Cumhurbaşkanı’nın şike hassasiyeti...

5 Aralık 2011

Gündemin siyaset dışına kaymasında, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rahatsızlığı ve on günden beri istirahatte olmasının da etkisi kuşkusuz büyük. Erdoğan Ankara’da, direksiyon başında olsaydı gündemi şimdiye çoktan değiştirirdi.Geçen hafta sonunda önce şike iddianamesinin “yarın açıklanacağı” duyurusunun yapılması, ertesi gün de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün veto haberinin gelmesi spor ve siyaset dünyasını sarstı.Şimdi Türkiye yeniden futbolda kaosu ve Cumhurbaşkanının vetosunu tartışıyor.Cumhurbaşkanı yasayı veto gerekçesini yazılı olarak açıkladı. Ancak dün soru üzerine bir de sözlü açıklama yapma ihtiyacı duydu.Aylardır merakla ve heyecanla beklenen, parlamentoda iktidar ve muhalefet arasında ender rastlanan bir uzlaşmayla çıkarılmış olan bu yasayı neden veto etmişti Cumhurbaşkanı Abdullah Gül?Dün Çankaya Köşkü’nde yapılan TÜBİTAK Bilim Ödülleri töreninin ardından verilen resepsiyonda gazetecilerin sorusu üzerine veto gerekçesinin altını bir kez daha şu sözlerle çizdi Cumhurbaşkanı Gül:“Benim bir daha görüşülmek üzere yasayı Meclis’e göndermemdeki en önemli gerekçe, suç ve ceza arasındaki dengeyi kurmaktır.Suç ve ceza arasındaki dengede ölçüsüzlük ve caydırıcılık etkisinin yok olduğunu gördüm....”Yani Cumhurbaşkanı Gül, yapılan son yasal düzenleme ile şikeye verilen hapis cezalarının indirilmesinin bu alanda caydırıcılık etkisini yok edeceğini düşünüyor.Suç ve cezanın ölçülü bir denge içermesi gerektiğini söylüyor. Meclis’e bunu tavsiye ediyor.Cumhurbaşkanı Gül, sorunun “şike yasası” diye özetlenerek sorulmasına da itiraz ediyor. Meselenin sadece şikeye indirgenmemesi gerektiğini belirtiyor ve ekliyor:“Bu sadece şike yasası değil ki, sporun içindeki bütün alanlar var burada. Bahis var, sporda şiddet var, şike de var. Büyük bir düzenleme bu. Onun için suç ve ceza dengesi çok önemli. Takdiri Meclis yapacaktır ama mevcut haliyle (veto edilen yasa) bunun yeni suç işleyecek olanlara caydırıcılığının geniş alan içinde etkisizleştiği kanaati oluştu bende...”Cumhurbaşkanı Gül, veto ettiği yasanın spor suçları ve cezaları arasındaki “ölçülülük” ilkesini bozduğuna vurgu yapıyor.Denebilir ki şimdiki durumda ölçülülük ilkesi var mı?“Hangi hukuk devletinde şikeye 130 yıl hapis cezası öngörülüyor?” diye de sorulabilir.İşte zaten asıl sorun da bu noktada düğümleniyor. Yürürlükteki yasanın henüz mürekkebi kurumadan ilk uygulama sonuçları ortaya çıkınca, iktidar muhalefet uzlaşmasıyla alelacele yeni yasa çıkarılması gereği de bu sorun yüzünden çıkıyor.Ölçüsüzlük yasada değil uygulamada...Yasa koyucu, önceki dönem parlamentosunun çıkardığı yasanın uygulama biçimini görünce “amaç bu değildi” diye düşünmüş olabilir. Ayrıca, halen yürürlükte olan yasada şike suçunun DGM’lerin devamı niteliğinde olan “Özel Yetkili” mahkeme ve savcıların görev alanına gireceğini de öngörmemişti. Ama soruşturma, dava bu kapsamda yürütülüyor...Aslında yargı alanındaki bu tür ölçüsüzlük örnekleri sadece şike konusunda yaşanmıyor. Ergenekon, Balyoz, KCK operasyonları ve davalarında da pek çok ölçüsüzlük şikayetleri var. Uzun tutukluluk süreleri, milletvekillerinin hala tutuklu olmaları hala tartışılıyor.Sorun yasalardan çok uygulamada...

Devamını Oku

Bu tartışma bitmez...

23 Kasım 2011

Tüm hararetiyle, sertliği ile devam eden “Dersim” tartışması siyasetin ana gündemine oturmuş durumda.Başbakan Erdoğan önceki gün ilan ettiği gibi, dün partisinin il başkanları toplantısında belgelerin bir kısmını açıkladı.Bazı belgeleri gösteren Erdoğan katliamın bilançosunu da verdi:“1937-38-39 yıllarında Dersim’de maalesef büyük bir dram yaşanıyor. Havadan, karadan toplarla Dersim’de hareket eden her şey katlediliyor...”Bu dönemde Dersim’de toplam 13 bin 806 kişinin katledildiğini söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan tarihi bir açıklama yaptı dün ve şunu söyledi:“Eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim...”Evet 75 yıl önce yaşanan Dersim trajedisi cumhuriyet tarihinin acı bir sayfasıdır. Aradan geçen 75 yılda açılan yara belki kabuk bağlamıştır ama kuşaktan kuşağa aktarılan anılar hafızalardaki yerine korumaktadır.Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın devlet adına özür dilemesi son derece önemlidir. Bir ilktir...Meselenin bir yanı, olumlu olan yanı budur.Peki şimdi Başbakan’ın özür dilemesi ile bu tartışma, bu kavga burada bitecek mi?Elbette ki bitmeyecek. Aksine bundan sonra daha da boyutlanacak, daha da yaygınlaşacak ve büyüyecek bu tartışma.Çünkü Başbakan Dersim çıkışıyla belki cumhuriyet tarihinin acı, acıklı, dramatik bir sayfasını açıp, ülkenin, devletin tarihiyle yüzleşmesini hedeflemiyor sadece. Bunu yaparken aynı zamanda bu kanalla siyasi açıdan başka kazanımları da hedefliyor.Dersim trajedisinin sorumlusunu da tesbit ediyor Başbakan Tayyip Erdoğan. “CHP ve CHP zihniyeti” diyor ve bu nedenle de CHP’nin, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da özür dilemesini istiyor.CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzacebi’nin yanıtı gecikmiyor. CHP sözcüsü de Erdoğan’ın amacının Cumhuriyetle Mustafa Kemal Atatürk’le hesaplaşmak olduğunu iddia ediyor.Aslında 1930’ların ikinci yarısında, cumhuriyetin kuruluşundan 10 - 15 yıl sonra yaşanan Dersim trajedisinde siyasi sorumlu aranmaya kalkışıldığında hangi isimlerin ön plana çıkacağı biliniyor.1930’ların “CHP zihniyeti” Atatürk’ün zihniyetidir. O halde sorumlu kim?Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları...Yani dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanı Celal Bayar, önceki Başbakan İsmet İnönü ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak.Liste uzatılabilir ama hepsi de cumhuriyetin kurucu şahsiyetleri...Başbakan Erdoğan’ın amacı elbette Atatürk’ü hedef almak değil. CHP’yi, Kemal Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak.Başbakan bir anlamda cumhuriyetin ilk yıllarının, tek parti dönemi uygulamalarının bilançosunu çıkarıyor ve faturayı da CHP’ye kesiyor.Şimdi acaba CHP ve CHP’nin Dersimli Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu Erdoğan’a ne yanıt verecek? Dün Grup Başkanvekili Hamzaçebi’nin söylediği gibi, bu tartışmayı “Tayyip Erdoğan’ın Atatürk ve cumhuriyetle hesaplaşması” zemininde mi sürdürmeye çalışacaklar?Yoksa, “Başbakan’ın devlet adına özür dilemesi yerinde olmuştur. Biz de katılıyoruz. Ama bu yetmez, bu konuda bir de Meclis araştırması yapalım” mı diyecekler?Kılıçdaroğlu’nun ne diyeceğini bilmiyoruz. Ancak görünen şu ki, bu tartışmanın, geçmişe dönük hesaplaşmanın kapsamı genişleyecek.

Devamını Oku

Dersim hesaplaşmasından ne çıkacak?

22 Kasım 2011

Sanırsınız ki gündem kıtlığı var da yeni polemik konuları arıyor siyasi parti liderleri. Ülkede her şey güllük gülistanlık, tartışacak mesele kalmamış, o yüzden tarih sayfalarını karıştırıyorlar.Ve 75 yıl önceki olay tartışma gündeminin ilk sırasına oturtuluyor.Dersim elbette tartışılabilir. Tartışılıyor da zaten. Bu tartışmayı 70 yıldır yapıyor Türkiye. Ama siyaset en üst düzeyde ilk defa müdahil oluyor tartışmaya.İlk defa Başbakan tartışmada taraf oluyor. Son günlerde iktidarla anamuhalefet partisi CHP arasındaki Dersim polemiği giderek sertleşiyor.Başbakan Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Dersim tartışması üzerinden birbirlerine çok ağır ifadelerle yükleniyorlar.Özellikle de Kılıçdaroğlu’nun “Başbakan’ın zihin haritası Ermeni diasporasının zihin haritasıyla aynıdır” demesi Erdoğan açısından kolay hazmedilebilecek bir cümle değil.Başbakan Erdoğan dün Dersim’le ilgili özet konuştu. Asıl bugünkü il başkanları toplantısında önemli açıklamalar yapacağını belirtti. Muhtemelen bugün hem Kılıçdaroğlu’nun “Ermeni diasporası” benzetmesine çok ağır bir yanıt verecek hem de tartışmayı bir adım daha ileri götürecek bazı arşiv bilgileri aktaracak.Ardından Kılıçdaroğlu yeniden yanıt verecek. Belki bu arada tartışmaya başkaları da müdahil olacak.Peki bu tartışma Türkiye’ye ne kazandıracak?Dahası Tayyip Erdoğan’a ve partisine ne kazandıracak?Erdoğan’ın Dersim polemiğini diri tutmasındaki amacı belli: CHP’nin içini karıştırmak ve kamuoyu nezdinde yıpratmak. Dersim faciasının faturasını CHP’ye kesmek...Başbakan, Dersim polemiğinden belki de galip çıkabilir, CHP’yi kamuoyunun belli bir kesiminin gözünde itibarsızlaştırabilir.Ama acaba Dersim faciasının, Dersim katliamının sorumlusu bugünkü CHP midir?Hayır, değildir.Dersim’e eğer sorumlu aranıyorsa sorumlu cumhuriyet rejimidir. Cumhuriyetin kuruluş felsefesidir. Kişisel sorumluları arayacak olursanız en başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü, Celal Bayar’ı, Mareşal Fevzi Çakmak’ı bulursunuz.Ne yapacak Tayyip Erdoğan, “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi yanlıştır” mı diyecek? Ya da “Bu trajedinin, bu katliamın sorumlusu Atatürk ve yakın arkadaşlarıdır” mı diyecek?Elbette öyle demeyecek.“Sorumlu CHP zihniyetidir, İsmet İnönü’dür” deyip CHP’yi ve Kemal Kılıçdaroğlu’nu bu zeminde sıkıştırmaya çalışacak gibi gözüküyor.Bu arada Erdoğan’ın İstanbul’daki havaalanından Sabiha Gökçen isminin silinmesine onay vermesi zayıf ihtimal. Çünkü o yol açılırsa Atatürk, İnönü ve Bayar adları verilen tesis cadde ve bulvarların da gündeme gelme ihtimali var.Oysa meseleyi hiç oralara getirmeseler. İşin aslını tarihçilere bıraksalar ve yeniden kanatılan yaraları daha fazla kanatmadan yapıcı bazı adımlar atabilseler.Örneğin o katliam sırasında kaybolanların akıbetleri araştırılıp, mezar yerleri tesbit edilebilse...Ama pek öyle olmayacağı anlaşılıyor...

Devamını Oku

CHP’nin fay kırıkları derinleşiyor mu?

21 Kasım 2011

CHP’de suların durulacağını, Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki partinin, barış içinde, uyumlu ve kenetlenmiş biçimde koşar adım iktidara yürüyeceğini zaten kimse beklemiyordu. Bu zaten CHP’liliğin genel karakterine de, CHP’li sosyal demokratların siyaset yapma biçimine de uygun düşmüyordu.Parti içindeki hoşnutsuzluklar, homurdanmalar, mutsuzluklar, gruplaşmalar CHP’de öteden beri vardı. Ama önce seçim ve ardından yemin boykotu sırasında Genel Başkan ve parti yönetimini zora düşürmemek kaygıları ile yüksek sesle dile getirilmeyen eleştiriler, şimdi yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başlıyor.Şimdiki durum, henüz Kılıçdaroğlu ve ekibine karşı bayrak açma noktasına gelmiş değil. Şu an herkesin gidişattan memnuniyetsizlik ifade ettiği bir ortam var CHP’de.Bir de parti içi grupların hazırlıkları, safları sıklaştırma taktikleri ön plana çıkıyor.Yani CHP’de henüz bir sarsıntı, deprem havası yok. Ama parti içi fay hatlarındaki artan enerji birikimi ve hareketlilik yakın gelecekteki büyük depremin işaretlerini veriyor.6 - 7 ay öncesine kadar Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi iktidara taşıyacağına inananların önemli bir bölümü bugün ciddi hayal kırıklığı yaşıyor.Hayal kırıklığının tek nedeni 12 Haziran seçimlerinde umulan oy düzeyinin tutturulamaması değil. Aksine oy oranının düşüklüğü en az şikayet konusu. Sıkıntının kaynağı seçim sonrasında yaşananlar...CHP kulislerinde son günlerde sıkça konuşulan yakınma konuları şöyle sıralanabilir:- Tutuklu milletvekilleri için yapılan yemin boykotu ve sonrasında yaşananların burukluğu, hayal kırıklığı...- MYK’da (Merkez Yönetim Kurulu) gerçekleştirilen kapsamlı değişikliğin PM’ni (Parti Meclisi), parti örgütlerini ve milletvekillerini tatmin etmemesi...- Bazı il örgütleri ile ilgili gerçekleştirilen operasyonlar ve özellikle de Gürsel Tekin’in istifasından sonra bir türlü çözüme kavuşturulamayan İstanbul İl Başkanlığı sorunu, İstanbul örgütünde yaşanan karmaşa...- Bu gelişmeler nedeniyle Kılıçdaroğlu ve ekibinin yönetim anlayışına duyulan güvensizlik.- Güvensizlik şu anda sadece yönetim anlayışı ile sınırlı değil. Parti yönetiminin ülke gündeminin temel konuları ile ilgili izlediği politikadaki zigzaglar ve politika üretme becerisi de sorgulanıyor.Evet CHP’li muhalif olmayan, bugün hala parti yönetiminde olan isimlerin bile paylaştıkları yakınma konularının özeti böyle.Muhalifler, daha doğrusu partideki eski iktidar sahipleri, bu durumun sürdürülebilir olmadığını söylüyorlar.CHP üzerinde çok etkili bir ismin bu konuda dile getirdiği şu tesbit oldukça çarpıcı:“Bugün CHP yönetiliyor mu sanıyorsunuz? Hayır yönetilmiyor, politika üretilemiyor. Parti adeta bir savrulma hali yaşıyor...”Gerçekten de, yemin boykotundan tutun, Dersim tartışmalarına kadar bu savrulmaya pek çok örnek bulunabilir.Bu durum Kılıçdaroğlu’nun kafasındaki kurultaya kadar sürdürülebilir mi?Zayıf ihtimal.Parti içi kanatlarda, fay hatlarında görülen yüksek hareketlilik ve aşırı enerji birikiminin CHP’de yakın gelecekte güçlü bir sarsıntıya, depreme yol açma ihtimali daha güçlü.

Devamını Oku

Ne diyecekseniz zaman şimdi, ileride kimse bahane bulmasın

16 Kasım 2011

Meclis Başkanı Cemil Çiçek, doğal olarak gündelik protokol işleriyle de meşgul, Meclis Genel Kurulu’ndaki kavgalarla da Kamer Genç’in itilerek kürsüden indirilmesiylede. Ama asıl gündemi, asıl önceliği yeni anayasa. Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarının gündelik siyasi gerilimlerle aksamamasına büyük özen gösteriyor. En büyük kaygısı iç siyasette partiler ve liderler arasında giderek tırmanan gerilimin komisyona yansıması. Komisyonu bu tartışmaların sıcak atmosferi dışında tutmaya çalışıyor. Çiçek, yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili sorularımızı şöyle yanıtladı:31 Aralık’a kadar süre var- Siyasi partiler arasındaki gerilim, Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarını etkiliyor mu?Şu ana kadar bu çerçevede belli bir mesafe aldık ve belli bir çalışmayı ortaya koyduk. Tabiatıyla anayasa gibi zaten özünde zorlukları olan bir düzenlemenin yapılabilmesi için siyasi ortamın olabildiğince müsait olması lazım. Dışarıdaki her türlü sıkıntı, gerginlik şu veya bu şekilde etki edebilir. Orada görev yapan benimle birlikte 13 kişi elbette bu tartışmaları takip ediyoruz. Bu görevi yaparken mümkün olduğu kadar bu şartların dışında kendimizi mütalaa etmemiz lazım. İkinci zorluk buradadır. Orada da benim düşündüğüm şey; bu tartışmalar kamuoyunda yapılıyor yapılacaktır. Buna kimse engel olamaz. Ama bu tartışmalara cevap olacak partilerin organları var, yetkili şahısları var. Bu tartışmaları onlar sürdürebilir. Bizim o tartışmaların dışında milletimizin beklentisi ve parti liderlerimizin mutabakatıyla oluşan bir komisyonda görevimizi bütün bu zorluklara rağmen yapmamız gerekiyor. Bu noktada da fazla bir seçeneğimiz yoktur. 30 yıldır birlikte şikayet ettiğimiz bir anayasa. İlk defa bir fırsat çıkmış. Yüzde 95 halk temsili var, 4 parti Meclis’te, değiştirebilirim bu anayasayı, diye irade ortaya koymuş. Biz bunu neticelendiremezsek o zaman şikayet ettiğimiz bu anayasa ile Türkiye yoluna ne kadar devam edebilirse o kadar devam eder; ne sıkıntılar çekildiği de ortadadır. O zaman siyaset kurumunun bu anayasadan çok fazla şikayet etme hakkı kalmaz. O zaman derler ki; değiştirseydiniz, yüzde 95 temsiliniz var, hepiniz bir araya geldiniz, ‘değiştireceğiz’ dediniz, ‘neden değiştirmediniz’ diye vatandaş bizlere sorar, Fazla alternatifimiz yok. Bazen ortam gergin olur, bazen sükunet... Bütün bu zorluklarla bizim bu anayasayı yapmamız lazım. Sadece komisyondaki 12, ben dahil 13 kişiye görev düşmüyor. Tabiatıyla en evvel siyasi partilerimize görev düşüyor. STK’lara meslek örgütlerine büyük görev düşüyor. Onlar da bütün bu şartlara rağmen eğer olumsuz kabul ediliyorsa bugünkü gelişmeler, görüşlerini ortaya koymalı, sürecin takipçisi olmalı, yeri geldiğinde de gereğini yapmayanlara tavır koyabilmelidir.- Yeni anayasa ile ilgili görüşler gelmeye başladı mı komisyona?Kurumsal olarak gelmedi. Bir iki partinin var. İade-i ziyaret sırasında bana vermişlerdi. Geçmişte, bu komisyon kurulmazdan önce taslak çalışmaları olanlar var, onları aldık, istifade etmeye çalışıyoruz. STK’lardan şu ana kadar görüş gelmedi. Ama şahıslardan, 4 bin küsur kişinin açtığımız web sayfasından görüş bildirenler oldu. STK’lar en geç 31 Aralık’a kadar yazılı görüş bildirmek durumunda. 30 Nisan’a kadar biz bunları değerlendireceğiz, analizlerini yapacağız Özellikle meslek kuruluşlarının ve siyasi partilerin bu anayasa tartışmalarını Ankara’nın, İstanbul’un dışına taşırmaları lazım. Vatandaşın gündeminde olmalı bu konu, sıcaklığını devam ettirmesi lazım. Eğer ‘sıcak gündem’ diyorsak, bu anayasa sıcaklığı olmalı...- Üniversitelerin bu sürece aktif katılımı beklenmiyor muydu?Diyorum ki, kimse ilerde bize bahane bulmasın. Biz çağrıda bulunduk. Siz de yarın yazın, ‘Ey filanca örgütler, kurumlar ne diyecekseniz zaman şimdidir, ne duruyorsunuz?’ deyin. Ben başka ne yapabilirim ki? Biz herkese ulaştık, herkesin katkısını almaya çalışıyoruz. Buna rağmen insanlar veya kurumlar sürece katılmak istemiyorlarsa kendi bilecekleri iştir. Bir daha kimsenin bir şey demeye hakkı yoktur. O zaman biz bize katkı verenlerin düşünceleri çerçevesinde uygulamaları, tecrübeleri, dünya uygulamalarını dikkate alarak bir çalışma yapmaya çalışırız.Siyaset alanını genişletir- Süreci hukuki olarak ‘yeni anayasa hazırlama’ çalışması olarak mı, ‘anayasa değişikliği’ olarak mı değerlendirmek gerekiyor?Yeni anayasa diye yola çıktık. Yaptığımız 15 maddelik çalışma usul ve esaslarıyla ilgili konu da yeni anayasa için.- O zaman Anayasa’nın ilk üç maddesi de özüne dokunulmasa bile yazımı, ifade biçimi değiştirilebilir mi?Biz tahminlere dayalı bir çalışma yapamayız. Tespitlere dayalı ve adım adım giderek yaparız. Bu yeni anayasanın içinde ne olacak? Kaç madde olacak? Nasıl yazılacak, teknik yol - yöntem nasıl olacak? Mutabık kaldıkça bunları kamuoyuna açıklayacağız.- Şöyle bir algı yaygınlaşmaya başladı: Sanki yeni anayasa yapılacak bütün dertler bitecek. Belki de o yüzden şimdi her sorun yeni anayasaya havale ediliyor, beklenti çok yüksek tutuluyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?Bu bizim dışımızda. Yani komisyonun böyle beklenti çıtasını yükseltmesi sözkonusu değil. Daha önce de ifade ettim, anayasadan beklenen neyse, çağdaş bir ülkenin anayasası neyi nasıl çözerse, nereye kadar çözerse ona bakmamız lazım. Onu aşan bir anlam yüklemek, anayasa yapıldığı takdirde sıfır sorunlu bir ülke olacak gibi bir mübalaya, bir aşırı değerlendirmeye gitmek doğru değil. Yani bu anayasa yapılmazsa memleket batar veya da yapılırsa sıfır sorun gibi aşırı değerlendirmelere gitmek yanlış olur. Bu anayasa kendinden beklenen şey neyse onu yapar. Siyaset alanını genişletir... Çağdaş, demokratik bir ülkede anayasaların konumu nedir, ne görev ifa eder o çerçevede bu işe bakmak lazım.Başaramazsak, doğru olmaz- Siyasetteki gerilim ve tutuklu milletvekilleri sorununun işinizi zorlaştırabileceğini, var olan uzlaşma atmosferini zehirleyebileceğini düşünüyor musunuz?Ben bu noktada bardağın dolu tarafından bakarım. Niyetler üzerine bir çalışma yapamam ve doğru da bulmam. Komisyon üyesi 12 arkadaşla birlikte sorumluluk duygusu içinde bu çalışmayı başlattık, bir yere kadar geldik. Daha çok mesafe almadık, ama şu ana kadar yapılanları da küçümsemek doğru olmaz. Gerçekler üzerine biz bu çalışmayı yürütürüz ve kamuoyunun önünde yapıyoruz biz bu çalışmaları, kamuoyu bunları değerlendirir.- Başarılamazsa..?Başaramazsak çok doğru olmaz. Başaramazsak siyasete güven kalmaz. Siyaset kurumu çok kaybeder. Başaramazsak o zaman 30 yıldır neden şikayet ediyoruz? O zaman şikayet ettiklerimizi uygulamaya devam ederiz. Yani bunlar da benden kaynaklanan, benim söylediğim şeyler değil, hepimizin kabul etmesi gereken gerçeklerdir. Onun için herkes bu iş olacak diye bir çabanın içinde olmalı. Olumsuzlukları öne çıkararak, olumsuzlukları gündeme getirerek değil bu iş mutlaka olmalı diye partilerimiz teşvik edilmeli, çalışan arkadaşlarımız teşvik edilmeli. Herkes bu sürece katkı vermeli. Ha başka konuları tartışacaklarsa Türkiye’de yeteri kadar tartışma platformu var, tartışacak kişiler de var, onlar da tartışmaya devam etsin, biz de bu işimize devam edelim...

Devamını Oku

Ankara’yı sertleştiren hayal kırıklıkları...

15 Kasım 2011

Ankara - Şam ilişkileri bir süredir çok gergin. Şam’daki büyükelçiliğimiz ve bazı temsilciliklerimize yönelik saldırılar, bayrak yakma eylemleri gerginliği iyice tırmandırmış durumda.Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun önceki gün yaptığı sert açıklamaların ardından dün de Başbakan Tayyip Erdoğan Suriye yönetimini çok ağır ifadelerle eleştirdi.Erdoğan partisinin dünkü grup toplantısındaki konuşmasında bir zamanlar bölgedeki en yakın dostlarından biri olan Beşşar Esad’ı tam anlamıyla defterden sildi.Erdoğan, “Beşşar, zulüm ile abad olunmaz. Tarih bu tür liderleri kanla beslenen liderler olarak anar. Sen de o sayfayı açmaya doğru gidiyorsun” diyerek eski dostunun adının üstüne kalın bir çarpı işareti koydu.Oysa Suriye, 6 - 7 ay öncesine kadar Türkiye için, Başbakan Erdoğan için tam anlamıyla “komşu kapısı”ydı. Şam yönetimiyle ilişkiler iki ülkenin tarihlerinde görülmemiş derecede iyiydi. Tam bir bahar havası yaşanıyordu. Karşılıklı vizeler kaldırılmış, iki ülke ortak bakanlar kurulu toplantıları yapmaya başlamış ve karşılıklı olarak hem siyasi hem de ekonomik ilişkileri en üst düzeye çıkarma kararlılığı defalarca tekrarlanmıştı.Bugün ise tam tersi bir atmosfer yaşanıyor. Suriye ile ilişkiler İsrail’den bile kötü bir noktaya doğru hızla ilerliyor.Bunun başlıca nedeni elbette Arap Baharı ve özellikle de Tahrir muhalefetinin Mısır’da ulaştığı başarının ardından Suriye’deki rejim karşıtı muhalefetin yükselişi, Esad yönetiminin rejim karşıtı gösterileri kanlı bir biçimde bastırmaya çalışması.Bu durum, bölgede ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de rahatsızlık yarattı. İlişkileri gerdi.Ancak Ankara-Şam arasında yaşanan gerginliğin çok daha önemli bir başka nedeni şu:Esad’ın Ankara’yı uyutmaya, kandırmaya çalışması, verdiği hiçbir taahhüdü yerine getirmemesi...Suriye diktatörü Beşşar Esad, Ankara ile ilişkilerinde izlediği strateji ile başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmak üzere Ankara’yı büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.Ankara, Beşşar Esad’ın rejimi kademeli biçimde demokratikleştirmeye yöneleceğini umuyordu. Bunun için ABD başta olmak üzere Suriye’nin Batı ile ilişkilerinin normalleşmesi için Türk Dışişleri yoğun çaba gösteriyordu.Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bakanlığı öncesinde Başbakanlık Başdanışmanı sıfatıyla Şam’a gizli ve açık 50’ye yakın ziyaret yapmış, Esad‘la aralarında önemli bir dostluk ilişkisi oluşmuştu. Aynı şekilde Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül ile de son derece iyi ilişkiler içindeydi Esad.Ve yapılan görüşmelerde, Cumhurbaşkanı Gül de Başbakan Erdoğan da Dışişleri Bakanı Davutoğlu da hep yükselen demokratikleşme ve özgürleştirme dalgası konusunda uyarmışlardı Esad’ı.Bizzat Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bu coğrafyada artık kapalı, demokrasi dışı rejimlerin ayakta kalamayacağı” mesajını net biçimde vermişti Esad’a. Bu telkinlere hiç bir itirazda bulunmayan Esad’ın verdiği mesaj da hep rejimi demokratikleşme yönündeydi. Hatta Türkiye’nin demokrasi tecrübesinden istifade edeceklerini belirterek, ilk adımda gerçekleştirmeyi düşündüğü yerel yönetimler reformu konusunda teknik bilgi desteği istemişti.Ancak Arap Baharı her şeyi değiştirdi. İki ülke arasındaki ilişkileri ters yüz etti. Ankara artık Başşer Esad yönetimine “bitti” gözüyle bakıyor. Yeni yönetiminde söz sahibi olabileceği tahmin edilen muhaliflerle ilişkiler pekiştiriliyor.

Devamını Oku

Hüseyin Çelik: “O çadırlarda kış geçirilmez...”

14 Kasım 2011

VAN’I TAŞIMA PLANI...Van’da deprem sonrası yaşam koşulları günden güne ağırlaşıyor. Çadırlarda yaşam mücadelesi veren insanların çektikleri sıkıntı bölgede gece ısının eksi 8 derecelere düşmesiyle tam anlamıyla drama dönüşmüş durumda.Kış koşullarına bağlı olarak zorlaşan yaşam herkesi endişelendiriyor. Salgın hastalık riski çok yükselmiş durumda. Özellikle bebek ve çocuklar için çadırda yaşam savaşının çok zorlaştığı, yüzlerce çocuğun zatürre riskiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.Düne kadar sorun, bölge yeterli çadırın gelip gelmemesiydi. Şimdi ise çadır eksikliği hala devam ediyor ama artık çadırın sorunu çözmeyeceği de görülmüş durumda.Dün Van’daki durumu AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’le konuştuk. Çelik, doğup büyüdüğü Van’ın, Vanlı depremzedelerin yaşadığı sıkıntıları en yakından bilen, takip eden isim.Özellikle 5,6’lık ikinci deprem Vanlılar’ı iyice korkutmuş durumda. Artık evi sağlam olanlar bile evlerine girmekten korkuyor. Çadırlarda yaşamaya çalışıyorlar ama o da çok zor...O yüzden maddi imkanı yeterli olanlar, başka illerde yakını ve akrabası olanlar Van’ı terkediyor. Ciddi bir göç dalgası başlamış durumda.“Koşullar çok ağır. İnsanlar geçici olarak da olsa sığınacak bir yer arıyor. Doğal olarak yakınlarının yanına gidiyorlar” diyor Hüseyin Çelik ve kendi ailesiyle ilgili de çok önemli bir ayrıntı veriyor:“Benim ailem de dört parçaya bölündü. Ağabeyim Van’da kaldı. Annem babam Ankara’ya geldi. Ailemin bir kısmı Gaziantep’e gitti, bir kısmı İstanbul’a. Bu zorluğu, bu sıkıntıları bütün Vanlılar, hepimiz yaşıyoruz...”Çelik’in belirttiği gibi imkanı olanlar geçici olarak kendilerine sıcak bir yaşam alanı bulabiliyor. Ama ya gidecek yeri olmayanlar, imkanları kısıtlı olanlar ne yapacak? Çoluk çocuk o çadırlarda kışı nasıl geçirecekler?“Hayır o çadırlarda kış geçirilmez, geçirilemez” diyor Hüseyin Çelik.Çadırın çok kısa vadeli geçici çözüm olduğunu belirten AKP Genel Başkan Yardımcısı, orta vadeli çözümün ise konteyner sistemi olduğunu söylüyor. Konteynerlerin ihalesi yapıldı, önümüzdeki günlerde monte edilmeye başlayacak ama kaç aileye yetecek? İhtiyacı karşılayabilmek mümkün değil.Bunun için hükümetin üzerinde çalıştığı 3 alternatifli geçici bir göç formülü var Van için. Yani halen Kızılay’ın yazlık çadırlarında eksi 8 derecede yaşam mücadelesi veren depremzedeler kış ayları boyunca başka illerde iskan edilecek.Çelik üç aşamalı formülü şöyle anlatıyor:“Önce depremzedelerden talep alınıyor. Bu talebe göre ihtiyaç ortaya çıkacak. Yani kaç aileninin, kaç kişinin başka yerlerde barınmasının sağlanması gerektiği bugün yarın ortaya çıkacak.Bunun ardından bu insanlarımızın nerelerde nasıl barındırılacağı belirlenecek.Birinci alternatif kamu kurum ve kuruluşlarının misafirhane ve sosyal tesisleri. Şu anda bu tesislerin kapasitesiyle ilgili bir döküm hazırlanıyor. Zorunlu haller dışında bu tesisler bütünüyle depremzedelere tahsis edilecek.İkinci alternatif olarak yazlık otel ve tatil köyleri. Otel ve tatil köyü sahiplerinin teklifleri alınıp bir değerlendirme yapılacak. Ki bazı otel sahipleri şimdiden resmi müracaatta bulundular. Örneğin Sayın Fettah Tamince (Rixos otelleri sahibi) 50 aileyi bahara kadar otellerinde barındırabileceğini taahhüt etti.Ayrıca yardımsever vatandaşlarımızın katkısı da bu noktada önemli olacak. Örneğin ikinci ev olarak tutulan yazlıklar da depremzede ailelerin iskanına tahsis edilebilir. Hayırsever vatandaşlarımızın bu konudaki öncülüğü büyük önem taşıyor...”Çelik’in ana hatlarını özetlediği geçici göç formülü için Milli Eğitim Bakanlığı da hazırlıklara başlamış durumda. Bakanlık bu konuda tüm illere bir genelge göndererek depremzede öğrencilerin tüm resmi ilköğretim okullarına misafir öğrenci olarak kayıt yaptırabilmelerine olanak sağlayacak.Evet Van için en azından kış koşulları geçinceye kadar yerinde çözüm çok zor. Tek çare geçici göç formülü...

Devamını Oku

Milli Eğitim nereye gidiyor?

2 Kasım 2011

Her dönemin en tartışmalı bakanlıklarından biri olageldi Milli Eğitim Bakanlığı. Şimdi de öyle.Ömer Dinçer’in Bakanlık koltuğuna oturması ve yeni eğitim yılına hızlı bir başlangıç yapmasıyla bazı kesimlerde, “Milli eğitim nereye götürülüyor?” sorusu sıkça soruluyor.Atılan en basit, en ufak adımdan derin anlamlar çıkarılıp, eğitimin milli karakteri, Cumhuriyetin temel ilkeleri aşındırılıyor mu, aşındırılmıyor mu, üzerine analizler yapılıyor.Aslında eğitim sisteminin gittiği yer ve yön konusunda kimsenin kaygıya kapılmasına gerek yok. Milli eğitim, ülkenin ulusal politika ekseninden farklı bir yere gitmiyor.Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in yapmaya çalıştığı, eğitim, öğretim ve özellikle de öğretmen kalitesinin yükseltilmesi, sistemdeki temel sorun noktalarının çözümüne dönük hazırlıkları adım adım hayata geçirmekten ibaret.Van’da yaşanan deprem felaketinin ardından Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in mesaisinin önemli bölümünü de bu sorun işgal ediyor. 14 Kasım’da yeniden başlayacak olan eğitimin aksaksız devam etmesi. Deprem’de hayatını kaybeden ve yaralanan öğretmenlerin anısının yaşatılması. Hasar gören okulların yenilenmesi ve yeni öğretmen atamaları gibi...Önceki gün muhabirimiz Kıvanç El ile birlikte ziyaret ettiğimiz Bakan Dinçer’le uzunca bir sohbet imkanımız oldu.Çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle Milli Eğitim Bakanlığı’nın organizasyon yapısında köklü bazı düzenlemeler yapılmış, yeni eğitim yılı da bazı yeni düzenlemelerle başlamıştı.Yapılan bu düzenlemeler ve kısa dönemde yapılması planlananlar yeni bir “reform” diye adlandırılabilir mi?“Hayır” diye itiraz ediyor Bakan Dinçer ve ekliyor:“Reform zihniyette olur, araçlarda, stratejide olur. Ben bugüne kadar yaptıklarımızı reform diye adlandırmıyorum. Biz eğitimi geliştirmeyi amaçlayan bir altyapı hazırlıyoruz..”Bakan Dinçer muhtemelen sistemde görülen temel aksaklıkları gidermekten başlayarak adım adım ilerlemeyi planlıyor. Önceliği organizasyon yapısının rasyonalleştirilmesine ve teknik altyapının güçlendirilmesine vermiş durumda.Peki milli eğitim sisteminin köklü bir reforma ihtiyacı yok mu?Bu ihtiyacın olduğu öteden beri söyleniyor, tartışılıyor. Ama bu çok da kolay bir iş değil. Her yöne çekilebilecek, hatta rejim sorunu haline bile dönüştürülebilecek nazik konular var. Şimdilik bunlarla meşgul değil Dinçer.Reform gerekmiyor mu?Elbette gerekiyor.Örneğin Dinçer’in dile getirdiği öğretmen niteliğinin yükseltilmesi için yapılması gerekenler ciddi bir reform hamlesi olarak değerlendirilebilir. Bu noktada acaba eğitim fakülteleri kapatılıp, öğretmen olabilmek için 4 yıllık yükseköğretim programının üzerine iki yıllık pedagojik lisans üstü eğitim koşulu mu getirilecek?Bu formülün önümüzdeki günlerde tartışmaya açılabileceği anlaşılıyor.Tabii ki reform deyince akla hemen gelen bir başka soru şu:İlk ve ortaöğretimde müfredatta köklü değişiklik yapılabilecek mi?“Sorunlu bir alan. Vakti geldiğince çözeceğiz” demekle yetiniyor Dinçer.İlkokullarda tüm öğrencilere ezberletilen ve her sabah okutulan “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” diye başlayan “Andımız değişecek mi? Milli Güvenlik Dersi kalkacak mı?” gibi hassas konulardaki sorulara yanıt bile vermiyor Dinçer.Anadilde eğitim ve Kürtçe seçmeli ders sorularını ise, “Ulusal politikamız neyse biz onu takip ederiz” diye geçiştiriyor.Özetle Dinçer ayakları yere basmayan, kutuplaşmaya ve tartışmaya açık konularla en azından şimdilik meşgul değil. Mevcut koşullarda eğitim sisteminin daha verimli, daha kaliteli işleyebilmesi için pratik adımlar atıyor...

Devamını Oku