sözkonusu yasa bir kaç gün içinde Meclis’te kabul edilecek.Meclis, yasa ile anayasa hükmünü değiştirecek...Tabii ki iktidar sözcüleri, Türkiye’nin sayılı anayasa profesörlerinden biri olan AKP’li Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu aksini savunuyor; “Anayasa değiştirmiyoruz, Anayasa’ya uygun bir yasa çıkarıyoruz” diyor.Fakat tarafsız hukukçuları ikna edebilmeleri zor.Örneğin, Mine Şenocaklı’ya konuşan Eski Yargıtay Başkanı Profesör Sami Selçuk, Meclis’in bu yasayı çıkarması halinde “yetki aşımı” yapmış olacağını belirtiyor ve düzenlemenin de hukuk deyimiyle “butlan”, yani geçersiz olacağını savunuyor.İktidar çoğunluğunun, bu ve benzeri bütün saygın hukukçulardan gelen uyarılara kulak tıkayıp yasayı Meclis’ten geçireceği anlaşılıyor.Sonrası mı?Sonrası bu etik ve anayasal açıdan tartışmalı yasa, tıpkı fitili ateşlenmiş bomba gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kucağına bırakılacak.