İstanbul bir dünya kenti olma yolunda önemli adımlar atıyor. Ülkenin ve bölgenin en büyük metropolü olmasının sağladığı olanakları zaten vardı. Ekonomik istikrar ve AB ile üyelik müzakereleri bu süreci hızlandırdı. Bu hafta bizi yakında ilgilendiren önemli bir toplantıya evsahipliği yaptı. Toplantı Devlet Planlama Teşkilatı ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun katkıları ile zengin ülkeler kulübü diye bilinen İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) tarafından düzenlendi. Bilinen nedenlerle IMF ve Dünya Bankası Türkiye’de daha çok tanınıyor. Aslında OECD en az onlar kadar önemli bir kurumdur. 1947’de Marshall planını uygulamak üzere Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilatı adı altında kurulmuştu. 1960’da bugünkü halini aldı. Ama üye yapısı gelişmiş sanayi ülkeleri ile sınırlanmıştı. Soğuk savaşın cilvelerinden biri olarak Türkiye aralarına katılmıştı. Şimdi yükselen piyasaların tümünü kapsıyor.Sağlıklı verinin önemiToplantının tam adı şöyle: “İkinci OECD Dünya İstatistik, Bilgi ve Politika Oluşturma Forumu”. Her forumun bir ana teması oluyor. İlkinde “temel göstergeler” ele alınmış. Bu kez “toplumların gelişimini ölçme ve teşvik etme” incelendi.Modern toplumun ayırdedici özelliği içerdiği ilişkilerin karmaşıklığıdır. Dolayısı ile olup bitenler hakkında doğru ve işe yarar bilginin üretilmesi çok önem kazanır. Aynı anda da zorlaşır.Makroekonomiden örnek verelim. Büyümenin hızlanmasını, enflasyonun düşmesini, işsizliğin azalmasını, gelir dağılımının düzelmesini herkes ister. Söylemesi kolaydır. Ama çok ciddi ölçme sorunları içerdikleri de o ölçüde açıktır.Çok uzak değil, 100 yıl önce bugünkü anlamda milli gelir, enflasyon, işsizlik, ödemeler dengesi verileri yoktu. İktisat politikaları bir sis ortamında, el yordamı ile tasarlanır ve uygulanırdı. O ölçüde etkinlikleri de düşüktü.Tıpla benzetme yapabiliriz. Röntgen, ultrason, tomografi, MR vs. çok sayıda yeni teknoloji hekimin hastalığa doğru ve erken teşhis koymasını mümkün kıldı. Sağlıklı veri akımı aynı desteği iktisat politikası sorumlularına vermektedir. Üç amaçForumun katılanlar listesi çok etkileyici idi. Dünya çapında uzmanlar kendi aralarında önemli sorunlara çözüm bulmak için tartıştılar. Bekleneceği gibi yoğun tempoda geçen üç günü özetleme olanağım yok. Kısaca üç amacını okuyucularımla paylaşacağım.Bir: Toplumsal gelişimin ne anlama geldiğine dair tartışmaları güçlendirmek. Özellikle politika hedeflerinin toplum tarafından içselleştirilmesi çok önemlidir. Bu nedenle gelişme tanımlarının oluşturulmasında toplumun aktif rol almasını savunuyor. İki: Gelişme göstergelerinin etkinliğini ve onların politika yapımında kullanılmasını iyileştirmek. Ölçme sorunlarının asgariye indirilmesinin önemi biliniyor. Forum ayrıca verilerin politika yapanlar tarafından daha etkin kullanılmasını istiyor.Üç: Bu amaçlar doğrultusunda insanları ve kurumları harekete geçirmek. Bunu çok önemsiyorum. Verilerin üretim ve kullanım aşamalarının kurumsallaştırılmasının mutlaka teşvik edilmesi gerekiyor.DPT ve TÜİK yönetimlerini bu başarılı toplantı için kutluyorum.
2000’den bugüne bütçeye damgasını vuran “yüksek faiz-dışı fazla” politikasını tartışıyoruz. Maliye politikası tehlikeli borç dinamiğine kilitlenmişti. Sonuç alındı. Borç oranı 2006’da Maastrich kriterine uyumlu düzeye geriledi. Bir politikayı gerekli kılan koşullar ortadan kalkınca ne yapılır? Yeni koşulların özellikleri araştırılır. Onlarla tutarlı yeni hedefler saptanır. Politikanın varsayımları yeniden tanımlanır. Yani politikada köklü revizyona gidilir.Önceki yazılarımda ipuçlarını verdim. Yüzde 1 faiz-dışı fazla borcun sürdürülebilirliğine yetiyor. Yüzde 3 faiz-dışı fazla ile borç oranı beş yılda on puan geriliyor. Yüzde 6.5’le aradaki fark bugünkü fiyatlarla yıllık 22 milyar YTL tutuyor.Bu ana kadar analizi makropolitika perspektifinden yürüttüm. Çok önemli bir yanı eksik kaldı. Çünkü bütçe, vergi ve harcama demektir. Mutlaka vergiyi kimin ödediğine, harcamadan kimin yararlandığına bakmak gerekir. Ekonomi politik bunu yapar.Fakirden zengineBütçe nedir? Devlet vatandaşın üretiminden vergi, harç, kira, lisans vs. çeşitli adlarla pay alır. Kısaca “vergi” diyebiliriz. Karşılığında güvenlik, yargı, polis, yol, okul vs. hizmet sağlar. Devlet-toplum arasındaki mutabakatın özü “vergi-kamu hizmeti” mübadelesidir.Bir parantez açalım. Sosyal devlet anlayışında vergi yükü vatandaşlar arasında ödeme güçlerine göre dağıtılır. Buna karşılık harcamalarda vatandaşların ihtiyaçları öne çıkar. Yani bütçe zenginden fakire refah transferinin temel aracıdır.Türkiye’de maalesef durum farklıdır. Bütçe gelirlerinde yukarıdaki ilkelerle tutarlı olan doğrudan vergilerin payı düşüktür. Gelir düzeyi düşük kesimlerin de ödemek zorunda kaldığı dolaylı vergilerin payı yüksektir.“Vergi-kamu hizmeti” denklemine faiz-dışı fazlayı ekleyelim. Vergi gelirlerinin faiz ödemelerine ayrılan bölümü tanım icabı vatandaşa hizmet olarak geri dönmez. Faiz-dışı fazla vatandaşın ödediği verginin karşılığını hizmet olarak alması ilkesini bozar.Dahası var. Vergiyi düşük gelirli kesimler ödüyor. Peki faizi kim alıyor? Mali piyasalar aracılığı ile varlıklı kesimler. Bunu kanıtlayan çok veri vardır. Yani faiz-dışı fazla fakirden zengine refah transferidir. Vatandaştan yurtdışına transfer boyutuna girmiyorum.Yüksek faiz kısır döngüsüBu analize şöyle bir itiraz gelebilir. Bugünün faizi geçmiş faiz-dışı açıkların bedelidir. Geçmişte vatandaş ödediği vergiden fazla hizmet aldığı için bugün aldığı hizmetten daha fazla vergi ödemek zorunda kalmaktadır. Dolayısı ile yukarıdaki mantık geçersizdir.Hakikaten öyle mi? Türkiye’de kamu borcunu geçmişte verilen yüksek faiz-dışı açıklar mı oluşturdu? Maalesef sayılar farklı bir tablo çiziyor. Borcu geçmiş faiz-dışı açıkların değil geçmiş yüksek faizlerin tırmandırdığını gösteriyor.Kamu borcundaki artışın baştan itibaren esas nedeninin yüksek reel faizler olmasının sonuçları çok ilginçtir. Geçmişte ödenen yüksek faizlerin oluşturduğu borca bugün de yüksek faiz ödemek için yüksek faiz-dışı fazla gerekmektedir(!).Söz konusu ekonomi politik özelliklerin iyi anlaşılması faiz-dışı fazla tartışmalarının doğru okunması açısından çok önemlidir.
2000’den bu yana maliye politikasının ana varsayımları tartışma dışında kaldı. Nedeni 1990’ların sorumsuz iktisat politikalarının kamu borcunu patlatması idi. Ekonomiyi istikrara kavuşturmanın tek yolu, maliye politikasını borç dinamiğine kilitlemekti.Yüzde 6.5 faiz-dışı fazla hedefi böyle saptandı. Yedi buçuk yıl boyunca kararlılıkla uygulandı. Anlamını hatırlatalım. Yüksek faiz dışı fazla, istikrarın bedelinin vatandaşa ödetilmesinin bir başka adıdır.Boyutu da biliniyor. Bu dönemde (Ocak 2000-Mayıs 2007) döneminde bütçenin birikimli faiz-dışı fazla toplamı, Mayıs 2007 fiyatları ile, 263 milyar YTL’dir. Vatandaşın ekonomik istikrar uğruna katlandığı gerçek fedakârlık budur.Politikanın başarısını kabul etmeliyiz. Brüt borç oranı 2006 sonunda Maastrich kriterine yaklaştı. Bugün altına bile inmiş olabilir. Yani borç sorunu gündemden düştü. Yabancı yatırımcıların TL tahvillerine ilgisi bunun bir başka kanıtıdır.Çerçeve değişmelidirSorunu görmek için iktisatçı olmak gerekmiyor. Bugün ulaşılan borç oranı yüzde 6.5 faiz-dışı fazla hedefini geçersiz kılmaktadır. Hatta, hedefin konjonktürden bağımsız şekilde saptanması ekonomi için önemli bir olumsuzluk kaynağı haline gelmiştir.Geçen yazımda hesap sonuçlarını verdim. Yüzde 5 büyüme hızı ve yüzde 7.4 reel faiz varsayımları altında yüzde 3 düzeyinde faiz-dışı fazla beş yılda brüt borç oranını yüzde 50’ye çekmek için yeterlidir.Faiz-dışı fazla hedefinin yüzde 6.5’tan yüzde 3’e çekilmesi pek çok açıdan ekonomiyi de rahatlatacaktır. Aradaki 3.5 puanı küçümsememek gerekiyor. Bugünkü fiyatlarla 22 milyar YTL ediyor. Buna “istikrar temettüsü” diyebiliriz.Bu noktada çok önemli bir ilke öne çıkıyor. Hükümetlerin eğilimi bu ek kaynağı harcama yönündedir. Buna karşı çıkılmalıdır. Doğrusu, faiz-dışı fazladaki düşüşün tümü ile vergi indirimleri aracılığı ile vatandaşa yansıtılmasıdır.Bir süredir gündemi çok meşgul eden “mazot 1 YTL” sloganını bu açıdan değerlendirebiliriz. “İstikrar temettüsünün” mazot gibi önemli üretim girdileri üzerindeki dolaylı vergilerin hafifletilmesinde kullanılması kaynak dağılımını da olumlu etkileyecektir.Bilinen bilmeceUygulanan sıkı maliye politikası ekonomiye istikrar getirdi, borç oranını düşürdü. Hiç tereddüt yok. O sayede bugün faiz-dışı fazla hedefini yüzde 3’e indirmeyi tartışıyoruz. O da tamam. Hepsi bu mu? Ortada başka çelişkiler yok mu?Vardır; yüzde 10’un altına inmeyen reel faizler ve yüzde 10 civarında direnen enflasyon. İnsanlar kendi kendilerine bunları açıklamakta zorlanıyor. Haklı olarak soruyorlar. Bu çelişkilerin kaynağı nedir?Yüksek faizin ve direnen enflasyonun sorumlusu maliye politikasının yeterince sıkı olmaması mıdır? Daha açık soralım. 263 milyar YTL faiz-dışı fazla yetersiz mi kaldı? Daha da fazlası mı gerekiyordu?Bilinen cevabımı tekrarlamak istiyorum. Her iki sorunun kaynağında 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikaları yatmaktadır. Devam edeceğim.
Maliye politikasını didikliyoruz. IMF destekli istikrar programının içerdiği maliye politikasının varsayımlarına indik. Önümüzdeki dönemde bunlarda revizyon gereğini araştırmaya başladık. Hatırlatalım. 2000’den itibaren maliye politikası tek hedefe, kamu borcunun milli gelire oranının hızla düşürülmesine kilitlendi. Araç olarak kamu kesimi faiz-dışı fazlası milli gelirin yüzde 6.5’u düzeyinde sabitlendi. Önce bu yaklaşımda maliye politikasının “konjonktür dalgasını derinleştiren” (procyclical) boyutunu saptadık. Ardından yüzde 5 büyüme ve yüzde 7.4 reel faiz ile sürdürülebilir borç için yüzde 1-1.5 arasında faiz-dışı fazlanın yettiğini hesapladık.Böylece esas soruya geldik. Önümüzdeki dönemde ekonominin koşulları ve ihtiyaçları ile tutarlı bir maliye politikasına tekabül eden optimal faiz-dışı fazla düzeyi nedir?Yüzde 3 yetiyor“Optimal” sonucun kısıtları var demek. Beklenen büyüme hızı, beklenen reel faiz ve başlangıç borç oranı borç dinamiği hesabından geliyor. Maliye politikasının dalgalanma azaltıcı rolüne dolaylı değindik. Nihayet amaçlanan borç oranı ve dönem süresi gerekiyor. Dönemi beş yıl alalım. Yüzde 5 büyüme hızı ve yüzde 7.4 reel faizle (son dört yılın gerçekleşen reel faizi) başlayalım. 2006 sonunda brüt borç oranının yüzde 63, net borç oranının yüzde 45 olduğu biliniyor.Beş yıl sonrası için amaçlanan borç oranı ne olmalı? Nesnel bir cevap zordur. Örneğin Maastricht kriteri dersek yüzde 60’dir. Bugünkü düzeye çok yakındır. Bana borç oranında 10 puan düşüş makul geldi: brüt borçta yüzde 53, net borçta yüzde 35 ediyor. Hemen hesaplıyoruz. Bu koşulları sağlayan faiz-dışı fazla/milli gelir oranı yüzde 3 çıkıyor. Ne demek? Yüzde 5 büyüme ve yüzde 7.4 reel faiz varsayımı ile, milli gelirin yüzde 3’ü düzeyinde faiz-dışı fazla beş yılda borç oranının 10 puan düşürüyor.Ya konjonktür düzeltmesi? Yıllık büyüme hızında her 1 puan değişim için faiz-dışı fazlanın 0.8 puan aynı yönde değişmesini öneriyorum. Sıfır büyümede faiz-dışı fazla yüzde - 1’e iniyor. Büyüme yüzde 10’a çıkarsa faiz-dışı fazla yüzde 8’e yükseliyor.Gerçekçi senaryolarYukarıdaki büyüme ve reel faiz sayıları muhafazakardır. Büyümenin daha hızlı, reel faizin ise daha düşük gerçekleşmesi ihtimali çok yüksektir. Etkilerini görmek için formüldeki yüzde 5 büyüme ile yüzde 3 faiz-dışı fazla hedefini ve konjonktür düzeltmesini sabit tutalım. Önümüzdeki beş yılda ortalama reel faizin yüzde 6.4 düzeyinde gerçekleştiğini kabul edelim. Bir puan reel faiz düşüşü borç oranını 2 puan geriletiyor. Örneğin yüzde 5 reel faizle borç oranı 15 puan yani brüt borçta yüzde 48’e net borçta yüzde 30’a iniyor.Yüzde 7.4 reel faizle yüzde 6 büyüme varsayalım. Konjonktür düzeltmesi ortalama faiz-dışı fazlayı yüzde 3.8’e yükseltiyor. Bir puan büyüme artışı borç oranını 16 puan düşürüyor. Aynı anda reel faiz de yüzde 5’e inerse brüt borç oranını 21 puan geriliyor. Nihayet yüksek faiz (yüzde 7.4) yavaş büyüme (yüzde 4) varsayalım. Faiz-dışı fazla yüzde 2.2’ye iniyor. Brüt borç oranı bu kez 3 puan düşüyor. Dikkat: yüksek faiz-yavaş büyüme durumunda bile yüzde 2.2 faiz-dışı fazla Maastricht kriterine uyum için yetiyor. Devam edeceğim.
Geçen yazıda IMF destekli programın 2000’den günümüze maliye politikasını borç dinamiğine kilitlediğini söyledik. Maliye politikasını tartışmaya açtık. Geçen yazıda IMF destekli programın 2000’den günümüze maliye politikasını borç dinamiğine kilitlediğini söyledik. Bu yaklaşımın konjonktür dalgasını derinleştirici (procyclical) etkisini anlattık. 2000 sonrasında maliye politikasının tek hedefinin borç dinamiği olmasını haklı kabul edelim. Ancak geçmişte öyle olması bugün de öyle olmasını gerektirmez. Hedef tercihini koşullar belirler. Bugünkü ortamın dünden çok farklı olduğu ise biliniyor.Lafı dolaştırmayalım. Soruyu ilk günden sormuştum: “Bugünkü borç düzeyi, borcun yapısı ve ülke risk primi bu faiz-dışı fazla hedefini gerekli kılıyor mu? Yani maliye politikasında yeni bir eşik belirleme zamanı geldi mi?” Sürdürülebilir borçlanmaBorç dinamiği kavramını biraz açalım. Bir yandan enflasyon, öte yandan büyüme, mutlak değerleri kullanmayı zorlaştırır. O nedenle her iki sorunu rahatlatan, kamu borcunun milli gelire oranı kullanılır. Mantıken üç alternatif mümkün: Oran düşer, yükselir ya da sabit kalır. İlkinde borç biter, ikincisinde patlar. Üçüncü halde uzun süre devam eder. Borç oranını sabit tutan bütçe dengesi sürdürülebilir borçlanmayı tanımlar.Bu amaçla kullanılan karışık formül kolay sadeleşir. İki temel ekonomik gösterge öne çıkar: Kamunun ödediği reel faiz haddi ve milli gelirin büyüme hızı. Döviz kuru, “seignorage” gelirleri vs. ihmal edilebilir.Örnek üstünden devam edelim. Yüzde 5 büyüyen ve reel faizin yüzde 5 olduğu bir ekonomide borç oranını sabitleyen faiz-dışı fazla/milli gelir oranı nedir? Cevap: Sıfır. Bütçede tüm faiz ödemeleri borçlanarak yapıldığı halde borç oranı sabit kalır.Köklü revizyon zamanıGelelim Türkiye sayılarına. Büyüme hızı kolay, ortalama yüzde 5 biraz muhafazakâr ama makul duruyor. Reel faiz daha zor. Elde Hazine’nin Nisan 2003’ten bu yana hesapları var. Dört yıl ortalaması yüzde 7.4 çıkıyor.Reel faiz büyümeden yüksek olunca sabit borç oranı için faiz-dışı fazla gerekiyor. Değeri ise borç oranına göre değişiyor. Brüt borç oranı yüzde 63’ü alalım. Milli gelirin yüzde 1.5’i tutarında faiz-dışı fazla ile borç oranının sabit kaldığı hesaplanıyor. Net brüt oranı yüzde 45’le gidersek faiz-dışı fazla oranı yüzde 1.1’e iniyor.Dikkat: geçmiş dört yılın yüksek reel faiz ortalaması ve geçmiş beş yıldan düşük büyüme hızı halinde bile borç oranını sabit tutmak için yüzde 1-1.5 mertebesinde faiz-dışı fazla yeterli çıkmaktadır.Daha fazla faiz-dışı fazla, borç oranını hızla düşürür. Örneğin bu reel faiz ve büyüme ile yüzde 3 faiz-dışı fazla beş yılda borç oranını 10 puan indirmektedir. Yüzde 6.5’le devam edilmesi halinde ise düşüş 25 puandan fazladır.Özetlersek, sayılar maliye politikasının temel varsayımlarda köklü revizyon zamanının çoktan geldiğine işaret etmektedir. Devam edeceğim...
Türkiye 2000’den bu yana fiyat istikrarını sağlamaya ve ortalama büyüme hızını yükseltmeye çalışıyor. İlki maliye ve para politikalarının, diğeri yapısal reformların sorumluluk alanına giriyor. Doğallıkla aralarında yoğun karşılıklı ilişki de var.Bu çerçevede maliye politikasına çok kritik bir görev düştü. Çünkü 1990’ların sonunda yüksek enflasyon-yüksek faiz ikilisi kamu borcunu sürdürülemez düzeylere tırmandırmıştı. Kısır döngüyü kırmanın bilinen tek yolu kamu açıklarını hızla eritmek ve sonra fazlaya dönüştürmekti.Daha açık söyleyelim. Uygulanan programda maliye politikası tek hedefe kilitlendi: Borç dinamiğinin tersine çevrilmesi. Kamu kesimi faiz-dışı fazlasının milli gelire oranı bunu sağlayacaktı. 2000’de yüzde 5,5 iken krizden sonra yüzde 6,5’a yükseltildi.Uygulama kesinlikle başarılıdır. 2006 sonunda kamu borcunun milli gelire oranı brüt borçta yüzde 63’e, net borçta yüzde 45’e geriledi. Borç dinamiği sorunları ekonomik gündemin en altına düştü.Maliye politikasının işleviBuraya kadar tamam. Ama makro iktisatla ilgilenenlerin sorunu hemen gördüğünü sanıyorum. Maliye politikası ile borç dinamiği arasındaki ilişki makro iktisadın olsa olsa önemsiz bir dipnotudur. Esas ağırlık bambaşka bir yerdedir.Şöyle soralım: Hem teoride hem uygulamada makro iktisadın tanımlayıcı unsuru nedir? Maliye politikası ile ekonomik faaliyet düzeyi yani konjonktür arasında kurulan bire bir ilişkidir diyebiliriz. Tüm Keynesyen analiz bu ilişki üstüne inşa edilmiştir.Açalım. Talebin yetersiz kalması sonucu ekonominin yavaşlaması durumunda maliye politikası gevşetilir. Yaratılan ek talep ekonomiye canlılık getirir. Tersine, talep arzdan hızlı artıyorsa maliye politikası sıkılır. Böylece enflasyonist baskı hafifletilir.Yani maliye politikası öncelikle devletin konjonktüre müdahale aracıdır. Teori bunu söyler. Uygulama da öyledir. Bütçe disiplini ekonomi yavaşlarken gevşetilir, hızlanırken sıkılır.Gelişmiş ekonomilerde bütçe sistemi maliye politikasının bu rolünü destekler. Ekonomik faaliyetle vergi gelirleri beraber dalgalanır. Buna karşılık harcamalar işsizlik sigortası nedeni ile ters yönde hareket eder. Bunlar kendiliğinden istikrar mekanizmalarını (automatic stabilizers) oluşturur.Dalgayı derinleştiren politikaTürkiye’ye bağlayalım. Maliye politikasının borç dinamiğine kilitlendiğini söyledik. Anlamına bakalım. Diyelim ki talep durağanlaştı ve büyüme yavaşladı. Vergi gelirleri de en azından durağanlaşacak, büyük bir ihtimalle düşüş eğilimi gösterecektir. Ne yapacağız?Makro teoriye göre devlet harcamaya devam etmeli. Bu ise faiz-dışı fazla hedefinden sapma yaratır. Demek ki gelirlerdeki düşüşe paralel bir harcama azalışına gidilecek. Ya da vergi oranları yükseltilecek. Her ikisi de talepte ek kısılma etki yapacaktır.Görüldüğü gibi, konjonktürden bağımsız faiz-dışı fazla hedefi ile maliye politikası “konjonktür dalgasını derinleştiren” (procyclical) bir yapı kazanmaktadır. Bu anlamda ekonomik istikrarı arttırıcı değil azaltıcı etki yapmaktadır. İlk soruyu sorabiliriz. Maliye politikasının borç dinamiğine kilitlenmesini gerektiren koşullar bugün hâlâ geçerli midir? Devam edeceğim.
Meclisin cumhurbaşkanını seçememesi ile başlayan siyasi çalkantı sürüyor. İktidarla muhalefet arasındaki kutuplaşma zaten hızla tırmanıyordu. Üstüne Irak Savaşı’nın yarattığı karmaşık sınır-ötesi sorunlar eklendi. Son on, hatta yirmi yılda böylesine siyasi belirsizlik yaşanmadığını kolayca söyleyebiliriz. Buna karşılık Türkiye ekonomisi bu duruma geçmişten çok farklı tepki gösterdi. Siyasi sorunlar büyük hasara yol açan mali ve ekonomik çalkantılara dönüşmedi.Türkiye ekonomisi siyaset karşısında nasıl güçlendi? Cevabımız biliniyor. Bugünkü nisbi istikrarı tümü ile 2000’den bu yana uygulanan olağanüstü sıkı maliye politikalarına borçluyuz. Mevcut sorunların ise 2003 sonrasında uygulanan yanlış para politikalarından kaynaklandığını da tekrar hatırlatalım. Kısa tarihçeKanıt çoktur. Örneğin bir yandan IMF diğer yandan mali piyasalar özellikle maliye politikasını yakında izler. Kılı kırk yaran ayrıntılara girilir. Açıkça söylenmese bile, bütçe gelişmelerinin en önemli iktisat politikası göstergesi kabul edildiği bellidir.2002’de seçimler bütçe disiplinini kısmen bozmuştu. Ama AKP Hükümeti 2003-2006 arasında IMF’nin saptadığı bütçe hedeflerini tutturdu. Bilindiği gibi, bu süreç 2006’da bütçede nominal denkliğin sağlanması ile noktalandı.2007’de mali disiplini sürdürmenin zorlaşabileceği önceden tahmin ediliyordu. Karamsarlık nedenlerinin başında seçim yılı olması yatıyordu. Zaten seçim öncesinde artan kamu harcamaları genel bir sorundu. Üstelik Türkiye’nin bu konuda çok sabıkası vardı.Ekonomik faaliyetlerdeki muhtemel yavaşlama diğer nedendi. 2003-2006 arası hem milli gelirde hem ithalatta büyüme rekorları kırılmıştı. Yani konjonktür bütçe gelirlerindeki hızlı artışı desteklemişti. Büyüme hızının düşmesi halinde ne olacağı pek bilinmiyordu. Dolayısı ile yıl başından itibaren bütçeye ilgi arttı. Ayrıntılara daha fazla girildi. Pertavsızlar daha çok kullanıldı. Mali disiplinde bozulma işaretleri araştırıldı. Velhasıl maliye politikası tekrar gündemin tepesine tırmandı. İki temel sorunEski yazılarıma baktım. Bütçe (ve borç) verilerini yakından izlemişim. Hedeflerin önemini ve bütçenin istikrara etkisini vurgulamışım. Ama bu süreçte IMF destekli maliye politikasını hep veri almışım. Yani maliye politikasının varsayımlarını sorgulamamışım. Bugün maliye politikasının genel çerçevesini tartışmaya açıyorum. Ülkenin yeni ekonomik ve siyasi koşulları zaten eski ezberleri zorluyor. İki temel sorunu, milli gelirin yüzde 6.5’i olarak tanımlanan kamu kesimi faiz-dışı fazla hedefi üstünden ele alacağım. Bir: Büyüme düşerken bu faiz-dışı fazla hedefinde israr edilmesi yavaşlamayı büsbütün derinleştirmez mi? Literatürde “konjonktür dalgasını derinleştiren” (procyclical) politika deniyor. İki: Bugünkü borç düzeyi, borcun yapısı ve ülke risk primi bu faiz-dışı fazla hedefini gerekli kılıyor mu? Başka türlü soralım. Maliye politikasında yeni bir eşik belirleme zamanı geldi mi? Geldi ise ne olmalı? Bu eşiği kim belirlemeli? Devam edeceğim.
“Muhacir” sözcüğü çocukluk döneminde hafızama kazınmıştı. Aile ve eş dost çevremizdeki insanların büyük çoğunluğu Balkan savaşı ile imparatorluğun kaybettiği topraklardan gelen Rumeli muhacirleri idi.Ben doğduğumda iki dedem ve babaannem ölmüştü. Ama anneannem bizimle yaşıyordu. Manastırlı idi. Atalarının 14’üncü yüzyılda Konya’dan gittiğini anlatırdı. Kardeşleri ve kocası Manastır Askeri İdadisinde okumuştu. Annem Manastır’da doğmuştu.Babam ise Koçana’da doğduğunu söylerdi. Ama kendisini Üsküplü sayardı. Laf sık sık Yahya Kemal’in de hatıralarında geçen Taş Mektep’e gelirdi. Galiba dedem bir ara orada öğretmenlik yapmıştı.Manastır, Koçana, Üsküp... Nerede olduklarını bilen kaç kişi kaldı acaba? Fazla merakta bırakmadan söyleyelim. Uzun süre Güney Yugoslavya’nın kentleri idiler. Şimdi Makedonya Cumhuriyetindeler.Makedonya’da yatırım yapınÖnce The Economist’te dikkatimi çekti. Arka iç kapakta Makedonya Cumhuriyeti’nin bir ilanını gördüm. Kendi kendime şunu mutlaka yazayım dedim. Kısa bir süre sonra Türkiye gazetelerinde Türkçesi yayınlandı. Hemen kesip sakladım.Elimde çeyrek sayfalık bir ilan var. Finans sayfasında, kur, faiz ve borsa değerlerinin hemen altına konmuş. Başlığı her şeyi özetliyor: “Makedonya’da Yatırım Yapın - Avrupa’nın Yeni İş Cenneti”.Sağ ortasında küçük bir Makedonya haritası var. Üsküp derhal göze çarpıyor. Başka kent gösterilmiyor. Ana ulaşım koridorları belirtiliyor. Yanındaki Avrupa haritasında AB pazarına mesafeler gösteriliyor.En altta MBI-10 Makedonya Borsa endeksinin Haziran 2006’dan bu yana nasıl yükseldiğini gösteren bir grafik yer alıyor. İlanın geri kalanında Makedonya’nın yabancı yatırımcılara sağladığı olanaklar birer birer sayılıyor.Serbest Ekonomik Bölgeler ve Teknoloji Sahaları (SEB-TS) tesis edildiğini öğreniyoruz. Buralara çok cazip teşvikler veriliyor. Ama bunların dışı da yatırımcı açısından ilginç duruyor.Mesajım yok ama...SEB-TS dışında yapılacak yatırımların koşullarını kısaca özetleyelim. Kurumlar vergisi yüzde 10. Şahsi gelir vergisi de yüzde 10. Yeniden yatırıma dönüştürülen kazanç üzerinden alınan vergi yüzde 0. Kısa sürede şirket tescili - 2 gün.Yabancılar bir yana, bunlar Türk firmaları için de küçümsenmeyecek avantajlardır. Makedonya Cumhuriyeti’nin de ilanı Türkiye’de neden yayınladığını anlamakta hiç zorlanmıyoruz. Belli ki Türkiye’de önemli bir potansiyel görmüşler.Özel bir mesajım yok. Yukarıda açıkladığım duygusal nedenlerle Makedonya’nın yabancı sermayeye çıkardığı davet ilgimi çekti. Okuyucularımla paylaşmak istedim. Yine de isteyen istediği şekilde tefsir edebilir.