Anakara’da son günlerde bir yandan siyasi hava sertleşip, liderler arasında gerilim ve kavgacı üslup yükselirken diğer yandan da iktidar odaklarında özellikle bazı siyasi davalar ve uzun tutukluluk süreleri konusunda rüzgar karışık yönlerden esiyor.Bunun farklı nedenleri olabilir. Ancak özellikle geçen hafta emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “terörist” suçlamasıyla tutuklanıp Silivri’ye gönderilmesi ve ardından gelen tartışmalar, Ankara’nın havasında, yargı, özel yetkili yargı ile ilgili değerlendirmelerinde ciddi farklılıklar oluşmaya başladığının ipuçlarını veriyor.Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Başbuğ’un tutuklanmasına verdiği ilk tepkide sergilediği tutuklamaya karşı tutum önemliydi. Başbakan Erdoğan’ın Başbuğ’un tutuklanmasına karşı çıkışının ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, çok daha net bir tutum ortaya koydu.Uzun tutukluluk süreleri konusunda “Kimsenin cezaevine atılması ve uzun süre içeride kalması bizi memnun etmez” diyen Arınç şöyle devam ediyor:“Kendinizi o kişilerin yerine koyun. Bir saniye, bir dakika, bir gün şahsi hürriyeti bağlayıcı ceza bir insan için en büyük işkencedir. Bugün gazeteci milletvekili arkadaşımız var içeride. Her zaman söylüyorum, milletvekilinin yeri parlamentodur. İçerideyken seçilmiş olması onun derhal tahliye edilmesini gerektirir. Bunun lamı, cimi yok. Milletin oy vererek parlamentoya gönderdiği insanı hiçbir sebeple içeride tutmaya hakkınız yok...Ben temennimi ifade ediyorum... Bizim yargıdan beklentimiz yazılı hukukun şanına biraz da vicdanlarını koyacaklar. Hukuku uygulayan yargıçtır. Böyle bir kanun maddesini sen özgürlükçü yorumla ele alırsan, özgürlük olur. Baskıcı yöntemle ele alırsan cezanın katmerlisini verirsin. O yüzden yargı bu sorunu kendisi çözecek. Bizim talimatımızla çözülecek değil.”Bunları söylerken elbette yargının bağımsız olduğunu, bu sözlerinin yargıya “talimat” anlamına gelmeyeceğinin altını çiziyor deneyimli hukukçu ve siyaset adımı Bülent Arınç.Başbakan’ın, Başbakan Yardımcısı’nın verdiği bu mesajların estirdiği rüzgar, İstanbul’a ulaşır mı, özel yetkili mahkemelerin kararlarını etkiler mi; kestirmek güç.Fakat birkaç günden beri yargı konusunda Ankara’da bir hareketlilik, bir trafik var. Örneğin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dün Adalet Bakanı Sadullah Ergin’le yaptığı görüşme de son derece önemli. Ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bu trafiğin dışında olduğu düşünülmemeli.Bu yoğun trafiğin ardından, özel yetkili mahkemelere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları doğrultusunda, uzun tutukluluk süreleri, görev ve yetki alanları konusunda bir ince ayar gelebilir.Örneğin Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yargı yerinin birkaç gün içinde değişmesi sürpriz olmaz. Yani Anayasa’nın 148. maddesi gereğince bu yargılama Yüce Divan’a gelebilir. Ardından tutukluluğu da kalkabilir.Ankara’da esen son rüzgarlara bakılırsa bu kuvvetle muhtemeldir.Hatta sadece Başbuğ da değil, Ergenekon sanığı Şener Eruygur’a da Jandarma Genel Komutanlığı dönemine ilişkin suçlamalar konusunda Yüce Divan kapısı aralanabilir.Bu arada, Ankara’nın, iktidarın “uzun tutukluluk süreleri”, özellikle de tutuklu milletvekillerinin “derhal tahliye edilmeleri” ile ilgili temennisinin özel yetkili yargıda nasıl bir yanıt bulacağı da elbette merak konusu.Bu çerçevede tıpkı geçmişte, Ergenekon ve Balyoz tutuklamaları generallere uzandığı ilk zamanlarda olduğu gibi, Adalet Bakanlığı’nın veya HSYK’nın üst düzey bir temsilcisinin gizlice İstanbul’a gitmesi ve özel yetkili yargıyla görevli başsavcıvekili ile sürpriz bir görüşme yapması da sürpriz olmaz.
Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ’un tutuklanıp cezaevine gönderilmesiyle tartışma yeniden alevlendi. Üstüne bir de Anamuhalefet Partisi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında Silivri Savcılığı’nın fezleke düzenlemesi konuyu siyasetin bir numaralı gündem maddesi haline getirdi.Her hafta salı günleri olduğu gibi dün de yine TBMM’de siyasi parti başkanlarının haftalık olağan şov günüydü. Partilerin grup toplantılarındaki ana tema, İlker Başbuğ’un tutuklanması ve yargı tartışmalarıydı.CHP Genel Başkanı Kemal kılıçdaroğlu, Silivri Savcılığı’nın hakkında hazırlayıp dokunulmazlığının kaldırılması için Meclis’e gönderdiği fezleke konusunda çok sert, çok ağır ifadelerle hükümete ve yargıya yüklendi.Tabii bütün bu sert tartışmalar devam ederken diğer yandan Meclis’in rutin gündemi de yürüyordu. Anayasa Komisyonu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi ile ilgili tartışmayı sonlandıracak formül üzerinde çalışıyordu.Türkiye Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylediği gibi gerçekten de değişiyor. İlerliyor da. Demokrasisi ilerliyor, ama bu değişim acaba ne kadar sağlıklı bir zeminde yürüyor? İşte o gerçekten tartışmalı.Yürürlükteki anayasa diyor ki; “Türkiye, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir...”Bu ifade siyasilerin de pek ağzından düşmüyor.Zaten olması gereken, özlenen de bu. Aksi takdirde hukuk devletinin olmadığı, sakatlandığı bir ortamda demokrasiden söz etmek mümkün değil.Peki, Türkiye hukuk devleti...Ama, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 5 yıl mı 7 yıl mı olacağına kim karar veriyor?Normal işleyen bir hukuk devletinde böyle tartışma olur mu? Siyasetçiler, kamuoyu aylar, hatta yıllardan beri cumhurbaşkanının görev süresinin kaç yıl olduğunu tartışır mı?Ama biz tartışıyoruz.Ta ki Başbakan Tayyip Erdoğan fikrini söyleyinceye kadar. Yakın geçmişi anımsayın. Aralarında Başbakan Yardımcılığı, AKP Genel Başkanlığı görevlerinde olan siyasetçilerin de bulunduğu pekçok AKP’li de dahil siyasetçilerin bir bölümü, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin anayasa hükmü gereğince 5 yıl olacağını “kişisel görüş” vurgulaması da yapma ihtiyacı duyarak söylüyordu.Hukuk açısından işin asıl sahibi, seçim işleri ve seçimle ilgili en üst yargı organı olan Yüksek Seçim Kurulu ise bu konudaki sorulara yanıt vermekten özenle kaçınıyordu.Fakat bu konuda 4 yıldan beri tartışmaları uzaktan izlemekle yetinen, yakın çevresine dahi renk vermemeye özen gösteren Başbakan Tayyip Erdoğan bir süre önce fikrini açıkladı:“Bizim görüşümüze göre Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 7 yıldır...”Hukuki mesele bu şekilde çözülmüş oldu.Şimdi iktidar çoğunluğu Meclis’ten yasa çıkarma çalışması içinde. Anayasada net olmayan hüküm yasayla belirlenmeye çalışılıyor. Hiç kuşku yok ki, Başbakan Erdoğan, “Bize göre Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5 yıldır” deseydi, yasa o şekilde çıkacaktı.Oysa bugün yaşanan sıkıntıyı önlemenin yolu anayasa değişikliği yapılırken bunu öngörebilmek ve görevdeki Cumhurbaşkanı’nın süresinin 7 yıl olacağını ek geçici madde ile anayasa hükmü haline getirmekti...Bir başka tartışma yıllardır devam eden yargı, özellikle de özel yetkili yargı üzerinden yürüyor.Emekli Genelkurmay Başkanlarını özel yetkili mahkeme mi yargılayacak, yoksa Anayasa’nın 148. maddesinde yazıldığı gibi Yüce Divan mı?Özel yetkili mahkeme, “yetki bende” görüşünden hareketle emekli Genelkurmay Başkanı’nı hapse gönderdi bile.Çünkü özel yetkili yargı, “bu görev suçu değil” görüşünde. İktidardaki hakim görüş de öyle. Deniyor ki, “Başbuğ, terör örgütü kurmak, yönetmekle suçlanıyor. Bu, görevi kapsamına girmez.”İyi de 148. madde Cumhurbaşkanı’nın, Meclis Başkanı’nın, Başbakan ve bakanların da görevleriyle ilgili suçlamalarda Yüce Divan’da yargılanacağını hükme bağlıyor.Bugüne kadar örneği yok ama cumhurbaşkanlarının yargılanabileceği tek konu var: Vatana ihanet...“Vatana ihanet” cumhurbaşkanlarının görevleri arasında mı?Ya da geçmişteki Yüce Divan yargılamalarında suçlamaları düşünün... “İhaleye fesat karıştırmak, rüşvet, yolsuzluk, vb...”Bakanların, başbakanların böyle bir görevi mi vardı ki?Bu tartışmalı durum sürdürülebilir değildir. Yargıya, adalete olan güven ve inancı aşındırmaktan başka sonuç vermez.
“Kaderin cilvesi...”Türkçe’de çok kullanılan bir söz. Ve son zamanlarda özellikle de hukuk ve yargı alanında kaderin garip cilvelerini çokça yaşıyor ülkemiz.Taze bir örnek:Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in geçen hafta perşembe günü Milliyet’te demeci yayınlandı:“PKK’lılara terörist demek istemiyoruz...”Ertesi gün, emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, tutuklanıp cezaevine konuldu. Atılı suç: Terör örgütü kurmak, sevk ve idare etmek...Herhalde bu da kaderin garip cilvelerinden biri olsa gerek...Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, tuğgeneral, tümgeneral rütbelerinde görev yaptığı Güneydoğu birliklerinde yıllarca dağda, taşta terörle, teröristle mücadele etmiş, Genelkurmay Başkanı olarak bölücü teröre karşı yürütülen operasyonları sevk ve idare etmiş bir komutan. Ama o şimdi terör suçlusu olduğu iddiasıyla cezaevinde.Kaderin bu garip cilvesi bir yana. Emekli orgeneral Başbuğ’un “terörist” suçlamasını hak edip etmediği de bir yana, şimdi asıl tartışma yargılama merciinin neresi olduğu...Günlerdir bu tartışılıyor; İlker Başbuğ’un Anayasa’nın 148. maddesinde yazıldığı gibi Yüce Divan’da yargılanması mı gerektiği, yoksa İstanbul’daki özel yetkili yargının uygulanmasının devamının mı doğru olduğu...Hukuk çevreleri ikiye bölünmüş durumda.İktidar çevrelerinde, özel yetkili yargının uygulamalarının doğru olduğu kanaati hakim. AKP’li Anayasa Profesörü, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, mevcut uygulamanın, yani Başbuğ’un özel yetkili mahkemelerde yargılanmasının anayasaya uygun olduğu görüşünü açıklıyor. Muhalefet, özellikle de CHP ve MHP Başbuğ’un anayasaya uygun olarak Yüce Divan’da yargılanması gerektiğinde ısrarlı.Yargı çevreleri, özellikle de barolar uygulamaya itiraz ediyor. Barolar Birliği Başkanı Ahsen Coşar, yapılan işlemin hukuka, anayasaya aykırı olduğunu söylüyor ve Başbuğ’u ancak Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’nin yargılayabileceğini savunulyor.Yine dün konuştuğumuz Ankara Barosu Başkanı Profesör Metin Feyzioğlu, uygulamaya şiddetle itiraz ediyor. İstanbul’daki özel yetkili mahkemenin Başbuğ’la ilgili tasarrufunun, açık bir anayasa ihlali olduğunu belirtiyor.Anayasa’nın 148. maddesini hatırlatıyor Feyzioğlu:“148. madde açık ve nettir. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar, yüksek yargının başkan ve üyeleri ile başsavcı ve vekilleri, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları ve jandarma genel komutanı, görevleri ile ilgili işlediği iddia edilen suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanır. Bu kesindir...”Feyzioğlu 148. maddeyi söylüyor, başka hukukçular da öyle. Ama bir de 145. madde var anayasada. “Devlet güvenliğine karşı işlenen suçların her halde adliye mahkemelerinde görüleceğine” ilişkin hüküm. Zaten halen cezaevinde bulunan emekli kuvvet komutanları İbrahim Fırtına ve Özden Örnek’in özel yetkili yargı kapsamında tutulmasının gerekçesini de bu hüküm oluşturuyor.Şimdi aynı hüküm çerçevesinde emekli Genelkurmay Başkanı Başbuğ da özel yetkili yargıda yargılanıyor.Feyzioğlu, “Bu son derece vahim bir durumdur. Böyle şey olmaz, olamaz” diyor ve ekliyor:“Roma hukukundan beri işleyen temel bir kural vardır: Özel hüküm her zaman genel hükümlerin önüne geçer. Anayasa’nın 148. maddesi de özel hükümdür. Kişi ile ilgilidir. Bu hiçbir şekilde tartışılmamalıydı bile. Eğer bu yol açılır, bu davalar özel yetkili yargıya gitmeye başlarsa yarın neler olup biteceğini kimse kestiremez. Yarın birileri de diğer siyasi kişilikler için; başbakan için, bakanlar için aynı yolu işletmeye kalkar. Çok tehlikeli bir yol açılır...”Bu tartışmadan sonuç çıkar mı?Özel yetkili yargı alanında bugüne kadar görülen uygulamaya bakıldığında sonuç çıkması zayıf ihtimal.Zaten sözkonusu davanın İstanbul’da görülüyor olması bile başlı başına “özel” bir uygulama. Çünkü iddia edilen suçun işlendiği alan Genelkurmay Karargahı. Yani Ankara. Ama dava başından beri İstanbul’da görülüyor. Niye Ankara’da değil? Ankara’daki özel yetkili mahkemeye güven mi duyulmuyor?
Ana siyasi aktörler yeni yıla çok sert giriş yaptılar, önceki günkü grup konuşmalarıyla.Meclis’e, siyasete tam anlamıyla bir sertlik ve gerilim havası hakim oldu. Uludere faciası üzerinden yürütülen siyasi gerilim, siyasetteki yumuşama, barış ve istikrar beklentilerini ters yüz etti.Meclis’te önceki gün yaşanan sert tartışmaları, gerilimi BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la konuştuk. Başbakan’ın tutumundan, üslubundan yakınıyor Demirtaş ve şunu söylüyor:“Oysa böylesi açılı, olumsuz ortamlardan da hayır çıkarılabilir. Ama bunun için güçlü bir siyasi irade gerekiyor. Medya üzerinden konuşmakla, hakaret etmekle bir yere varılamaz. Başbakan Erdoğan, çözüm üretmek yanlısı görünmüyor, üslubunda ‘nereden incelirse orda kopsun’ resti var. Oysa Uludere’de yaşadığımız bu acı olay bile fırsata çevrilebilirdi. Ama Başbakan bizi suçlama, bize hakaret etme yoluna gitti...”“Sizin grup konuşmanız da sert ve suçlayıcı değil miydi?” diye sorduğumda yanıtı şu oldu Demirtaş’ın:“Bizim grup toplantımız, Başbakan’ın bize hakaretler yağdırdığı o konuşma öncesinde olsaydı benim konuşmam sert olmazdı. Ama Başbakan’ın o suçlamalarına, hakaretlerine cevap vermesem olmazdı...”Bizdeki siyaset yapma biçiminin doğası gereği “cevap”, bir başka cevaba ve suçlamaya zemin hazırlıyor. Karşılıklı cevap ve suçlamalarla da gerilim her gün biraz daha tırmanıyor. Bu da ülkeyi kimsenin arzu etmediği noktalara doğru sürüklüyor.“Haklısınız” diyor Demirtaş ve ekliyor:“Bu siyasal tartışma üslubu, biçimi, bizi iyi yerlere götürmez. Bu, gerilim ortamını daha da derinleştirmekten, ülkeyi kaotik bir ortama sürüklemekten başka bir yere götürmez bizleri. Biz bunu öteden beri görüyoruz ve söylüyoruz.Bugün tek çıkış yolumuz var; diyalog. Biz hep diyalogdan yana olduk.Başbakan, devletin istihbarat raporlarına bakarak karar veriyor, politika belirliyor. Oysa bizimle de görüşse, anamuhalefetle, MHP’yle birlikte hepimiz bir araya gelsek oturup konuşsak, sorumluluğu paylaşsak, birlikte çözümler üretsek daha sağlıklı olmaz mı? Bizce olur. Ama şu da aklımıza gelmiyor değil; Uludere olayının içyüzünü Başbakan bizden çok daha iyi biliyor, daha fazla bilgi sahibi. Acaba, dünkü kızgınlığı, bize yönelik hakaretleri, bizim üzerimizden başka yerlere mesaj vermeye mi dönüktü diye de düşünmüyor değilim.”Türkiye’nin mevcut siyasi gerilimin daha da tırmandırılmasını taşıyamayacağını söyleyen Demirtaş Başbakan Erdoğan’a diyalog çağrısı yapıyor:“Uludere’deki bu vahim olay olduğu gün biz siyasi parti başkanları bir araya gelip konuşabilmeliydik. Eğer aramızda o görüşme olsaydı dün (önceki gün) Meclis’teki o sert tartışmalar, suçlamalar olmazdı. Siyasetteki bu sertlik Uludere katliamından bile daha fazla gerilim çıkarıyor. Bunu artık görmeliyiz.Gün tansiyonu düşürme günü, diyalog günü olmalı. Gerilimin kimseye fayda sağlamayacağını görmeliyiz artık. Diyalog için Başbakan öncülük yapmalı, ülkeyi başka bir atmosfere taşımalıdır. Ülkenin bugün içinde olduğu bu kadar ağır gerilim, bu kaotik atmosfer hiç doğru değil, tehlikeli...”Evet bu ortam, sürdürülebilir değil. Demirtaş, “tek çıkar yol diyalog” diyor. Haklı, bu ağır havanın, bu yüksek gerilimin bir an önce dağıtılmasını sağlayacak tek yol siyasi diyalog mekanizmalarının işletilmesi...Ama nasıl? İlk adımı kim atacak?
Uludere faciası ülkenin ve siyasetin gündemini darmadağın etmiş durumda. Şimdi siyaset bu facianın, bu ağır insanlık dramının faturasının kime kesilmesi gerektiğini tartışıyor. Bir yandan ölen masum insanların arkasından gözyaşı döker gibi yapılıyor ama bunu siyasi ranta dönüştürme gayretleri de dikkatten kaçmıyor.BDP bu faciayı fırsat bilip, tabanını genişletmek gayretlerini sonuna kadar kullanıyor. CHP ve MHP hükümet politikalarını ağır ifadelerle eleştirmekteki haklılığının kanıtı olarak görüyor, gösteriyor.AKP ve Başbakan Tayyip Erdoğan da bu olay üzerinden bir yandan BDP’yi bölücülükle suçlarken diğer yandan da Mustafa Muğlalı üzerinden 70 yıl önceki tek parti yönetimini, İnönü CHP’sini yerden yere vuruyor.Ve bütün bu siyasi polemik, affedilmez bir hata (istihbarat veya sevk ve idare hatası) sonucu bombalanıp öldürülen 35 masum insanın cenazeleri ardından yapılıyor.Başbakan Erdoğan belli ki BDP’ye çok kızıyor. BDP’nin teröre, terör örgütüne karşı sergilediği tutumu hazmedemiyor.Olabilir....Ancak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın BDP’yle ilgili olarak özellikle dünkü ağır ifadeleri normal bir siyasi polemiğin, tartışmanın çok ötesine taşan anlamlar taşıyor.Başbakan Erdoğan BDP’yi eleştirirken adeta konuştukça sinir katsayısı yükseliyor. Uludere faciasının ardından BDP’lilerin yaptıkları eylem ve açıklamalarını eleştirirken, “Her türlü milli, manevi, insani değeri ayaklar altına aldıklarını” iddia ediyor ve ekliyor:“Cenazeleri bile Kürt - Türk diye ayıranlar, iblisin yolunda, şeytanın izinde yürüyenlerdir...”Gerçekten de bu sözler normal siyasi tartışma, eleştiri boyutlarının çok ötesinde.Ancak bu kadarla da kalmıyor Başbakan Erdoğan:“Silahlı efendileriniz ipinizi gevşetmediği sürece siz tuvalete bile gidemezsiniz...”Başbakan’ın BDP’ye yönelik bütün eleştiri ve ithamları çok ağır ama özellikle bu son cümlenin altını çizmek gerekiyor.Başbakan bu cümleyi sözün gelişi veya öfkesini kontrol edemediği için söylemiş değil.Bu son cümle çok derin anlamlar taşıyor.Dün Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısındaki bu sözleri duyduğumda aklıma başka bir konuşma geliyor.Demeç olarak yazılmaması kaydıyla sohbet etmiştik. Başka gazeteci arkadaşlarım da vardı. Devletin zirvesinde olan bazı bilgiler anlatılmıştı o gün bizlere.Anlatılanların bazıları Başbakan Erdoğan’ın dünkü bu son cümlesiyle bire bir örtüşüyor.Özeti şu:PKK terör örgütünün lider kadrosu ile BDP’liler arasında doğrudan veya dolaylı bazı iletişim bilgileri bir süre önce devletin zirvesinde masaya serilmiş...Hatta BDP Eş Genel Başkanlarının bazı açıklamaları ve demeçleri, grup konuşmaları bire bir Kandil’den dikte ettiriliyormuş...Devletin üst kademesine bazı istihbarat notları geliyormuş. O notlarda terör örgütünün bazı hedef ve planlarının ertesi gün yapılan BDP grup toplantısında eş genel başkanın konuşmasıyla bire bir örtüştüğüne ilişkin bir değil, birden fazla örnek varmış...Başbakan Erdoğan’ın “silahlı efendi - ip” benzetmesi de muhtemelen bu istihbarat raporlarındaki verilere dayanıyor.Belli ki yasalar ve anayasa çerçevesinde faaliyet gösteren bir siyasi partinin, BDP’nin yasa dışı bölücü terör örgütü ile ilişkileri konusunda devletin üst katlarında kuvvetli bir dosya var...İşte bu durum, BDP’nin tutumu konusunda derin bir hayal kırıklığı yaratmış...Oysa kan ve gözyaşının durması için, en azından bu dönemde BDP’den daha yapıcı bir misyon üstlenmesi bekleniyormuş...Başbakan dünkü ağır sözlerle BDP’ye “çizgiyi daha fazla aşmayın, zorlamayın” mesajı veriyor.Fakat BDP’nin bugün durduğu noktada o mesajı ne ölçüde sağlıklı değerlendirebileceği meçhul. Özellikle SelahattinDemirtaş’ın şu sözleri dikkate alındığında:“...eğer bu mesele (Uludere faciası) kapatılırsa uluslararası mekanizmalara başvuracağız...”Yani, belki de Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası örgütlere şikayet edilecek...Bu gelişmeler hayra işaret değil.Bu yolun ülkeyi barış ve istikrara götürmeyeceği belli de inşallah geçmişte defalarca seyrettiğimiz gerilim filmleri yeniden vizyona sokulmaz...
Tartışmanın en önemli tarafı kuşkusuz “istihbarat” yanılgısı...Yanılgı, yanlış istihbarat veya yanlış değerlendirme var mı yok mu? Bu konuda kafa karıştırıcı bir tartışma devam ediyor.PKK terörü, terörle mücadele ve asker konularında sarsıcı haberleri hep birinci elden vererek bu alanda referans gazete niteliği taşıyan Taraf gazetesi iddiasında ısrarlı. Yanıltıcı istihbarat MİT’ten geldi, diyor Taraf yazarı Mehmet Baransu...Başbakan Tayyip Erdoğan ve MİT iddiayı yalanlıyor ama Taraf yazarı iddiasında ısrarlı...Eğer Baransu’nun bu iddiası doğruysa ortada vahim ötesi bir durum var.Bu konu Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’le dünkü görüşmesinde de enine boyuna tartışıldı. İstihbarat probleminin nereden kaynaklandığı, yapılan vahim hatada askerin, istihbaratın ne gibi ihmal ve kusurları olduğu veya olmadığı, enine boyuna konuşuldu. Bundan sonra da çeşitli düzeylerde bu meselenin epey konuşulup tartışılacağı anlaşılıyor. Çünkü bu feci olay öyle üstü kolay örtülebilecek, geçiştirilebilecek bir mesele değil. Ancak bu feci olayda tartışılması gereken birden çok nokta var.Örneğin, terör mücadelesinin en keskin, en yoğun biçimde yürütüldüğü bu coğrafyadaki kaçakçılık sektörünün nasıl işlediği, araştırmaya, tartışılmaya değmez mi?Denebilir ki; “Bölgede iş yok, aş yok. İnsanlar geçim sıkıntısı içinde kıvranıyor. İşsiz gençler ya dağa çıkıp PKK saflarına katılıyor ya da kaçakçılığı meslek ediniyor...”Ne yazık ki bugün iktidar sorumluluğu taşıyanlardan bile buna benzer ifadeler duymak şaşırtıcı olmuyor.Bu durum, vahim bir teslim oluşun ifadesi aslında.Devlet, “sosyal devlet” olmanın gereğini yerine getiremediği, işsizliği önleyemediği, vatandaşını doğru dürüst yasal gelir imkanlarına kavuşturamadığı için yasa dışı bir yol olan sınır kaçakçılığına yıllardan beri göz yumuyor.Yıllardan beri bu bölgede mazot ve sigara kaçakçılığı yapıldığını, çok sayıda ailenin gelirini bu yolla temin ettiğini bölgedeki kamu otoritesi biliyor. Muhtemelen, bu işi hangi ailelerin yaptığını da biliyor. Bunların bir kısmından istihbarat elemanı olarak yararlanılıyor da...Ve çatışma ortamının, düşük veya zaman zaman da orta halli denilebilecek yoğunluktaki savaş ortamının talihsiz bir “iş kazası!” meydana geliyor.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin savaş uçakları Türkiye Cumhuriyeti’nin kaçakçılık yapan vatandaşlarını bombalıyor...Kaçakçılık faaliyetleri bölgede görev yapan güvenlik ve istihbarat birimlerinin bilgisi dahilinde. Bu faaliyetten PKK’ya ciddi finansman sağlandığı da yine biliniyor.Ama kaçakçılık önlenemiyor.Acaba istense, önleme yolunda bir irade olsa, önlenemez miydi?Hem de güvenlik birimlerinin birinci derecedeki operasyon bölgesi kaçakçılık yolu haline gelmiş durumda...Türkiye 30 yıla yakın süredir PKK terörünü tartışıyor. Terörün siyasi ve etnik nedenlerinin yanısıra sosyo-ekonomik nedenlerini de konuşuyor. Hatta resmi görüş, ağırlıklı nedenini, sosyo ekonomik gelişmişlik düzeyine bağlıyor terör meselesinin.O nedenle onyıllardan beri bu bölgeyle ilgili her siyasi iktidar sayısız ekonomik paket açıp kapattı.Fakat bunların hiçbirinden ne yazık ki somut sonuç çıkmadı. Ama bölgenin sosyo ekonomik kalkınmasına ilişkin tartışma hep yapıldı.Sonuçta ne oldu?Örneğin Şırnak’ta ve Uludere ilçesinde 30 yıldan beri hangi iş ve istihdam alanları açıldı?Türkiye’nin en yoğun işsizliğinin, özellikle de genç işsizliğinin yaşandığı bu coğrafyada ne yazık ki istihdam yaratma, gelir yaratma yönünde kayda değer bir gelişme sağlanamadı.Bu faciada sadece istihbarat değil, çok daha derin zaaflar ve ihmaller olduğu ortada...
Gazeteler de tıpkı diğer şirketler gibi zaman zaman el değiştiriyor. Birileri kuruyor, geliştirip büyütüyor, itibar kazandırıyor, bir süre sonra ekonomik veya başkaca sebeplerle diğer bir sermaye sahibine satıyor.Türk basının yakın tarihinde bunun iyi ve kötü çok sayıda örneği var. (Nedense 30 yılı aşan meslek hayatım boyunca ben kendimi hep kötü örneklerin içinde buldum).Son örnek bizim gazetemiz Vatan’ın veMilliyet’in el değiştirmesi.Demirören ve Karacan ailelerinin yüzde 50’şer payla oluşturdukları DK Gazetecilik A.Ş tarafından satın alınmıştı Vatan ve Milliyetgazeteleri.İlk günlerde çok iddialı açıklama ve demeçleri vardı yeni patronlardan Ali Karacan’ın. “Dedemin gazetesi” deyip nasıl bir “Milliyet sevdalısı” olduğunu anlata anlata bitiremiyordu.Elbette güzel bir şey...Dedesi Ali Naci Karacan’ın kurup büyüttüğü, itibar kazandırdığı gazetenin yüzde 50 hissesi yeniden aileye dönüyordu. Bunun haklı gururunu, sevincini elbette yaşamalıydı Karacan.Ama bu işin duygusal yanı kadar, belki ondan daha önemli bir de ekonomik tarafı vardı. Yerine getirilmesi gereken bazı yükümlülükler vardı. Devir alınan şirketler için yapılması gereken ödemeler vardı.Vatan ve Milliyet gazetelerinin rekabet gücünün korunup sürdürülebilmesi için yatırıma,işletme sermayesine ihtiyaç vardı...Bu mali yükümlülüklerin nasıl yerine getirileceği belli; ortaklar pamuk elleri cebe atacaklar.Ama devir teslim törenleri bitip iş finansman noktasına gelince, Karacan ailesi yan çizmeye başlıyor.Mali yük bütünüyle Demirören ailesinin üzerine kalıyor. Karacanlar’ın yapması gereken yükümlülükleri de Demirören ailesi yapmaya başlıyor.İşin en ilginç yanı da 20 Temmuz 2011 günü Karacanlar DK Gazetecilik A.Ş Yönetim Kurulu üyeliklerinden istifa edip ortadan kayboldular.Bu tarih önemli. Çünkü 1 gün sonra yani 21 Temmuz 2011’de Karacanlar’ın sözleşme gereği taahhüd ettikleri sermayenin asgari tutarını yatırmaları gerekiyordu. 2.5 milyon TL’lik bu ödemeyi dahi yapmıyorlar ve bir gün önce de yönetim kurulundan çekiliyorlar.O günden bu yana hukuk ve yargı sisteminin dolambaçlı yollarında yıpratma savaşı veriyorlar.Peki verdikleri bu yıpratma savaşı ortaklarını, Demirören ailesini mi yıpratıyor?Bu durumun Demirören ailesini üzdüğüne kuşku yok.Ama olan asıl gazetelere oluyor...Vatan ve Milliyet gazeteleri, Karacanlar’ın ticaret mahkemesinden aldırdıkları tedbir kararları nedeniyle aylardan beri kayyum yönetiminde.Sıradan bir ticari işletme belki bir süre kayyum yönetimiyle hayatiyetini sürdürebilir. Ki bizim ülkemizde o bile çok zor, sıkıntılı bir süreçtir.Ama gazeteyi kayyuma yönettirmek olacak iş değil.Ki, bizler bunun sıkıntısını aylardan beri görüyoruz, yaşıyoruz. Bu durum gazetelerimize kan kaybettiriyor.“Dedemizin gazetesi” edebiyatını dillerinden düşürmeyenlerin bugün yaptıkları, yapmaya çalıştıkları, dedelerinin kurucusu olduğu Milliyet’i de, Vatan’ı da kundaklamaktan farksız.
Milletvekili maaşları ile ilgili sevimsiz tartışma devam ediyor. Dün son olarak Meclis Başkanı Cemil Çiçek de açıklama yapma gereği duydu.Doğal olarak Meclis’in itibarını ve milletvekillerini, yeni maaş düzenlemesini savunuyor Cemil Çiçek. “Maaş zammının geceyarısı çıkarıldığı” haberlerine içerlemiş. Sözkonusu yasal düzenlemenin daha erken bir saatte yapıldığını söylüyor.En çok da işin başında ortak uzlaşmaya “evet” deyip şimdi itiraz eden CHP yönetimine ve Ertuğrul Günay başta olmak üzere yüksek maaşları eleştiren milletvekillerine sitem ediyor Çiçek.Özellikle de CHP başta olmak üzere siyasi partilere “sorumluluktan kaçmayın” demeye getiriyor Meclis Başkanı:“Bu (maaş zammı) bir ihtiyaçtan kaynaklandı. Böyle bir düzenleme yapılması gerekiyordu. Kimsenin kendi başına yaptığı bir iş değildir. İlgililerin hepsinin (tüm siyasi parti yöneticilerinin) yetkisi, bilgisi ve belirli ölçüde de desteği ve katkısıyla bu yasa çıkarıldı. Şimdi tribünlere karşı böyle söyleniyor...”Evet demek ki bu maaş zammı işi tüm siyasi partilerin ortak yapımı...Olabilir, bunda yadırganacak bir durum yok. Meclis, elbette üyelerinin maaşını serbestçe istediği gibi belirleyecektir. Bunda eleştirilecek bir yan yok. Ama bunu kamuoyunun dikkatinden gizleyerek değil, kamuoyu ile tartışarak yapsaydı belki de daha makul, savunulabilir bir maaş ve zam oranı bulunabilirdi.İşin bir tarafı bu.İkinci ve daha önemli kısmı ise yapılan bu düzenleme ile Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin Avrupa’da en yüksek gelire sahip parlamenterler konumuna gelmeleridir.Bu düzeyde bir maaş hiçbir Avrupa demokrasisinde yok.Yani Türkiye bugün kişi başına düşen yıllık ortalama gelir yönünden Avrupa’nın en yoksul ülkesi. Ama milletvekillerinin elde ettiği maaş geliri bakımından ise birinci sırada.Şimdi denebilir ki;“Türkiye’nin kaderini belirleyen, belirleyecek olan kararların altına imza atan 550 seçilmiş vekilin aldığı maaş tartışma konusu yapılmamalı, bu ayıp bir durumdur...”Gerçekten de öyle. Ama bu işin aması var...Halkının yıllık ortalama geliri 10 bin doların altında olan ülkenin milletvekillerinin 70 bin doları az bulup bu rakamı 120 bin dolara çıkarmaları ne yazık ki mesele olur, tartışılır...Şu anda Türkiye’de olan da budur.Bugün Avrupa’nın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’te kişi başına düşen milli gelir 84 bin 200 dolar, Norveç parlamentosu üyelerinin maaş gelirlerinin yıllık toplamı ise sadece 90 bin dolar. Bizde henüz iki yılını doldurmadıkları için emekli olamamış ve henüz emekli aylığa alamayan vekillerin yıllık maaşları toplamı 70 bin, diğerlerinin ise yeni düzenleme ile 120 bin dolar olacak. Bu gelir Avrupa’nın hiçbir ülkesinde yok.AB’de yıllık ortalama kişi başına gelir bakımından Türkiye’ye en yakın ülke Polonya. Polonya’da kişi başına gelir 12 bin 440 dolar. Milletvekili maaşı ise 1.893 dolar. Yani Polonya halkının ortalama gelirinden yüzde 182,6 daha fazla maaş geliri elde ediyor Polonyalı vekiller. Bizde ise ortalama kişi başına gelir 9 bin 890 dolar, milletvekili maaşı, emekli aylığı dahil 10 bin dolar, yıllık gelir ise emekli aylığı hariç 70 bin, dahil edilirse 120 bin dolar. Halkın elde ettiği ortalama gelirin yüzde 1213 (yüzde binikiyüzonüç) oranında daha fazla maaş geliri elde edecek vekiller.Bu oran, bu dengesizlik hiçbir demokraside yok...Dünya Bankası’nın en son raporundaki ülkelerin 2010 yılı kişi başına milli gelir rakamlarını esas aldım. İnternette de Yılmaz Dağdeviren’in çeşitli Avrupa ülkelerindeki milletvekili maaşları ile ilgili araştırmasını buldum. Rakamlar yan yana getirildiğinde şu çarpıcı tablo ortaya çıkıyor:Bu tabloyu “milletvekilleri geçim sıkıntısı çekiyor, geleni gideni çok oluyor” diye izah edebilmek de pek kolay değil.