Siyasi partilerde neden bu kadar belirgin lider hegemonyası var? Cevap için iktisadın temel ilkelerinden birini kullandık: “İnsan teşviklere karşılık verir”. İlkeye göre, ilk bakışta şaşırtıcı gibi duran bireysel davranışların gerisinde karar ortamını oluşturan kurallar yatar. Geçen yazıda teşhisi açıkladık. Parti liderinin partinin örgütü ve seçmeni karşısındaki büyük gücü uygulanan seçim sistemde seçmene birden fazla milletvekili için oy kullandıran çoklu (geniş) seçim bölgeleridir. İstanbul’un 70 milletvekili üç bölgeden seçilir. Büyük illerin seçim bölgeleri 10 ve üstü milletvekilinden oluşur. Liderin olağanüstü gücünün temelinde seçmenle temsilcisi arasındaki bağın bu şekilde kopartılması yatar.Olaya milletvekili olmak isteyen biri gözü ile bakalım. Seçilmek aday listesinde üst sırada yer almak halinde mümkündür. Sıralamayı kim yapar? Parti lideri. Bu anlama partinin lideri milletvekillerinin tek seçmenidir.Tekli (dar) seçim bölgesiİşin özü basittir. Genel başkanın mutlak hakimiyetini kırmak, yani onu “eşitler arasında birinci” anlamına lider haline getirmek gerekir. Bu ise ancak ve ancak liderin milletvekili tek seçmenliği özelliğinin yok edilmesi ile mümkündür.Tekli (dar) seçim bölgesi bu noktada devreye girer. Partinin her potansiyel seçmeni karşısında bir tek aday görür. Parti aday saptarken seçmeni hesaba katmak zorundadır. Çünkü seçmen, adayını beğendiği diğer partilerden birine oyunu kullanabilir.Türkiye belediye başkanlarını bu yöntemle seçmektedir. Yerel seçim sonuçları bu bakımdan çok öğreticidir. Sık sık belediye başkanının aldığı oy ile partisinin belediye meclisi için aldığı oy arasında iki yönde büyük sapmalar oluşmaktadır.İki tur ve ön seçimÖzetleyelim. Tekli (dar) seçim bölgesi, milletvekilini lider karşısında güçlendirir. Parti disiplini bahanesi ile lider hegemonyası tesisini engeller. Partiyi aday tespitinde seçmenin eğilimlerini göz önünde tutmak zorunda bırakır. Bunlar sağlıklı demokrasinin önkoşullarıdır.Tekli (dar) seçim bölgesi demokrasinin iki sorununa daha çözüm getirme potansiyelini taşır. Biri, aday tespitinin parti yönetim ve örgütünün dar çerçevesinden alınıp oy veren seçmenlere yaygınlaştırılmasıdır. Diğeri ise milletvekilinin kesin meşruiyetinin seçmenin yarıdan fazlasının oyunu alması ile sağlamlaştırılmasıdır. Tekli bölgede iki turlu seçim her iki koşulu tatmin eder. İlk turda bütün partiler birden fazla aday ile katılır. Seçmen ilk turda hem partiye hem de adaya oy kullanır. İkinci tur ise en çok oy alan iki partinin kendi içinde en çok oy alan adayları arasındadır. Biri, seçmen çoğunluğunun oyu ile milletvekili seçilir.Sistem demokratik ilkeleri yaşama geçirmektedir. Seçilen milletvekili seçmenlerin yarıdan fazlasının oyunu almıştır. Temsilî meşruiyeti tamdır. Seçilen milletvekili adayını ilk turda ona oy veren partili seçmen belirlemiştir. Parti oligarşisi etkisizleştirilmiştir. Ek bir önerim var. Seçimin ilk turunda kullanılan oylar barajsız nispi temsil ile ek temsilcilere dönüştürülür. Bu yöntemle yetkisi kısıtlı ikinci meclis (Senato?) bence yararlıdır. Küçük siyasi hareketleri de yasama organına taşıyarak demokrasiyi zenginleştirir.
Bilgi Üniversitesi birinci sınıflarına iktisada giriş dersinde G. Mankiw’in kitabını okutuyoruz. İlk dersin konusu iktisadın on temel ilkesidir. Bunlardan biri “İnsan teşviklere karşılık verir” der.Ne demek? Toplumu oluşturan bireyler karar alırken içinde yaşadıkları ortamın kurallarına bakarlar. Akıl dışı ya da yanlış gibi duran bireysel davranışların kararı aslında ilk bakışta görülmeyen kurallar tarafından teşvik edildiği için alınır.Bu ilke pek çok toplumsal olayın açıklanmasında fevkalade önemli bir analitik enstrümandır. Bu şekilde bakmayı öğrenmek bizi tasviri analiz sanma tehlikesinden korur. Çözümün esas unsurlarını görmeyi mümkün kılar.Lider hegemonyasıTürk siyasi yaşamında en yaygın şikâyet konularının başında siyasi partilerde lider hegemonyası gelir. Gerçekten, siyasi partilerde genel başkanın teorik olarak onu seçen parti örgütü üstünde olağanüstü güce sahip olduğu gözlenmektedir.Seçim öncesi, partiler milletvekili adaylarını belirlerken konu iyice alevlenir. Çünkü kamuoyu kimin milletvekili olacağına parti liderinin karar verdiğini, partiler kanununun ön seçim maddelerinin işlemediğini, vs. tekrar hatırlar.Lider hakimiyetinin çevrimselliği mükemmeldir. Seçimlerde parti adaylarını belirleme yetkisi, parti içinde lidere muhalefetin maliyetini çok yükseltir. Böylece lider kendisini seçecek örgütü seçer hale gelir. Dolayısı ile aday belirleme yetkisini korur.Yukarıda tasvir edilen durumu tüm gözlemciler kabul eder. Genel yaklaşım kabahati oyunun aktörlerinde, yani lider ve partililerin kişisel özelliklerinde bulur. Bazen lider partilerine oy verdikleri için seçmeni suçlayanlar bile çıkar. Halbuki ortada lider hegemonyasını teşvik eden bir sistem vardır. Bir dizi ilgisiz gibi duran kural, katılanların iradelerinden bağımsız şekilde bu sonuca yol açar. Söz konusu olan seçim sistemidir.Çoklu bölgenin ürünüdürTemsili demokrasi, adı üstünde, vatandaşın kamu yönetimine şahsen değil, bir temsilci aracılığı ile katılmasıdır. Dolayısı ile temsil mekanizmasının nasıl çalışacağı büyük önem kazanır. Seçim sistemi bunu düzenler.Demokrasinin beşiğinde tekli (dar) seçim bölgesi vardır. Az çok eşit nüfus bir seçim bölgesidir. Bölge seçmenini bir kişi temsil eder. Adaylar arasında en yüksek oyu alan temsilci (milletvekili) seçilir. Seçmenle vekili arasındaki doğrudan ilişki lider sultasına karşı en büyük güvencedir. Seçmen sadece partiye ve liderine değil, aynı zamanda adaylara da bakarak oyunu kullanır.Türkiye çoklu (geniş) seçim bölgesi sistemini tercih etmiştir. İstanbul’un 70 küsur milletvekili üç seçim bölgesinden seçilir. Seçilenler anonimdir. Seçmenin parti liderine oy vermekten başka çaresi yoktur. Zaten adayları da lider belirler.Durum çok açıktır. Çoklu (geniş) bölge sistemi kaldığı sürece lider hegemonyası engellenemez. Çünkü sistem tarafından teşvik edilmektedir. Alternatif önerimi bir başka yazıda anlatacağım.
İyimserle kötümser arasındaki farkı anlatmak için bardak örneği kullanılır. İlkinin yarı dolu gördüğü bardağa diğeri yarı boş dermiş. Benim iyimser kişiliğim biliniyor. Nitekim cumhurbaşkanı seçimi sırasında oluşan fırtınadan bile olumlu sonuçlar bekliyorum. Ünlü “amaçlanmayan sonuçlar kanunu” yaşamın her alanında karşımıza çıkar. Önemsediğiniz bir amaca ulaşmak için eylem planı yapar ve uygularsınız. Hesapta olmayan birçok etken devreye girer. Süreç amacınızın tam zıttı bir durumla sonuçlanır.Türkiye’nin bazı iktidar odakları yeni cumhurbaşkanının AKP meclis çoğunluğu tarafından seçilmesine karşı çıkıyordu. Onları temsilen CHP seçimi Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Cumhurbaşkanı Anayasa’da öngörülen yöntemle seçilemedi.Bunun üzerine Anayasa değiştirildi. Cumhurbaşkanını iki turlu seçimle doğrudan halkın seçmesinin yolu açıldı. Böylece AKP’li cumhurbaşkanı karşıtlarının daha da istemedikleri bir sonuç ortaya çıktı. Sistemler üstüneParlamenter sistem yürütme organının (devletin) aileden miras kaldığı krallık ortamlarında gelişti. Gerçek güç halkın seçtiği meclise geçti ama hükümet hep “majestelerinin” kaldı. Krallıkla tutarlı tek demokratik çözüm parlamenter sistemdi. Cumhuriyette aileden miras devlet başkanlığı olmaz. Yani yasama organına ek olarak yürütmenin başının da seçilmesi zorunludur. En doğalı yürütmenin başının yasama organı gibi halk tarafından doğrudan seçilmesidir. Başkanlık sistemi denir.Parlamenter cumhuriyet zorlama çözümdür. Yürütmenin başı yasama organı tarafından seçilir. Aynı anda meclisten çıkan hükümet yürütme organıdır. Dolayısı ile başkanın yetkileri sembolik tutularak yürütmede iki başlılık önlenir. 1982 Anayasası bu basit kuralları bozmaktadır. Bir yandan cumhurbaşkanını meclis seçer. Aynı anda cumhurbaşkanı çok geniş yürütme yetkileri ile donatılmıştır. Biraz tarih ve siyaset bilen herkesin kolayca öngörebileceği gibi bu tutarsız yapı sürdürülemez. Değişim başladıTürkiye’nin başkanlık sistemine geçmesini çeyrek yüzyıl önce savunmaya başladım. Nasıl olacağını tam bilmiyordum ama bu dönüşümün mutlaka gerçekleşeceğine hep inandım. Demek “amaçlanmayan sonuçlar kanunu” sayesinde olacakmış. Cin şişeden çıkmıştır. Süreci yavaşlatan senaryoya bakalım. Sezer Anayasa değişikliğini veto eder, ikinci oylamada üçte iki çoğunluk sağlanamaz, referandum takvimi sarkar, yeni meclis cumhurbaşkanını seçer. Ancak, anayasa değişikliğinde prosedür işlemektedir. Referandumda büyük çoğunlukla kabul edilecektir. Yani devreye giren mekanizmalar yukarıdaki yavaşlatılmış senaryoda bile en geç 2014’te cumhurbaşkanını halkın seçmesini sağlamaktadır.Sorun ilk adımı atmaktı. Başkanlık sistemine kolay geçilir. Seçmenin yüzde 50’den fazlasının oyunu almış cumhurbaşkanının yetkileri çabuk artar. Kendi hesabıma bu büyük dönüşümü tetikledikleri için Baykal ve yandaşlarına müteşekkirim.
Genellikle ekonomi yazıyorum. Ekonomi ile doğrudan ya da dolaylı ilişkisi zayıf olaylara gündemde öne çıksalar bile girmiyorum. Bu kuralı ancak çok önemli kabul ettiğim bazı durumlarda bozuyorum. Türkiye’de yeniden askeri darbe ihtimalinden söz edilmesi böyle bir durumdur. Tarafsız kalmak ya da sessizce geçiştirmek bence mümkün değildir. Özellikle darbeye karşı yurttaşların mutlaka bunu ifade etmeleri gerekir.Pazartesi günü gazetelerde askeri darbe karşıtı bir bildirinin çok sayıda yurttaş tarafından imzalandığı haberi çıktı. Okuyucularım arasında bildiriye ulaşamayanların çok olacağını düşünerek olduğu gibi köşeme taşımaya karar verdim.***YURTTAŞ BİLDİRİSİ27 Nisan 2007 gecesi yayınlanan Genelkurmay Başkanlığı muhtırası, zaten kısıtlı olan demokrasimizin çok ağır yaraladı.Askeri bürokrasinin siyasi alana müdahale etmesi, siyasetin silahların gölgesinde yürümesinin doğal karşılanması, rejimin asker vesayeti altında olması kabul edilemez. Genelkurmay Başkanlığı’nın muhtırası demokratik rejime yönelik açık bir tehdittir ve yasalara göre suçtur.Biz aşağıda imzası bulunan yurttaşlar bu muhtırayı açıkça reddediyoruz!..Bugün siyasal, ekonomik, sosyal alanda yaşadığımız kriz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle de aşılamayacak derinliktedir. Cumhurbaşkanı seçiminde oy veren seçmenlerin yarıya yakınının siyasi tercihlerinin mevcut seçim yasaları ile parlamentoya yansımayacağı bir sistemde kriz devam edecek; yeni bir genel seçim de krizi çözmeyecek ve sadece kısa bir süre için erteleyecektir.12 Eylül rejimi bütünüyle tıkanmıştır.Bugün yaşanan sorunların temelinde, 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası ve bu Anayasa’nın kurguladığı rejim vardır. Türkiye, içinde bulunduğu bunalımdan kalıcı biçimde çıkmak istiyorsa, bir an önce bu Anayasa’dan kurtulmalıdır.Ülkemiz; özgürlükçü, çoğulcu, barışçı, demokratik, laik anlayış ortak paydasında, hukukun uluslararası ilkeleri ve değerleri ile örülmüş yeni bir anayasaya kavuşmadıkça, keza seçim barajları kaldırılarak toplumun bütün kesimlerinin siyasal temsiline olanak tanıyan bir Seçim Yasası benimsenmedikçe sürekli kriz üreten bu yapıyı ve krizden beslenen odakları etkisiz kılmak mümkün değildir.Oysa son günlerde yaşananlar, olması gerekenin tam aksine, ” vesayet demokrasisi “nin açık darbeye dönüştürülmesi için bahaneler arandığını gösteriyor. Bizler, laik cumhuriyetin muhtıralara yaslanarak değil ancak daha fazla demokrasi içinde yaşatılacağına inanıyoruz.“Ne mutlu Türküm demeyenler düşmandır” diyebilenlere yanıtımız açıktır: Düşman değil, tersine bu ülkenin sorumlu ve duyarlı yurttaşlarıyız ve yaratılan bu ortamda asla mutlu değiliz.Özgür, demokratik, laik Türkiye’yi korumaya kararlı yurttaşlar olarak demokrasiyi yok etmeye yönelen her türlü müdahaleye karşı direnme hakkına sahip olduğumuzu açıkça belirtiyoruz.
“Askeri darbe” sözcüğü tekrar canlandı. Önce, yakın geçmişte bir darbe planlandığı iddiası hareketli tartışmalara yol açtı. Derken Cumhurbaşkanı oylaması üzerine Genelkurmay Başkanlığı sitesine konan bildiri geldi.Benim neslimin yaşamı askeri darbelerin tarihçesi ile bire bir örtüşür. İlki beni Galatasaray’da lise 2 öğrencisi olarak yakaladı. Gençlik ve orta yaş dönemi onlarla geçti. Doğal olarak, emekliliğimde de darbe ihtimali beni yakından ilgilendiriyor.Öğrencilerimden izliyorum. Yeni nesillerin darbe deneyimi ya yok ya da çok kısıtlı. Halbuki nüfusun (ve okuyucularımın) büyük çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Biraz bilgilendirmek istiyorum.Darbenin tanımıTürkiye’de kavram kargaşası yaygındır. Bence Türkçenin siyasi eylem alanına dönüşmesi bunda etkili oldu. Örneğin, bir baktık ki “inkılâp” (reform) “devrim” (ihtilal) oluvermiş. O bakıma, kavramların iyi tanımlanması önem kazanıyor.“Askeri darbe” nedir? Benim deneyimimde çok açık bir karşılığı var. Asker yönetime el koyar. Nasıl? Seçimle gelen Meclisi kapatır ve Meclisin seçtiği hükümeti devirir. Yerine kendi yasama ve yürütme organları getirir. Rejimi yeniden oluşturur.Bu tanımla 1960 ve 1980 kesinlikle darbedir. Gene de aralarında önemli bir fark vardır. 27 Mayıs’ı TSK içinde çoğu küçük rütbeli subaylardan oluşan bir grup gerçekleştirdi. 12 Eylül ise TSK yönetimi tarafından emir-komuta zinciri içinde yapıldı.Asker Meclisi kapatmadan “darbe” yapabilir mi? Teoride zor ama elde 1971 vakası var. 12 Mart’ta TSK yönetimi Meclisten kendisine yakın bir hükümet ve yasal değişiklikler istedi. Meclis askeri darbeyi engelleyebilmek için talepleri kabul etti.1996’da daha ilginç bir durum yaşandı. 28 Şubat sonrasında Meclis açık ve hükümet yerindedir. Ama TSK yönetiminin müdahalesi siyasi partileri etkiledi. Darbe ihtimali Meclis aritmetiğini değiştirdi. Demirel’in devreye girmesi ile Erbakan hükümeti bitti.Karışık darbelerAskeri darbe tarihçesi bundan ibaret değildir. İki farklı darbe tipi daha var: Biri darbe içinde darbe, diğeri başarısız darbedir.Örneğin 27 Mayıs’ın hemen sonrasında cuntanın CHP kanadı kalıcı askeri rejim planlayan Türkeş ekibini tasfiye etti. Ardından TSK yönetimi Silahlı Kuvvetler Birliğini kurarak cuntayı pasifleştirdi. Keza 1971’de (9 Mart) TSK yönetimi asker içindeki radikal gruplarla hesaplaştı.Buna karşılık, iki açık askeri darbe girişimi sonuç vermedi. Albay Talat Aydemir 1962-1963’te emir-komuta zinciri dışında iki kez darbe denedi. Başbakan İsmet İnönü TSK yönetiminin darbe karşısında yer almasını sağlayınca mağlup oldu ve idam edildi.İşte, bizim neslin askeri darbe deneyimi, ana hatları ile yukarıdadır.
İki haftadır enflasyon yazıyoruz. Mart 2007’de gerçekleşen yıllık TÜFE artışını (yüzde 10.9) Merkez Bankası’nın bir yıl önce Nisan 2006’da açıkladığı tahminle (yüzde 5.1) karşılaştırdık. 5.8 puan sapmanın nedenlerini araştırdık. Epey yol aldık.Resmi söylemde döviz kuru, gıda ve enerji fiyatları gibi “arz şokları” çıkıyor. Sapmayı açıklamakta yetersiz kaldıkları görüldü. Aynı söylem “talep şoku” yokmuş gibi davranıyor. Bizim analizimiz ise çok farklı sonuçlara ulaştı. 2005 ortası ile Mayıs 2006 arasında özel tüketim ve özel yatırım harcamalarındaki artış bir iç talep balonunu tetikliyor. İç talebin üretimden çok daha hızlı büyümesi kaçınılmaz şekilde enflasyonist baskı oluşturuyor. “Saadet zinciri” nasıl oluşuyor? Aynı dönemde ekonomide büyük bir likidite bolluğu yaşanıyor. Merkez Bankası Parası verileri bunu doğruluyor. Geriye bir soru kalıyor. 2005 ortası ile Mayıs 2006 arasında para arzı neden hızlı arttı?Ünlü politika üçlemiİktisatçıların son dönemde pek sevdiği bir “küreselleşme üçlemi” var. Açık, ekonomilerde para politikasının sınırlarını saptıyor. Üçleme göre konvertibilite ile ya para politikası (faiz ve para arzı) ya da döviz kuru denetlenebiliyor, diğerini piyasa belirliyor. İkisini de kontrol etmek için sermaye hareketlerini kısıtlamak gerekiyor. Mekanizmayı izleyelim. Bir nedenle sıkı para politikası uygulamak için faizi yüksek tuttunuz. Yüksek faiz dış kaynak çeker ve ülke parası değer kazanır. Diyelim kur düzeyinden rahatsız oldunuz. Paranın değerini döviz alarak düşürme yoluna gittiniz. Yapabilir misiniz? Evet. Pekala ünlü “üçlem” ne oldu? Çalışıyor. Döviz alınca yerli para vermek zorundasınız. Likidite yani para arzı artar. Döviz alımları sıkı para politikasını yüksek faize rağmen gevşek para politikasına dönüşür. Üçlemden kurtuluş yoktur. Eminim bu hikaye size çok tanıdık geldi. Şimdi biraz da sayılara bakalım.Aşağıdaki grafikte Merkez Bankası’nın Ocak 2005 ile Mayıs 2006 arasında yaptığı döviz alımları milyar dolar cinsinden gösteriliyor. Çubuklar her ay alınan döviz miktarıdır. Tutarı sağ eksendedir. Çizgi ise alınan dövizin birikimli miktarıdır. Tutarı sol eksendedir.Döviz alımları ikiye ayrılıyor. Olağan ihalelerle yapılan alımlar genellikle aylık 500-700 milyon dolar arasında seyrediyor. Ayrıca 7 ayrı tarihte (yüksek çubuklar) 1 ila 5 milyar dolar arasında değişen döviz alım müdahaleleri yapılıyor.16 ayda Merkez Bankası’nın aldığı döviz miktarı 30 milyar dolardır. Alımlar 2005 yazında hızlanıyor. Haziran, Temmuz, Kasım ve Aralık 2005’de, ardından Şubat 2006’da büyük müdahaleler geliyor. Döviz alım grafiği geçen yazıda verdiğimiz para arzı grafiği ile birebir kesişmektedir. Para arzı grafiği de bir önceki yazıda verilen iç talep grafiği ile neredeyse özdeştir. İktisatçı için olay çok nettir. Döviz alımı para arzını, para arzı iç talebi, iç talep de enflasyonu patlatmıştır. Gerisi boş laftır. Mızrağı çuvala sığdırmaya yönelik beyhude çabalardır.
2006’da devreye giren enflasyon hedeflemesi rejimi “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” ilkelerini getirdi. Merkez Bankası kendi enflasyon tahminlerini açıklamaya başladı. Nisan 2006’da on iki ay sonrası için yıllık TÜFE’yi yüzde 5.1 tahmin etti. Ama Mart 2007 gerçekleşmesi 5.8 puan saptı, yüzde 10.9 oldu.Önce resmi söyleme uyarak “arz şoklarının” etkisine baktık. Sapmanın nedeni YTL’deki değer kaybı ve gıda fiyatlarındaki artış olabilir mi? Ayrıntılara girdik. Ama ikisinde de olağandışı hareketler bulamadık.Bunun üzerine resmi söylemde ihmal edilen “talep şoklarına” döndük. İç talebin ve milli gelirin artış hızlarını karşılaştırarak talep baskısını ölçtük. 2005’in ikinci yarısından itibaren iç talebin patladığını, yani büyük bir iç talep balonu oluştuğunu saptadık.Böylece birbiri ile bağlantılı iki soru gündeme geldi. İç talep balonu neden oluştu? Merkez Bankası neden görmedi?İç talep ve para arzıİnternet sayfasının en üstünde “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın temel amacı fiyat istikrarını sağlamak ve sürdürmektir” yazıyor. Merkez Bankası’nın hem hükümetten bağımsız hem de fiyat istikrarından sorumlu olduğunun altını çiziyoruz.Bağımsız ve fiyat istikrarından sorumlu merkez bankacılığı çok iyi tanımlanmış bir kavramsal çerçeveye dayanmaktadır. Özetle; para arzı, iç talep ve enflasyon arasındaki yakın ilişki iktisadın en eski teorisidir.Daha basit söyleyelim. İç talepte ani ve büyük artışlar olabilmesi için ekonomideki likiditede benzer bir bollaşma gereklidir. Tersinden bakarsak, nakit sıkıntısı iç talebi daima kısıtlayıcı bir etki yapar.Bunlar iktisadın altın kurallarıdır. Nominal harcamalar ve para arzı mutlaka beraber artar. Nedensellik para arzından talebe doğrudur. Bol likidite kredileri, bol kredi tüketim ve yatırım harcamalarını kamçılar. Likidite ise tümü ile Merkez Bankası’nın denetimindedir.Para arzı patlıyor“Para arzı” ölçülmesi karmaşık ve tartışmalı bir büyüklüktür. Teorik ayrıntılara girmek istemiyorum. “Emisyon” piyasadaki banknot miktarını gösteren dar tanımdır. “Rezerv para” bankaların Merkez Bankası’ndaki mevduatlarını kapsar. “Merkez Bankası Parası” tüm YTL yükümlülüklerini gösterir.Sonuncusunu (Merkez Bankası Parası) tercih ettim. TÜFE ile enflasyondan arındırdım (reel). Ocak 2003 tarihindeki değeri 100 alan bir endeks oluşturdum. 2005 başından günümüze seyri grafiktedir. Dikkat: reel para arzı endeksidir; para arzındaki değişim değildir.2003 başından 2005 ortasına kadar reel para arzı dalgalanıyor ama ortalaması sabit kalıyor. Endeksin Haziran 2005 değeri de 100. Fakat hemen ardından hızla tırmanmaya başlayor. Nisan 2006’da endeks değeri 168’e çıkıyor. 9 ayda reel para arzı yüzde 68 artıyor.Lafı dolaştırmayalım. 2005 ortasında iç talepte beliren balon reel para arzındaki ani artışla bire bir örtüşmektedir. “Saadet zinciri” para arzındaki hızlı büyüme sayesinde kurulmuştur. Yani 2006’da enflasyondaki yükselişin nedeni olarak karşımıza para politikası çıkmaktadır.
Siyaset yazmak için sürecin sonuçlanmasını bekliyoruz. Siyasette taşların yerine oturması zaman alacak, yani belirsizlik ortamı sürecektir. O arada enflasyon analizine giriştik. Son yılda enflasyon Merkez Bankası’nın ocak ve nisan 2006’da yayınladığı tahminlerden çok farklı seyretti. Hatırlatalım. Bir yıl önce Mart 2007 için yıllık TÜFE tahmini yüzde 5.1 idi. 5.8 puan yükselişle yüzde 10.9’a çıktı. Nedenlerini araştırıyoruz.“Öngörülemeyen arz şokları” olabilir mi? Açıklamaların iki “mutad şüphelisine” baktık. Döviz kurunda ve gıda fiyatlarında enflasyonun tahminden bu kadar çok sapmasına yol açacak olağanüstü gidişata rastlamadık. Her fiyat hareketini arz ve talep belirler. Arzı gördük. Geriye talep koşulları kaldı. Zaten enflasyonun tanımında nominal talebin sabit fiyatlarla üretimden büyük olması vardır. Daha açık söyleyelim. Maliyet artışları ancak talep varsa üretici tarafından fiyata yansıtılabilir.İç talep ve büyümeMilli gelir muhasebesi bilgilerimizi tazeleyelim. Ülke içi harcamaları iki kalemden oluşur: Tüketim ve yatırım. Tüketim de kendi içinde ikiye ayrılır: Özel kesim tüketimi ve kamu tüketimi. Üçünün toplamına “iç talep” denir. Üretilip satılmayan malları (stok değişimi) ve ihracat-ithalat farkını (dış talep) ekleyince milli gelire ulaşılır. Fiyatlar üzerindeki talep baskısını ölçmenin yolu iç talepteki değişimi milli gelirdeki değişimle karşılaştırmaktır. İç talebin milli gelirden hızlı artması fiyat artışlarını kolaylaştırır. İç talebin milli gelirden yavaş artması ise zorlaştırır. Ayrıca, sabit fiyatlarla (reel) milli gelir hesabında bazı ölçme sorunları vardır. O nedenle bu bağlamda cari fiyatlarla milli gelir serisi daha gerçekçi sonuç verir. Analizin güncelliğini de düşünerek çeyrek bazında cari fiyatlarla milli gelir verilerini kullandık. Örnek yapalım. 2006 ilk çeyrekte cari fiyatla iç talep artışı yüzde 23, milli gelir (GSMH) artışı ise yüzde 14 olmuş. Oranlayınca iç talebin milli gelirden yüzde 8 daha hızlı büyüdüğü çıkıyor. Halbuki 2006 son çeyrekte iç talep yüzde 17, milli gelir yüzde 18 artmış. Yani iç talep milli gelirden yüzde 1 daha yavaş büyümüş.Büyük iç talep balonu1988-2006 arasını kapsayan sonuçlar aşağıdaki grafikte yer alıyor. İç talep-büyüme ilişkisinden kolayca konjonktür değişmelerini izliyoruz. İç talebin güçlü olduğu dönemlerde oran sıfırdan büyük çıkıyor.2001 öncesinde dört iç talep patlaması göze çarpıyor: 1990, 1993, 1997 ve 2000. Oran 1990’da yüzde 7’ye, 1993’te yüzde 4’e, 1997 ve 2000’de yüzde 6’ya tırmanıyor. 2004 ortasında kısa süre için yüzde 4’e ulaşıyor.Bizi ilgilendiren 2005 üçüncü çeyrekte beliren son yirmi yılın en büyük iç talep balonudur. “Saadet zinciri” beş dönem sürüyor. 2006 birinci çeyrekte oran daha önce hiç görülmeyen bir düzeye, yüzde 8’e fırlıyor. 2006 son çeyrekte ufak eksiye dönüşüyor.Durum açıktır. Merkez Bankası’nın sonraki on iki ay için yüzde 5.1 enflasyon tahmin ettiği 2006 ilkbaharında Türkiye tarihinin belki de en büyük iç talep balonu içindedir. Yani sapmanın gerisinde talep koşullarının yanlış analizi yatmaktadır.Bu balon nasıl oluştu? Merkez Bankası neden görmedi? Bizi izlemeye devam edin.